Hayat, ölüm ile başlamış, ölüm ile anlam kazanmıştır. Ölülerini gömme, onlara saygı duyma, belirli günlerde çeşitli ritüellerle anma her kültürün temel taşıdır. Mezarlar, bizi biz yaparlar, onlar sayesinde insan oluruz. Ölülerin yasını tutarak, onları anarak, mezarlarını ziyaret ederek ölümü kabullenir, hayatı anlamlı kılarız.
İnsan, ölümlü olduğunu bilen tek canlı. Ölümlü olduğunu anladığı an, hayvandan insansı bir şeye geçti ve ölülerini gömmeye başladı. Geçmiş ile geleceği, doğum ile ölümü yani yaşam döngüsünü anlamak, sürekli şimdide yaşayan hayvanlardan farklı olarak, insanın evrendeki yerini düşünmesi demektir.
İnsanın, yerleşik düzene geçmesinden çok öncesinde, avcı – toplayıcı oldukları döneme ait 50 bin yıllık duvar resimlerinin bulunduğu mağaralarda yapılan kazılarda, cenin pozisyonunda iskeletler bulunmuştur. Yanlarına, özenle yerleştirilmiş aletlerden ve özellikle de çiçek ve meyve tohumlarından, iskeletlerin törenle gömüldükleri anlaşılmaktadır.
Stanley Kubrick, “2001: A Space Odyssey” (Bir Uzay Destanı) filminde, ölümü keşfetme ve ölüleri gömme sırasını ters yüz ederek, insanın başlangıcını çok etkileyici bir şekilde anlatır. (Burada anlatacağım 9 dakikalık bölümün linki için)
Film, insanlığın tarih öncesine ait, ıssız ve çorak topraklar ile başlar. Her şey kıttır; yiyecek de, su da. Açlık, su içme önceliği için başka bir maymun grubu ile kavga, yırtıcılara yem olma ve geceleri, birbirlerine sarılarak korkuyla yarı uyur yarı uyanık gündüzü bekleme hayatın olağanlığı içindedir.
Döngü, nereden geldiği bilinmeyen bir monolit ile bozulur. Korkarlar, çığlıklar atarlar. Ama en sonunda taşa dokunmaya cesaret ederler. Pürüzsüz geometrisi ile mezar taşına benzeyen monolit, şimdiye kadar gördükleri ilk “imal edilmiş” nesnedir. Öbür gün taş ortadan kaybolur. Ancak bir kere zihinlerine, “şey”leri, “araç” olarak kullanma fikri yerleşmiştir.
Büyük, sert bir hayvan kemiğini kullanarak yırtıcılardan korunmaya ve avlanmaya başlarlar. Aracın, asıl büyülü işlevi, yine bir su birikintisi kavgasında ortaya çıkar. Her zamanki karşılıklı jestler ile korkutma ritüeli, birinin öldürülmesi ile aniden son bulur.
Hayat, ölüm ile başlamış, ölüm ile anlam kazanmıştır. Ölülerini gömme, onlara saygı duyma, belirli günlerde çeşitli ritüellerle anma her kültürün temel taşıdır. Mezarlar, bizi biz yaparlar, onlar sayesinde insan oluruz. Ölülerin yasını tutarak, onları anarak, mezarlarını ziyaret ederek ölümü kabullenir, hayatı anlamlı kılarız.
John Berger, bu ilişkiyi şöyle açıklar:
“Ev, yeryüzünün merkeziydi. Çünkü bulunduğu yerde bir dikey ile bir yatay çizgi kesişirdi. Dikey olanı yukarılara, göğe tırmanır; aşağıda, yeraltına inerdi. (…) Böylece insan evindeyken gökteki tanrılara ve yeraltındaki ölülere en yakın konumdaydı.”
Bunları yazarken, aklımın bir köşesinde Cumartesi Anneleri’nin yakınlarının bir mezarı olabilmesi için 23 yıllık sabırlı bekleyişi bulunuyor. Mesele sadece basit bir mezar yeri meselesi değil. Mesele, kendi bekasını her şeyin üstünde tutan “devlet aklı” karşısında bir varoluş meselesi.
SEMBOLİK DÜZENİN BOZUMU
Cumartesi Anneleri, en kadim geleneğe dayanarak, devletten bir mezar yeri talep ediyorlar. Devlet ise ilk kadim geleneği yok sayıyor. Devlet, sadece Cumartesi Anneleri’ne değil, tüm topluma ve insanlığa karşı suç işliyor, hem hukuken hem de toplumu bir arada tutan sembolik düzende.
500’üncü değil, 600’üncü değil, 699’uncu değil ama 700’üncü haftada, devlet “yeter” dedi ve Cumartesi Anneleri’nin 23 yıllık sessiz eylemine akıl dışı bir şiddetle müdahale etti. 80 yaşındaki Emine Ocak bu akıl dışılığı, “Neden bize karışıyorlar. Benim çocuklarıma niye vuruyorlar. Yapmayın” feryadıyla dile getiriyordu. Mücadele beden bedene yaşandı. Polis, birini gözaltına almak istiyor, insanlar hemen o kişiye kenetleniyorlardı.
Devlet, ne olmasından korktu da bunu yaptı ve kendisini kötü gösteren müdahale anı fotoğrafları yerine, asıl neyin görünmemesini istedi?
Cevap için 600’üncü haftaya bakalım.
