Cami avlusunda imamın cemaate sorduğu soruya, cemaatin uyumunu bozarak, "kötü bilirdik", "huysuz bilirdik", "acımasız bilirdik" diye karşılık vermenin cesaretiyle, ayıplanmayı göze alarak hesaplaşmalıyız ölülerle. Hem kendi ölülerimizle, hem de tarihte iz bırakmış birer kamusal figür olan, "hayatı roman" olan ölülerle.
Bir dönem kültürel iklimimiz, biyografiler ve anıların bolca yeşerdiği mümbit topraklara sahipti. Nehir söyleşi patlaması yaşanmıştı hatta o dönem, hatırlarsınız. Piyasada tanınırlığı olan bir gazeteci, bir yazar veya araştırmacı, söyleşi yapacağı kişiyle - çoğunlukla mahrem alanı sayılan evinde - günler, aylar geçiriyor, ona kendini anlattırıyordu. Çocukluktan başlanıp bugüne geliniyordu. "Doğru" soruları sormak mühimdi bu buluşmalarda. Yıldızın parladığı anları çağırmak, şaşırtıcı anekdotlar anlattırmak, onun hayatını "sıradan hayatlar"dan farklılaştıran ışıltıları, başarı öykülerini sergilemek... Hikayeler yoksullukla, kayıplarla da başlasa başarıyla taçlanıyordu. Açıkları yakalamak, travmaları deşmek, kişiye bir psikiyatr maharetiyle kendini keşfettirmek sık rastlanan durumlar olmuyordu bu söyleşilerde. Söyleşi yapabilmek de bir beceri tabii. O yüzden, genellikle anlatıcı kendini nasıl kuruyorsa onu görüyorduk okur olarak biz bu söyleşilerde. Nihayetinde bir biyografi değildi okuduğumuz. Anlatıcı kendini sakınıyordu gözümüzden. Hayatta ikinci kez okuduğum nadir kitaplardan biri olan Göç Temizliği'nde Adalet Ağaoğlu, bu tavrı güzel anlatıyordu: "[Kendini yazan kişi] Dünkü kendinde, durmadan, bugünkü kendini doğrulatıcı ipuçları arar, bulamazsa uydurur."
Yayınevleri o dönemde kendilerini zengin edecek olmasalar da, tiraj getirecek kadar çarpıcı hayatlar yaşamış, şöhretli yazar-çizer-akademisyen-gazeteci arayışına girmişlerdi. Hayat hikayelerini seven biri olarak, kah psikanaliz divanına uzanmış geçmişiyle hesaplaşır gibi yapan, kah envanter çıkarır gibi kuru kuruya anlatan, kah anlattıklarını kendisi de ilk kez duyuyormuş gibi kendi olma sürecinden büyülenen anlatıcılar tanımıştım bu patlamanın yaşandığı dönemde. Anlatıcıya yaranmaya çalışan, anlatıcının hayatından kendisinin bile unuttuğu enstantaneler, anekdotlar aktararak ona dersine ne kadar çalıştığını göstermek için çırpınan veya en az anlatıcı kadar konuşup asıl hikayeyi boğuntuya getiren görüşmeciler de kalmış aklımda.
Ama nehir söyleşinin akışı uzun olmadı. Hâlâ tek tük karşımıza çıksa da, modası geçti. "Kamuya mâl olmuş" birçok kişi hikayesini kendisi kaleme almak istiyordu çünkü. Şahsi tarihini yeniden kurmayı, hakkında bilinmesini istediği kadarını duyurmayı arzu ediyordu. Oysa yine Adalet Ağaoğlu'nun saptadığı gibi, kimse hayat hikayesini anlatamazdı: "Bir kimse, bugünkü kendini de yazamaz. Kendimi yazıyorum derken, ya iyice yana çekilir, kendini anlatıyormuş gibi özlediği, olmak istediği kişiyi anlatır (bizde örneği çok), ya da gereğinden öte yargılar kendini, hak ettiğinden fazla sorguya çeker, üstelik suçlu çıkarır (bizde örneği az). (...) yazdıklarından kendisini sahiden yargılayıp, sahiden asan bir yazarın, önünde sonunda yeryüzündeki kendini de asması gerekir."
Ne kadar isabetli bir tespit! Kendimize bile itiraf etmek istemeyeceğimiz ne çok zaafımız, karanlık yanımız, anlatınca bize verdiği zararı daha fazla fark edeceğimiz ne çok travmatik hikayemiz var! Tabiatımız ne kadar çok zehirli nebat ihtiva ediyor! Eh, "intihar etmeyeceksek içelim bari!"
