Netflix’in bu yılın iddialı yapımlarından birisi olan “I Care a Lot”un gösterime girmeden önceki tanıtım materyalleri bir (kara) komedi izleyeceğimiz hissi uyandırıyordu. Tamam, tanıtım materyallerinin bazı beklentiler yarattığı ve sonra filmi izlerken seyircinin terse yatırıldığı stratejiler daha önce de uygulandı ama buradaki ‘fark’, seyircide hayal kırıklığı yaratacak kadar büyük olabilir. Çünkü tam anlamıyla bir suç filmi “I Care a Lot”.
Marla Grayson (Rosamund Pike), “sistemin açıkları”nı bulup dolandırıcılık yapan hırslı bir kadın. Sağlık sistemi ve yargıdaki bağlantıları sayesinde yaşlı insanların velayetini alan Marla onların mallarına çökmektedir. Ama yaptığı iş tamamen yasaldır. Sadece yasayı işletmek için birkaç küçük numara çevirmekte, bazı boşlukları lehine kullanmakta ve kimi yerde yasanın arkasından dolanmaktadır o kadar. Yani kendince ‘adil’ oyunun içindedir. Sevgilisi ve ortağı Fran (Eiza González) ile işlettikleri şirketlerinin yaptığı her şey yasaldır görünüşte. Ancak ilk başta masum ve kimsesiz av olarak dikkatlerini çeken yaşlı bir kadına bulaştıklarında işler karışır. Kâğıt üstünde varlıklı bir emekli olarak görünen Jennifer Peterson’ı (Dianne Wiest) bakımevine kapatıp mal varlıklarına çökmek üzeriyken sert kayaya tosladıklarını fark ederler. Kim olduğunu ilk başta anlayamadıkları karanlık bir güç Jennifer’ı koruma altına almıştır ve onu bir an önce bakımevinden çıkarmak için Marla ile Fran’ı tehdit eder. Ancak Marla bu tehditlere boyun eğmemeği tercih edince, kim olduğuna dair gizemini koruyan suç örgütü lideri Roman Lunyov (Peter Dinklage) ile aralarında kıyasıya bir rekabet başlar. Önceleri ‘makul’ ve ‘yasal’ ölçüler içinde süren bu rekabet giderek sertleşip, pisleşir!
2009 tarihli “The Disappearance of Alice Creed” ile dikkat çektikten sonra başarısız bir distopya olsa da gişede kâr getiren 2016’da çektiği “5. Dalga” ile gündeme gelen J Blakeson’ın yazıp yönettiği “I Care a Lot”, entrikasıyla sınıfı geçse de karakterlerini inşa etme biçimi ve seyircinin karakterlerle kurmasını istediği ilişki açısından sorunlu.
Açalım, filmin ilk bölümünde Marla’nın yaşlı insanları sömüren acımasız bir kadın olduğu görüyoruz. Bilinçli bir biçimde olmasa da seyircinin bu karaktere sempati duyması, onunla özdeşlik kurması söz konusu olamıyor. Ancak Roman’ın ortaya çıkması ve işin içine ‘mafya’ usulü yöntemlerin girmesiyle birlikte yönetmen tarafından taraf tutmaya zorlanıyoruz sanki. İki kötü arasında, daha naif olanı, şiddet kullanmayanı (en azında ilk başta) tercih etmemizi istiyor. Bunu yaparken de karakterin kadın olmasını ve cinsel yönelimini öne çıkarıyor. Yani ölümü gösterip, sıtmaya razı etmeye çalışıyor sanki. Yönetmenin karakterlerine karşı mesafesini korumakta zorlanması seyircinin de karakterlere mesafe koymasının önüne geçiyor. Finalde bu durumu toparlamaya dönük bir hamle gelse, “yok aslında birbirlerinden farkı” demeye getirilse de önceki yerleşik his baki kalıyor. Netleştirmek için söyleyelim, (filmin izlemeyenler için bundan sonrası sürpriz bozan içeriyor) örneğin Marla’nın sevgilisi Fran’ı kaybetme endişesinin samimiyetine inandırılırken, Roman’ın annesi Jennifer’ı kurtarma çabasının samimiyeti aynı şekilde geçmiyor seyirciye. Bu da eğer bir taraf kurtulacaksa, Marla’nın tarafında olmaya itiyor.
Öte yandan, J Blakeson -artık bir şablon olduğu için kullanmakta sakınca yok- Coen’ler usulü seyirciyi terse yatıran, beklenti yaratıp başka bir yöne sapan dinamik bir entrika ortaya çıkarıyor. Ve fakat özellikle Marla’nın etrafında kurulan atmosferin bir türlü hikayenin vaat ettiği karanlığa ulaşamadığını söylemeliyiz. Hikayenin akışkanlığı inandırıcılık hissi taşısa da, sahicilik hissini tam olarak yakalayamıyor. Stilize olmaya çalışırken çok fazla steril kalıyor. Bunda maalesef, Netflix filmlerinde giderek daha çok görmeye başladığımız “televizyon estetiği” etkisinin payı çok büyük. Bambaşka bir yazının konusu olmakla birlikte gerçekten ‘büyük’ yönetmenler dışındaki isimlerin Netflix filmlerinde parlak renkleri, gündüz gibi kadrajları fazlaca kullanmaya başladıklarını, bunun arkasında yatan nedenin ise kendilerine öyle söylenmese bile yaptıkları şeyin bir “televizyon işi” olduğunu bilmeleri bence. Netflix filmlerini tartışırken, “televizyon estetiği” tanımını ileride çok kullanacağız kanımca. Üstelik bunun televizyonda kalmayıp, salonlara, festivallere ve Oscar törenlerine hâkim olma tehlikesi kapıda duruyor.
Bitirirken, Rosamund Pike’ın baştan sona filmi taşımayı başardığının altını çizelim. Açıkçası Dianne Wiest gibi bir oyuncunun yeterince değerlendirilemediğini, Peter Dinklage’in ise bilinenin ötesine geçemediğini söyleyelim.