Ne yazık ki ateş yayılıyor. Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması talebiyle başlatılan açlık grevleri devam edip başta Leyla Güven olmak üzere pek çoğu açısından hayati tehlike aşamasına gelmişken dört insan hayatına son verdi. İntihar varsa, en derin acıyı yaşayanlar dâhil hiç kimse “seyircisi değilim” diyemez. Kimse bu ölümleri durdurma sorumluluğundan kaçamaz.
Kürt hareketi ve HDP yetkilileri bu ölümler karşısında duyduğu acıyı ifade, Adalet Bakanlığı’nı da göreve davet etmekle yetinebilir mi?
20 Şubat’a Almanya’nın Krefeld kentinde mahkeme önünde bedenini ateşe veren Uğur Şakar, Newroz’un ertesi günü, 22 Mart’ta, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’nde bulunan siyasi tutuklu Zülküf Gezen tecridi protesto etmek için 17 Mart’ta, Gebze Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan 24 yaşındaki Ayten Beçet de 23 Mart’a yaşamına son verdi.
1990’ların malum aktörlerinin İstanbul’da iktidarla kol kola miting yaptığı, aynı saatlerde Ankara’daki Newroz kutlamasına “bir şeyler yazılır” korkusuyla kadınların rujuna ve bildiğiniz A4 kağıdına el konduğu 24 Mart günü ise korkunç haber bu sefer Oltu T Tipi Kapalı Cezaevi’nden geldi. Cezaevindeki Zehra Sağlam’ın yaşamına son verdiği öğrenildi.
Ne yazık ki Kürt gençlerinin “intihar protestosu” yeni değil.
18 Mayıs 1982 tarihinde Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Önen, Mahmut Zengin isimli dört Kürt genci, askeri cunta yönetimindeki Diyarbakır zindanında uygulanan vahşeti protesto etmek için bedenlerini ateşe verdiler.
Newroz’un yasaklanmasını protesto etmek için 21 Mart 1991’de Zekiye Alkan, Diyarbakır surlarına çıkarak yaktı bedenini. Alkan’ın birinci ölüm yıldönümünde, 21 Mart 1992 tarihinde Rahşan Demirel, İzmir-Kadifekale’de aynı eylemi yaptı. Demirel, Mardin Nusaybin'de 1975 yılında dünyaya gelmiş, devletin baskıları yüzünden köyleri boşaltıldığı için ailesiyle birlikte İzmir’e göç etmek zorunda kalmıştı.
Roboski katliamının 2. yıldönümü olan 28 Aralık 2013 gecesi bu sefer İzmir’in Bayraklı ilçesinde bulunan Barış Anıtı yakınlarındaki ormanlık alanda bir genç, Öcalan’ın mahpusluğunu protesto etmek için bedenini ateşe verdi. Mahsun Özen 22 yaşındaydı. Tıpkı Rahşan Demirel gibi o da Mardinliydi ve henüz 7 yaşındayken, yine baskılar yüzünden ailesiyle birlikte İzmir’e göç etmişti. 2011 yılında örgüt üyesi olduğu iddiasıyla tutuklanıp iki yıl Kırklar F Tipi cezaevinde tutulmuştu.
Mahsun Özen’in arkasında bıraktığı mektup önceki benzer kendini yakma eylemlerinden nasıl etkilendiğini açıkça gösteriyordu. Her ölüm bir diğerini tetikliyordu.
Öcalan’ın Suriye’den çıkmasından sonra 17 Kasım 1998’de Rusya’da iki Kürt genci, Ahmet Yıldırım ve Remzi Akkuş, üzerlerine benzin döküp sloganlar atarak kendilerini yakmışlardı. Aynı tarihlerde Maraş Cezaevi’nde Mehmet Halit Oral, daha sonra aralarında 11 yaşındaki Zehra Çelik’in de olduğu 63 kişinin çoğu, kendilerini yakarak hayatlarına son vermişti.
