Mütemadiyen aşağılandığımız feci devrin sona erebilecek olması artık sadece fikirden ibaret değil. Yerine ne geçeceğini henüz düşünmeden, düşünemeden ya da erteleyerek, kendi başına insana ferahlama duygusu verebilen hadise. Haysiyetimizin üzerinde böylesine hunharca tepinilmesinden kurtulabileceğimizi hayal etmek yeter, yüzümüzün azıcık gülmesi için. Ve -belki daha önce örnekleri görülmüştür, en azından ben bilmiyorum- sanırım dünya üstünde herhangi bir ülkede muhtemel yönetim -ve belki, inşallah siyasî rejim- değişiminden beklenecekler arasında bu minik insan eylemi baş köşeye yerleştiriliyor: Yeniden yüzümüzün gülmesi! Yani eskiden hep gülüyor muyduk? Yıldırım’ın (Türker) sözünü hatırlamamak imkânsız: “Eskiden de mutlu değildik ama hevesimiz vardı.”
Meral Hanım’ın “B plansız” heyheylenme atağının bildimcikler tarafından arzulanan şekilde sonuçlanmayışı, kendi başına değişim umudu yaratacak ağırlıkta olmasa da iyi ihtimaller hanesine yazılacak hadise. 15 milyonluk yaşam alanı depremle yerle bir olmuş, bir anda üç milyonluk iç göçmen nüfusuyla karşı karşıya kalmış memlekette ilave sinir bozucu tesiri hafife alınamayacak siyasî münasebetsizlik olmasına rağmen. Depremin üzerinden bir ay geçmekteyken, susuz, çadırsız, per perişan ortalıkta bırakılmış insanlara takılı vicdanlarımızı kenara itip takımlı-tayyörlü Ankara trafiğiyle uğraşmanın ruh büzüştürücü etkisi de cabası. (Bildimcik’i merak eden varsa: buldumcuk’un sözlü sahalarda yaşayanı; hepsi aynı tornadan çıkmış olmalarına rağmen sürü oluşturmazlar, bağımsız bireyler halinde dolaşır, birileriyle beraber herhangi bir arızayı, eksiği giderme mecburiyeti doğmasın diye, o işin zaten asla öyle yapılmayacağı, zaten sonucun baştan belli olduğu, burada zaten bir şeyin değişmeyeceği vs. içerikli vaazlar verirler. Duaları ‘yarabbi’, ‘tanrım’ vs. yerine ‘zaten’le başlar. Başkalarında bulunmayan almaçları ve bunları işleyecek ekstra beyinleriyle özel yaratıklar olduklarına inanırlar. Fakat bunun böyle olmadığını “zaten” bildiklerinden, söyleyeceklerini hep menşei belirsiz öfkeyle, kimliği belirsiz küstahlıkla, dozu ayarsız sertlikle dile getirirler. Ona dil de denmez, sopa gibi bir şeydir.)
Evet, neler oldu?
7 Haziran 2015’teki şahane seçim sonuçlarını ortadan kaldırmak için memleketi kim kana buladıysa, Suruç’ta, Ankara’da bombaları patlatsınlar diye DAİŞ’çilere kim yol verdiyse, mesnedi belirsiz güvenilir “ortak aday” koltuğuna oturmuş gerinmekte olan Abdullah Gül’ün bahçesine helikopteri kim indirdiyse onların devreye girdiğine ve muhalefetin kazanması mukadder gözüken müstakbel seçimin sonucunu şimdiden değiştirmek üzere harekete geçtiğine ihtimal verdik; köşeyazarınız dahil birçok gazeteci, gözlemci. Meral Hanım’ın çabucak dönüşü ve istediğini koparmış görünsün diye kurulan oyuna rağmen gerçekte pek bir şey koparmadan masaya yeniden oturması, bu ihtimali en azından şimdilik zayıflattı. Bu açıdan kendisinden her türlü iç -ve gelecek- karartıcı manevrayı bekleyenler olarak kabul etmeliyiz ki, böyle bir yola doğru atılmış adım bu şekilde geri alınmaz. Dolayısıyla ortada ya faşizan milliyetçi geleneğin ete kemiğe bürünerek meydana getirdiği kitleye ve bu kitlenin başkaları üzerindeki yıldırıcı gücüne duyulan aşırı güven (“millet böyle istiyor”) ya da İYİP macerasının MHP’nin önceden hazırlanmış, alternatifsiz insan havuzunda kulaç atmaktan epey farklı oluşunu idrak edememe gibi bir basiretsizlik var. Akşener, birdenbire yüzde 10-15 arası oy gücüne erişen kendi partisinin siyasî-sosyolojik konumunu ve kimlerin Kayı Partisine neden, ne bekleyerek yanaştığını kavrayamamış görünüyor. Gitme ve dönme yönünde attığı adımlar, onu şimdiden yıprattı, yorgun düşürdü. Hâlâ elinde birşeyleri bozma imkânı var; ama bu defa ya siyasî geleceğini seçimsiz diktatörlük yollarına bağlayarak ya da mütemadiyen vızıltı çıkaran, bir şeyleri ucundan kemirip kemirip huzursuzluk veren bir itibarsız komşu olarak. İlkinde, koltukları önceden kapmış, daha geleneksel, yerleşik elemanları tasfiye etmesi zor, ikincisindeyse elinde parti kalır mı, şüpheli. Kendini çok daha avantajlı konumdan epeyce riskli, alengirli konuma sürükledi.