***
Nehir söyleşi ve otobiyografi türünden bahsettim ama lafı asıl getirmek istediğim tecrübe, ölünün arkasından konuşma cesareti! Yani hem biyografi yazarken, hem de otobiyografik anlatılarda ve anılarda ölüleri hep hayırla anmaktan vazgeçebilmek. İster günlük sohbet içinde olsun, isterse yazında, bir geçmiş anlatısında ölülerin hayırla anılmıyorlarsa da saygılı bir suskunlukla, olmadı birtakım imalarla hesaplaşma sürecinden azade kılınmaları, bizde ve eminim birçok kültürde, ölen kişi körse bile badem gözlü oluvermesine yol açıyor. Hadi o kadar ileri gitmeyelim ve kör olduğunu söylemekten imtina ediliyor, diyelim. Oh ne âlâ! Öl ve temize çık! Bu, "ölünün arkasından konuşulmaz" inancı, aslında ölünün arkasından kötü konuşulmaz, ölüp gitmiş kişi eleştirilmez, iyi yanları aranılıp bulunur, yoksa da yaratılır, yaratılamıyorsa taş gibi susulur mealinde bir şey. Tabii din ve gelenekten beslenen bir tarafı da var bu tavrın. Kişiyi ve toplumu kötürümleştiren, dilini lâl eden, hesabı mahşere bırakan bir ket vurma hali. Yaraları sağaltmayı, haksızlıklarla baş etmeyi engelliyor.
Yakın zamanda, Erdal Öz'ün günlükleri, Yarın, Nasıl Bir Gün Olacaksın? adıyla oğlu tarafından yayımlandığında kıyamet kopmuştu biliyorsunuz. İki sebepten kopmuştu: ilki, yayınlanan metnin günlük türü, yani yazarın bir nevi iç dökmesi sayılabilecek, okurla paylaşma niyetiyle kaleme almadığı düşünülen hikayeler olmasıydı. En azından metin okunduktan sonra bu kanıya varılmıştı. Çünkü, metinde yazarın mahrem sayılan dünyasına dair iç dökmeler, yayıncılık piyasasına yönelik mebzul miktarda olumsuz eleştiri, açık yüreklilikle ifade edilmiş kızgınlık ve kırgınlıklar ile edebi dedikodu diyebileceğimiz malzeme bulunuyordu. Böylesi bir metin de yayıncılık dünyasının efsanevi bir ismi olan, politik mücadelede de öne çıkan Öz'ün sevilmesi zor bir insan olarak portresini karşımıza getiriyordu. Öte yandan da, kültür ve sanat alanında saygı gören, hayranlık duyulan birçok kişi hakkında olumsuz yargılar içeriyordu. İkinci sebep ise metin yazarının ve kitapta eleştiri konusu ettiği bazı kişilerin çoktan ölmüş olmalarıydı.
Kitap yayınlandıktan sonra, Öz'ün bu günlükleri okurla paylaşmak istiyor olsaydı sağlığında yayınlayacağı yönünde çok eleştiri duyduk. Tamamen haksız bir eleştiri değildi bu. Özenle sakladığınız özel eşyalarınızın en yakınınız tarafından herkesin ulaşabileceği hale getirilmesi gibi bir durumdu yaşanan bir bakıma. Teşhir edilmek gibi. İşte Öz'ün günlüklerinin, rızası alınmadan, hem de en yakını, oğlu tarafından piyasa sürülmesi babaya vefasızlık olarak bile görüldü bu yüzden. Ama bana göre, asıl rahatsızlık günlüklerin hiç de "masum" olmamalarından kaynaklanıyordu. Yer yer zehirli bir üslup, bazen yazarın kendisine de yönelttiği acımasız eleştiriler, iç huzursuzluklarının ortaya dökülmesi söz konusu olmasaydı, ölünün arkasından konuşulmasına sebep olacak bir metnin gün yüzüne çıkarılması bu kadar rahatsız etmezdi okuru ve yayın dünyasını. Öz'ün derdini döktüğü sayfalar, hem kendi iç dünyasının, hem de o dönem Türkiyesi'nin günlüğünü tutuyor. Bugünkü Türkiye'nin nasıl inşa edildiğini hep soğuk yüzlü tarih kitaplarından, araştırma-incelemelerden takip edecek değiliz ya. Yarın, Nasıl Bir Gün Olacaksın?'daki gibi, okuyup yazmaya tutkun, hırslı, öfkeli bir gencin, edebiyat aleminde iz bırakmış bir yayıncının, bir evladın, sevgilinin, eşin, babanın, dostun günlüğüne göz atarak da anlamaya çalışabiliriz. Kişisel tarihlerimiz biraz da yaşadığımız kültürün tarihi.
