Ölümden çok özgürlükten korkanlar
Hazin olan, dışlanan bireyin kendisini dışlayanın gözüyle görmesidir. Bu yüzden “suçuyla” ilgili kendini savunmak yerine, alçaltma yoluna gider. Dışlayan dışlanan ilişkisinde hukuka yer yoktur.
Sıradan insanlar bile güç peşindedir. Güce tapmak da güç peşinde olmanın başka bir biçimidir. Kurumlar bunun için oluşturulmuştur. Kurum, duygusuz ve zalimce bir güç tapıncının çok somut bir meyvesidir.
Tanrıya veya doğaüstü bir varlığa yakarma görünüşte bireyin hiçliğini tesciller gibidir. Oysa duanın kökeninde bile baş edilemez bir güce karşı güç talep edilir. Gücün diğer anlamı iktidardır. İnsan yaşamak için elbette bir güce ihtiyaç duyacaktır. Ama burada şaşırtıcı olan şey, insanı yaşatan güç, aynı zamanda onu öldürendir de.
İktidar öldürücüdür. Sözü edilen sadece çıplak bir öldürme değildir tabii ki. Güç istemi çoğunlukla iktidarla sonuçlanır. Bireyler iktidar araçları olan kurumların içinde kök salmak için çabalar. Oysa onlarda bu istemi doğuran bile, kurumların bireylerin içinde kök salmış olduğu gerçeğidir. İktidar onlarda bir yanılsama doğurmuştur. Gücün esiriyken, gücü kendilerinde topladıklarını düşünürler. Çünkü bir adım ötede onları çevreleyen kafesin demir telleri bulunur.
Bütün o anlı şanlı iktidar sahipleri aslında acınası durumdadır. Hükmeden konumunda bulunmanın nasıl onulmaz bir korkuyla yaşamak olduğunu ancak iktidar sahipleri bilir. İktidar özünde bir sisteme kavuşmuş korku demektir. Ölüm korkusu öldürmeye sevk eder. Gözünü kırpmadan muhaliflerini ölüme gönderen hükmedicilerin tarihi bir korku tarihidir. Tarihi şekillendiren, iktidar sahiplerinin sınırsız korkusudur. Elini kana bulamadan hükmetmek imkânsızdır bu yüzden…
İktidarın hükmetme alanı sınırsızdır. İnsanların güç istemlerine cevap verebildiği gibi, hayallerini de okşar. Ama içine kapalı, dar grupların insanların kafasında yarattığı gizem ve umut çoğu zaman devasa kurumlara sahip iktidarlardan daha etkilidir. Başlangıçta bir masumluk bile barındıran bu mikro iktidarlar, sonradan o küçük bünyesinde çok daha şiddetli bir iktidar alışkanlığını yaşatmaya başlarlar. Hasan Sabbah’ın cennet vaadiyle, uyguladığı korkunç iktidar yöntemleri aynı bünyenin eseridir. Bu yüzden iktidar söz konusu olduğunda, ödül ve cezalandırma bir madalyonun iki yüzü gibidir.
Bu dar grup kendisine meyleden bireylere, o zamana kadar hayatında olmayan yeni bir dünya vaat eder. “Birey, kitlenin içindeyken kendi kişiliğinin sınırlarını aştığını hisseder.” (Canetti) Bir yere ait olma duygusu ve istemi de güç istemi kadar eskidir. Kişi, bu dar iktidar grubunun içine girerken kendi doğasıyla baş başadır, ama bir aidiyet kimliğinden yoksundur. Sonra günün birinde buradan nihai olarak ayrıldığı sırada ise, bir aidiyet kimliğini bile değil de, onun tortusunu sırtında taşır ama kendi doğasını da içerde bırakmıştır. “Kendi sınırını aştığını hisseden birey”in kendisi sınırlı bir dünyanın kurbanı haline gelmiştir. “…kesin inanç adamı kendini ayrıcalıklı, dünyaya nur saçmaya gelmiş bir kişi, uysal görünüşlü bir savaşçı ve dünyanın mirasçısı olarak görme yanılgısına düşer. Kendi inancında olmayan kişiler onun için birer iblistir ve söylediklerini dinlemeyenler kahrolacaklardır.” (Eric Hoffer, Kesin İnançlılar)
Şimdinin mazlumu, geleceğin muhtemel zalimi bu grupların arkasında hangi ideolojik yakıtların bulunduğu o kadar da önemli değildir. Dinsel, milliyetçi, faşist veya ‘devrimci’ olabilirler. Bunlar iktidardan önce bireyi ele geçirmeyi amaçlarlar. Kendi inançlarına buladıkları bireyler, onları iktidarı ele geçirmeye götüren yolun yapıtaşları olurlar. Sorgulayan değil, aşırı inanç ve tutkudan başı dönmüş, ağzı köpürmüş, sadece dünyaya değil, kendine de nefretle bakan hastalıklı kişiler bu grupların kimyasını oluşturur. Bu kişileri de ancak kendileri yaratabilirler. Yutmak ve dışlamak bir iktidar alışkanlığıdır. Birey hiçleştirilmeden bu totaliter bünyeye uyum sağlayamaz. Kişinin grup içindeki varlığı esasen hiçliğidir.