Fotoğrafta, insanı tedirgin eden, “uğursuz” bir şeyler var. Alışık olduğumuz sembolik düzeni bozan bir uğursuzluk. “Hortlak” diye bir şeyin olmadığını bilip, yine de korkmaya devam etmek gibi bir şey, bu. Ama ya varsa? İşte böyle bir şüphenin, “ya varsa”nın uğursuzluğundan bahsediyorum. Çünkü korkulan, eğer gerçekten varsa, toplumun temelleri sarsılır; maddi ve sembolik düzlemde.
Her ikisine sırayla bakalım.
Bir kere oturma eylemi sadece “sembolik” değil, aynı zamanda gerçek. Gerçek insanlar, gerçek anneler, babalar, kardeşler, yakınlar var. Acı? O da gerçek. 23 yıldır sabırla demlenmiş bir acının gerçekliği. Resimler? Onlar da gerçek. Varlıkları, “kaybedilenler” ortak kümesi içinde yitip gitmemiş. Her biri, isimleriyle tek tek oradalar. Ama yine de sınırlı bir gerçeklik. Çünkü ancak oradaysanız, o insanlarla aynı zaman ve mekanı paylaşıyorsanız anlayabilirsiniz orada olanları.
Fotoğrafın asıl gücü, “sembolik düzen” ile ilgili.
Ortada, üzerinde resimlerin konduğu siyah bir örtü var. İnsanlar, örtünün etrafında sanki bir cenaze törenindeymişçesine toplanmışlar. Belki örtü başka bir şekilde olsa, böyle düşünmeyeceğiz. Fakat öyle değil. Boyutları ve şekli buna izin vermiyor. Normalde bire iki metre olması gereken bir mezarı temsil eden, oranı korunmuş ama boyutları çarpıtılmış devasa tek bir mezar var.
Tek mezar ama çok insan var. Oysa mezar, ölüye aittir; çoğulu olmaz. Ve yine her mezarın başında, üzerinde isim ve doğum – ölüm tarihleri yazan, yekpare taştan tek bir mezar taşı olur. Çokluk bu sefer yokluk olmuş. Kimsenin mezar taşı yok. Onun yerine resimleri var. Doğum tarihleri belli, ölüm tarihleri meçhul.
Bu cenaze töreni ve mezar, ilerde kendimiz için hayal ettiğimiz cenaze törenine ve mezara benzemiyor. Her şey ters, sakat, çarpık. Parçalar tek tek anlamlı ama hepsinin toplamı bir bütün olmuyor. Bu görüntünün anlam dünyamızda bir karşılığı yok.
Öncelikle Cumartesi Anneleri’nin bunca seneden sonra neye dönüştüklerini anlamamız lazım.
700 hafta boyunca, her Cumartesi, saat 12’de, Galatasaray Meydanı’nda, Galatasaray Lisesi duvarının dibinde toplandılar. Ses yok, slogan yok, pankart yok. Sadece kendileri varlar. 700 haftadır, zamanı ve mekanı tek bir noktaya sabitlediler; tıpkı bir mezar yeri gibi. Ve en sonunda da, İstiklal Caddesi’nin orta yerinde kendileri mezarlık oldular.
Tamam gerçekten mezarlık olduklarını söylemiyorum, sadece metaforunu yapıyorum ve hepimiz onların kanlı canlı insanlar olduklarını biliyoruz. Fakat yukarda açıklamaya çalıştığım “ya varsa” uğursuzluğu, tam da bu noktada belirginleşiyor.
Yıllardır oradalar. Normalleştiler, oranın bir parçası oldular. Ancak 500, 600 ve olsaydı 700 gibi büyülü rakamlarda, gerçek hayatta da hortlaklar olabileceğini ve sevdiklerimizi kaçırabileceğini bizlere hatırlatıyorlar. Ve ancak böyle büyülü zamanlarda, “uğursuz” kelimesinin asıl anlamının “kötülük getiren” olduğunu hatırlıyoruz.
Devlet, bu uğursuzluğun bir daha tekrarlanmasındansa, fotoğraflarda kötü görünmeyi tercih etti. Kayıpların sorumlusunun AKP iktidarının olup olmamasının bir önemi yok. Devreye, mekanik devlet aklı girdi ve kötülük getirenin kendisi olduğunun bilinmesindense, kötü olmaya razı oldu.
Ama uğursuzluk öyle basit bir müdahale ya da muska ile falan ortadan kaldırılamaz. 701’inci haftada, kayıp yakınları, meydanın yakınındaki Büyükparmakkapı Sokak’ta açıklamalarını yine yaptılar. Bu esnada meydan, polis tarafından abluka altındaydı ve bomboştu. Ama uğursuzluk ortadan kaybolmamıştı. Onlarca polis, Cumartesi Anneleri’nin yerinde, duvarın dibinde, tıpkı onlar gibi oturuyorlardı.
Sembolik düzen bir kere bozulunca, onarması öyle kolay olmuyor. O polislere, toplum hemen bir isim bile buldu: “Cumartesi Polisleri.”
SON SÖZ
Yas tutmak, bizleri bir araya getirir. Yas sayesinde kötülükler unutulur, başkalarının acısı paylaşılır ve toplumun empati yeteneği gelişir. Ama maalesef, bu ülkede çok uzun zamandır kimse, kimse için yas tutmuyor.
Okuma önerisi:
Berger, J. (1988); “Ve Yüzlerimiz, Kalbim Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü,” Adam Yayınları.