Şimdi, ciltlenip yaldızlanmasına vakit bulunamamış eserin Meral Hanım’ın Bir Günlük Sergüzeşti’nden ibaret serlevhasını geçiyor, sırf kendisine binaen esere bu ismin layık görülmesini temin eden on ikinci maddeye sıçrıyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “on bir madde” diyerek sözünü etmesinden kısa süre sonra on iki madde halinde karşımıza çıkan mutabakat metnini (“yol haritası”) didiklemeye bu şüpheli yabancıdan başlamamız münasiptir. Zira bu madde, masadan kalkan altıncının gidip başka masaya mı, başka kafeye mi oturacağına dair merak silsilesi yüzünden, herkesin gözünü ayırmadan bakarsa sihirli bir anahtar göreceğini sandığı tedirgin edici boşluğa oturtuldu, o boşluğu doldurdu.
Bahsi geçen Sergüzeşt’in anafikri ve belli başlı karakterleri de, âdeta ödev yapacak öğrenciye kolaylık olsun maksadıyla, ilki 12 sayısını müteakiben uzanan iki satırlık bir ibareye sığıştırılmış: Tamam Meral Hanım, sıkıntı yok, denmiş.
Ve toplumumuzun diline dudağına yapışmış bu lakırdının her kullanıldığında belli ettiği üzre, tam da orada sıkıntı, işte. Dendi ki: Eğer Kılıçdaroğlu, cumhurbaşkanlığını Karakol Cemiyeti’nden Mansur Ankara ve Ekrem İstanbul beylerin “icracı” siyasî komiserliğinin tarassutu altında icra edecekse Meral Hanım sofraya icabet edecek. Ve fakat Sergüzeşt’in sonunda kapanan perde misâli mutabakat metnini alttan kuşatan on ikinci maddede ne buyuruluyor: Akşener’in isyana davet ettiği fakat “ne münasebet!” cevabı aldığı bu iki şahsiyet, cumhurbaşkanının “uygun gördüğü zamanda ve tanımlanmış görevlerle” cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atanacaklar. Peki ne oldu kapıyı vurup çıkmalar, yok noter miyiz, yok sıtmaydı ölümdü, onlar? Fazlasıyla ilginç, hakikaten. Akşener’i övmeye kalkıp, dünyanın gelmiş geçmiş en kötü ruhlu siyasetçilerinden birine takılmış ismi kendi liderine yapıştıran salakların ortaya sürüp durduğu “Demir Leydi” lakabı, şu deprem günlerinde basbayağı edebî göndermeye döndü: Gerekenden ince, güçsüz, dayanıksız demirler yüzünden binalar… falan…
Akşener’e hazırlanan “onurlu dönüş” planı zannederim toplumumuzun okumaz-yazmazlığına güvenilerek hazırlanmış. Yine de insanların televizyon seyrettiği hesaba katılmalıydı bari. “E, peki ne oldu şimdi yani bu böyle?..” diye soruluyordu ekranlarda. Zaten, Kılıçdaroğlu’na, biri bizzat kendi partisinden siyasî komiserler atama fikrinde tuhaflık yok muydu? Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş gibi bir hedefe giden yolda “icracı” cumhurbaşkanı yardımcıları gerçekte hangi mevkide forma giyeceklerdi?
Önce SP sonra CHP önüne toplanan kalabalıkların büründüğü ve yaydığı ferahlama hissine rağmen müstakbel cumhurbaşkanı yardımcılarının yüzlerinin asıklığı, Sergüzeşt’e lafzen dahi inandırıcılık katamayan bu madde üzerinde girişilen kavga gürültü yüzünden miydi? Bütün gece yüzü gülen tek insan Bay Kemal’di. (Bu ifadeyi sahiplenmekle meydan okuduğu gün, Kılıçdaroğlu Süper Lig’e çıktı. Adalet Yürüyüşü’nde harcadığı -yaşı gözönüne alınırsa olağanüstü- efora rağmen rakip kaleye sadece başarılı uzaktan şutlar atabilmişti. “Bay Kemal”i sahiplenmek ise kırk metreden doksana takılan fişek oldu.)