Sonraki yıllarda da belli aralıklarla sık sık Kürt gençlerinin “intihar eylemi” haberleri geldi. 2010/11’de Öcalan’a uygulanan tecridi Fırat İzgin, Müslüm Doğan gibi 18 yaşına bile girmemiş çocukların da olduğu sekiz kişi kendini yakarak protesto etti. 14 Temmuz 2011’de Muş-Bulanık’ta kendini yakan 18 yaşındaki Evrim Demir, okuduğu lisede birinciydi ve avukat olmak istiyordu. Arkasında bıraktığı mektupta, kendini yakan başka bir liselinin, Mustafa Malçok’un yanına defnedilmek istediğini söylüyor ve ekliyordu: “Bölücülük adı altında Türk halkı korkutuluyor ve korku imparatorluğu inşa ediliyor.” Amcasının kemikleri daha önce bir toplu mezarda bulunmuş olan Evrim, Temmuz 2011’de yazıyordu bu cümleyi.
Aradan yıllar geçtiği halde, aynı uygulama aynı sonuçlara sebebiyet veriyor.
Devlet, Öcalan’a uygulanan tecridin yaratacağı etkiyi geçmiş deneyimlerden bildiği halde adım atmamakta kararlı görünüyor. Dolayısıyla HDP yöneticilerinin Adalet Bakanlığı’nı “göreve” davet etmelerinin hiçbir karşılığı görünmüyor.
Cezaevinde hayatına son veren insanlara son görevlerinin bile yapılmasını engelleyip defin işlemlerini birer operasyona dönüştüren iktidar, bırakın en ufak bir sorumluluk duymayı, mezarlıkların 1 kilometre yakınına bile kimseyi yaklaştırmamakla övünüyor.
Peki iktidarın yaklaşımı, anlayışı buyken, intiharların önünü kim alacak?
Leyla Güven, bununla ilgili son derece önemli bir çağrıda bulundu: “Doğrusu, bunlar beni güçten düşürüyor. Ne yaparsam yapayım, beni duygusal olarak etkiliyor, yükümü ağırlaştırıyor. Bu şekilde ilerleyemem.”
İktidarın en azından 31 Mart atlatılana kadar herhangi bir adım atmayacağını Leyla Güven de teslim ediyor: “Önlerinde bir seçim var, bu nedenle çözümsüz durumdalar ve ne yapacaklarını bilmiyorlar.”
O halde hapishanelerden intihar haberleri gelmesini engelleyecek, insanları yaşatacak hiçbir yol yok mu?
Kürt hareketinin, Kürt siyasetçilerinin bu tür intihar eylemlerini kesin bir biçimde reddettiğini hiçbir muğlaklığa yer vermeyecek şekilde, geçmişte olduğu gibi bir kez daha ilan edip tüm cezaevlerine bunu bildirmesi, Adalet Bakanı’nı göreve çağırmaktan daha etkili olmaz mı? Açlık grevleri zaten bir çağrıysa, intiharı çağrıya dönüştürmeye yönelenler için başka bir yol kurulamaz mı?
Sadece Leyla Güven değil, iktidarın uygulamalarına karşı çıkan hiç kimse bu intiharlar karşısında ilerleyemez.
Yarın bir can daha gitmeden, ölümler sıradanlaşmadan, herkesin üzerine ölü toprağı serpilmeden, daha fazla kaybetmeden bir şey yapmalı! Ayten Beçet’in acılı annesinin kızına ağıt yakarken söylediği gibi, “Yeter artık, ölümler son bulsun. Benim yüreğim yandı, başka annelerin yüreğinin yanmasını istemiyorum… Êdî bes e, êdî bes e, êdî bes e!”
İktidar seyirciyse, odak noktası intihar edenler için duyulan acıyı görünmez kılmaksa, bu girdaptan çıkmanın tek yolu kalıyor: İntihara seyirci kalmamak için ölümleri durdurmaya, ilerleyebilmek için yaşamaya ve yaşatmaya çalışmak. Siyasetçilerin öncelikli görevi, bunun için iktidara, Adalet Bakanlığı’na “serzeniş” mahiyetini aşmayan ve yanıtsız tepkiler göstermenin ötesine geçip açık ve net bir dili, yaşam yolunu kurmaya çalışmak değilse nedir?