Canetti, Kitle ve İktidar adlı dev eserinde topluluk ile bireyin en eski ilişkisini “dışlama” ve “cezalandırma” üzerinden şöyle anlatır: “Dışlanan birey, hiçbir türden savunması olmaksızın vahşi hayvanların insafına kalacağı ya da açlıktan öleceği ıssız bir yere bırakılır. Daha önce ait olduğu halkın onunla artık hiçbir ilgisi olmayacaktır; ona yiyecek ya da barınacak yer verilmez; dışlanan kişiyle her türlü iletişim bu insanları kirletir ve suçlu duruma düşürür. Burada en ağır ceza, mutlak yalnızlıktır; insanın grubundan ayrılması, özellikle ilkel koşullar altında, hemen hemen hiç kimsenin dayanamayacağı bir işkencedir…”
Kişinin dahil olduğu grubun kendisine çizdiği sınırları, dünyasının sınırları olarak görmeye başladığı andan itibaren benliğine yabancılaşır. Zaten o grubun da nihai amacı budur. Kendisine yabancılaşmayan bireyi kendi bünyesinde tutmak imkansızdır. İktidar gruplarına birey değil, ruhu itaat duygusuyla tıka basa doldurulmuş insan taslakları lazımdır. Eric Hoffer, Kesin İnançlılar kitabında bu ilişkiyi şöyle anlatır: “Kendi özümüzü reddedip kapalı bir topluluğun bir parçası haline geldiğimiz zaman sadece kişisel menfaatimizi reddetmiş olmayız, aynı zamanda kişisel sorumluluktan da sıyrılmış oluruz. Bir kişinin tek başına karar vermede duyduğu tereddütlerden, korkulardan ve şüphelerden kurtarıldığı zaman, zalimlikte ve gaddarlıkta ne kadar aşırı noktalara gideceği belli olmaz.”
Dar grup içinde dışlanan birey bir vebalı gibi bir köşede tutulur. Eğer hapishanedeyse dünyası ranzasının sınırlarından öteye geçmez. Yemeğini bile orada tek başına yemek zorundadır. Havalandırmaya izinle çıkabilir ancak. Belli kişiler dışında kimse kendisiyle konuşmaz. Çünkü içinde bulunduğu gruba karşı duyduğu mutlak itaat anlaşmasını bozduğu için sapkın ve kirlidir o. Bir böcek kadar değersiz görülür. Onunla göz temasına geçmek bile topluluğun ‘yüce’ kararlarına ihanet etmek gibi bir şeydir. Herkesin tabi olduğu grubun mutlak güç sahibi birkaç kişisinin kafasında olup biten kararlarla o kişi bir anda sorgusuz sualsiz kendi yoldaşlarının yabancısı haline getirilmiştir. Suçluluğu tartışmasızdır. Üstteki yanılmaz şaşmaz kişiler bu birey hakkında bu kararı uygun görmüşse başka bütün görüşler bir çırpıda geçersiz hale gelir. Çünkü grubun adaletine mutlak bir inançla bağlıdır herkes. İnançsızlık bile çabucak bir inanç kılığına bürünmüştür orada. Herkes ağzındaki tekdüze ıslıkla, dışlanan bireyin yalnızlık yarasına tuz basmaya programlanır.
Burada hazin olan, dışlanan bireyin kendisini tıpkı dışlayanın gözüyle görmesidir. Bu yüzden dışlamaya konu edilen “suçuyla” ilgili kendini savunmak yerine, alçaltma yoluna gider. Dışlayan dışlanan ilişkisinde hukukun yeri de yoktur. “Suçlu” “itirafı” da bilmez. Çünkü aslında suç düzmecedir. Amaç herkesin suçluluk duygusuyla topluluğa körü körüne biat etmesini sağlamaktır. Bu grupların özgür düşünceyi ve sorgulayan bireyi, kendi sistemlerinin altına yerleştirilen birer dinamit olarak görmeleri, zalimane eylemlerinin de temelini oluşturur. Özgürlük kelime olarak bile onları irkiltmeye yeter. Bu yüzden özgürlükle aralarına birkaç ışık yılı koymadan varlıklarını sürdüreceklerinden emin olamazlar.
Dışlamak aslında görünürdeki bir bireyi hedef almak değil, herkesi ibret verici olması için çabalanan bir gösteriyle, kendi huzurlu kafesinden hiç çıkmamakla terbiye etmektir. Başkasının felaketi her insana gizli bir haz verirmiş. Bu durum aynı zamanda kahredici bir suskunluk da doğurur.
Dışlamanın en büyük amaçlarından biri ki, boyun eğdirmektir. Bunun için birey içinde ne varsa kusmalıdır. İstenen bir itirafname de değildir. Zaten gerçekte bu durumlarda ortada suç yoktur. Bireyin çok ağır suçlar işlediğine inandırılmışlık vardır sadece. Buna dışlanan birey de inanır tuhaf biçimde. Birey suçunu değil kendini kusar. Sayıp dökmek zorunda bırakıldığı suçlarının akıl almazlığı, suçlayanların hayal dünyasını bile zorlar. Suçlu birey kustukça tabi olduğu topluluğun bünyesi güç kazanacaktır. Hiçbir şey dışlama ve yutma eylemini hapishanelerin işlevinden daha iyi açıklayamaz. Bireyi hiçleştiren bağnaz bir topluluk hariç…
*'Mağluplar', 'Bülbül Efkarını Gizlemek İçin Öter' ve 'Despotun Taşrası' kitaplarının yazarı.