Gelelim on iki maddenin can alıcı ayrıntılarına. Üzerinde anlaşılmış ilke metinlerine göre “istişare ve uzlaşıyla” yönetme vaadi -ilk madde, 5., 6., 8., 9. maddeler- zaten masanın “olmasa olmazdık” cinsi tutkalı. Ancak varolan ucûbe rejimin başkana tanıdığı sınırsız yetkiler gözönüne alındığında, onu “istişare”, “danışma” ve “uzlaşı”ya zorunlu kılacak ek düzeneklerin kararlaştırılmadığını görüyoruz.
İkinci maddede, ittifakın ilk kritik kararı önümüze geliyor. Mâlûm, güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmek için anayasa değişiklikleri lazım. Bunların, “genel seçimde ortaya çıkan TBMM yapısının mümkün kıldığı en kısa sürede” tamamlanıp yürürlüğe gireceği belirtiliyor. (Anlamını aşağıda açacağım.) Burada vaat kadar riske de işaret ediliyor. Ya seçim sonucu bu bakımdan tamamen elverişsiz çıkarsa?
Bu soruya cevap aramak için on iki maddelik metnin ötesine uzanmalıyız. Kılıçdaroğlu seçilir, ancak Meclis anayasal değişikliklere elverecek güç dengesine sahip olmazsa neler nasıl gelişir? Kişilik itibarıyla çirkefleşmeyeceğini düşündüren olağanüstü yetkili cumhurbaşkanı mı (Kılıçdaroğlu) Meclis çoğunluğunu kazanmış muhaliflerine dünyayı dar eder, yoksa aksi mi olur? Keyfî yönetimin en dizginsiz haline cevaz veren mevcut başkanlık rejimi öyle bir durumda, muhalefete düşmüş bugünkü sahiplerinin aleyhine mi işler? Böyle bir durumda bizzat Erdoğan ve AKP’nin parlamenter sistem isteyebileceğini düşünenler var ki, onlara “olmaz öyle şey!” demeden, bugüne kadar yaşadıklarımızı gözden geçirmemiz gerekir. Yok, Meclis de anayasal değişiklikleri mümkün kılacak şekilde oluşursa, mutabakat metninden anladığımız, önümüzdeki seçimle gelecek yöneticilerin ve milletvekillerinin değişecek rejimde de -yeniden seçim yapılmaksızın ve şüphesiz yeni rejimin koşullarıyla- konumlarını koruyacağı. On birinci madde zaten bunu açıkça tanımlıyor. Yalnız o arada partili cumhurbaşkanı partisinden istifa edecek.
Bakanlıkların dağılımı için mâkûl ve hakça sayılabilecek yol düşünülmüş: Partiler, aldıkları oy oranında bakanlık alacaklar, ama hesap elvermezse herkesin en az bir bakanı olması garantilenecek.
Öyle anlaşılıyor ki, tehditkâr ihtirasa sahip gözükmeyen, yolsuzluğa bulaşmamış Bay Kemal’in kişiliği, biraz da mecburiyetten ucu açık bırakılmış konularda müstakbel cumhurbaşkanına öbür parti liderlerinin duyduğu güvenin dayanağı. Kılıçdaroğlu’nun lince mâruz kaldığında bile ağzını bozmayışıyla, bir vakte kadar -elbette içeriğinin de etkisiyle- pısırıklık gibi gözüken, nezaketi elden bırakmama tutumuyla, oluşturulması zor bir ittifakın sigortası olmayı başardığı anlaşılıyor. Aslında bu bile, korku-tehdit-hakaret rejiminden geçilecek yer konusunda iyimserlik yaratabilir.
Lafın ucunu başladığımız yere bağlayacak olursak, Akşener ile -aslında belki onu da dar alanda oyuna mahkûm eden- partisindeki dangıl ırkçı zevatın itibarını, gücünü kıran Sergüzeşt’in hüsranla sonuçlanması, en azından şimdilik, ikinci bir iyimserlik kaynağı sayılabilir.
Atatürk posteri asılmış Saadet Partisi binası önünde toplanan CHP’li kalabalığın coşkun tezahüratı önünde, muhafazakâr partilerin oluşturduğu ittifakın cumhurbaşkanı adayı olduğu ilan edilen, etnik-dinî mahzurlar yüzünden “kazanamaz” addedilmiş mazbut siyasetçi, Ankara Katliamı Türkiye’sinin üretmesi beklenecek mahsûl değildi. Kimbilir, belki bizim gibi aklıevvel okur-yazar tayfasının vereceği -ya da elde onu tatmin edecek aday bulunmadığından vermeyeceği- tek oyun yeryüzünde kapladığı yer hakkında azıcık daha gerçekçi düşünmesinin vakti de gelmiştir.