***
Geçmişle hesaplaşma söz konusu olduğunda ölülerin arkasından konuşmamak, hatta çoğunlukla da onlara hesap sormamak mümkün görünmüyor. Bunu yapmadan yaralarımızın farkına varamıyoruz. Ağlaya sızlaya, bağıra çağıra, bazen de pişman olarak, nedamet getirerek ölülerin arkasından konuşmalıyız. Ölerek elimizden kurtulamamalılar, ölerek kimsenin elinden kurtulamamalıyız. Ölen, yaşayana verdiği zararı yanında götürmüyor çünkü. Yaralar, eksiklenmeler, travmalar yaşayana eşlik etmeyi sürdürüyor. Ölmekle daha masum biri de olunmuyor, daha saygın biri de... Cami avlusunda imamın cemaate sorduğu soruya, cemaatin uyumunu bozarak, "kötü bilirdik", "huysuz bilirdik", "acımasız bilirdik" diye karşılık vermenin cesaretiyle, ayıplanmayı göze alarak hesaplaşmalıyız ölülerle. Hem kendi ölülerimizle, hem de tarihte iz bırakmış birer kamusal figür olan, "hayatı roman" olan ölülerle.
Böyle bir cesareti gösterebilen birini daha keşfettim yakınlarda. O da bir oğul: Antonio Altarriba. Babasının sıra dışı, kahramanlıklarla örülü ve 90 yaşında bir huzurevinin dördüncü katından atlayarak sonlanan hikayesini anlattığı ve Kim tarafından resimlenen bir grafik roman olan Uçma Sanatı'nın ardından, annesi ve onun hikayesi hakkında düşünmeye başlamış Altarriba. Babasının uçmak ve özgürleşmek üzerine kurulu hikayesi dördüncü kattan uçarak nihayete ererken, babasının gölgesinde kalan annesinin İspanya taşrasında başlayan hikayesini yazma fikrini aklına koymuş. Bu anne, doğarken kendi annesinin ölümüne yol açtığı için istenmeyen bir bebek. Babası tarafından öldürülmekten son anda, kolunda iyileşmeyecek bir sakatlıkla kurtuluyor. Annesinin mucizevi bir kurtuluşla başladığı lanetli hayatının, savaşlar ve zulümler çağında sürerken onu ne kadar acılaştırdığını, hoyratlaştırdığını gösterdiği Kırık Kanatlar'ı ebeveyniyle bir hesaplaşmaya dönüştürmüş yazar. Onları anlamaya çalışmış ama affetmeye de kalkmamış. Yoksunluklarını, ezikliklerini anlatırken, bencilliklerini, acımasızlıklarını da kenara itmemiş.
Uçma Sanatı ile Kırık Kanatlar, iki ölünün arkasından konuşurken, onların iyi ve kötü taraflarını belirleyen toplumsal koşulları, tarihsel dönüşümleri de tahlil ediyor. Ama bir şey daha yapıyor. Kadın ve erkek hikayelerinin birbirinden farkını zarifçe vurguluyor. Hayatı göğüsleme biçimlerinin farklılığını, hayallerin, savaşımların, mücadelelerin ve teslimiyetlerin de:
"Babamınki kadar görkemli değildi belki ama annem kendine ait alanı savunmak için nasıl mücadele edileceğini biliyordu, hareket noktası özgürlük olmasa da kişisel farkındalığıydı. Ve bu, sürekli olarak otorite figürleriyle belirlenmiş, çok güç bir hayata rağmen oldu. Engellerini adeta görünmez kılarak, kimseye fark ettirmeden aştı. Ve her şeye karşın, kararınca mutlu olmayı başardı. Ne babam gibi yükseklerde uçmayı, ne de göğü fethetmeyi hayal etti. O, daha mütevazı bir biçimde, kırık kanatlarıyla daldan dala sekti. Kim bilir, belki çok daha uzaklara ulaşmıştır".