3 Mart.
Gregoryen takvimine göre, yılın 62. günü. Parantezi de var; artık yıllarda (Şubat bir gün fazla çektiğinde) 63 oluyor. Yılın 303 gün sonra bitiyor.
1883’te Osman Hamdi Bey tarafından (evet doğru bildin, “Kaplumbağa Terbiyecisi”nin ressamı) “Mektebi Sanayii Nefise” kuruluyor. Sonra İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi olacak adı, sonunda da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi. Tanpınar estetik dersi verecek, mesela. Yıllar sonra.
1891’de futbolda penaltı kuralı gelecek. Ne demek penaltı? Top oyundayken, rakip oyuncuya faul ile cezalandırılabilecek on kusurlu hareketten biri (evet doğru hatırladın, eskiden dokuzdu) veya birden fazlası yapıldığında penaltıya hükmedilir. Sonra topun arkasındaki futbolcuyla kaleci karşı karşıya kalır (evet doğru çağrıştın; “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi”ni Ayrıntı basmıştı).
1925’te Şêx Seîd (evet x’i hırıltılı okuyacaksın) ayaklanmasının büyümesini önlemek için İstiklal Mahkemeleri kuruluyor. Döneminde “Genç Hadisesi” diye anılıyor ayaklanma; şimdilerde adı halen Genç olan ilçeye referansla. Şêx Seîd’e bağlı kimseler Diyarbakır’ın Eğil nahiyesine bağlı Pîran köyünde (şimdilerde Dicle ilçesi) arama yapan bir jandarma müfrezesiyle çatışmaya giriyor ve kısa sürede bir ayaklanma çıkıyor.
1931’de İstanbul’da toplanan Berberler Kongresi’nde berber dükkânlarının (evet Zarifoğlu’nun o dizesinde “banka dükkânları” denir) cuma günleri tatil edilmesi kararlaştırılıyor.
1955’te Elvis Presley ilk kez televizyonda görünüyor (evet sonradan kısaca “Kral” diyecekler ona).
1989’da Kadıköy Hal Binası dönüştürülüyor, yerine Haldun Taner Tiyatrosu açılıyor (evet, “Şişhane’de Yağmur Yağıyordu” senin de dediğin gibi müthiş bir kitaptır).
1994’te “Öğretim Elemanları Sendikası” kuruluyor (evet senin de içlendiğin gibi, bugünlerde ne kadar az sendika adı duyduğumuz ortada bir soru olarak duruyor).
1982’de Georges Perec ölüyor. Bütün hayatı Paris’te geçiyor. Üşenmeyip ya da çok üşenip “Uyuyan Adam”ı yazıyor. Sakalını uzatıyor, kimi objektiflere gülümsüyor, babasını henüz üç yaşında kaybediyor. “Şeyler”in bir ilk kitap oluşuna kimse inanamıyor.
1995’te şair Mustafa Irgat İstanbul’da ölüyor. “Sonu Zor”u ölümünden sonra Ahmet Güntan yayına hazırlıyor. Sinema yazıları öldüğü sene, “Duhuldeki Deney” adıyla çıkıyor. Ece Ayhan’la ahbaplık ediyor.
2009’da Yusuf Hayaloğlu İstanbul’da ölüyor. Meğer Ovacık doğumlu Hayaloğlu’ndan soyadı gibi bir sada kalıyor dünyaya.
2013’te Müslüm Gürses İstanbul’da ölüyor. Kimi insanlar “Biraz daha Urfa türküsü söylese fena mı olurdu?” diye dövünüyor. Ardından kalan kimi evlatları Teşvikiye efradını dehşete düşüren sloganlar atarak onu mezara uğurluyor o gün.
2004’te ne oluyor? Bunu ansiklopediler yazmıyor. 3 Mart 2004’te, Mardin Kızıltepe’de, Kızıltepe Anadolu Lisesi’nin edebiyat öğretmeni sabahın erken saatlerinde çarşının ortasında (burada senin aklına “Demirciler Çarşısı Cinayeti” gelsin) katlediliyor. Erdal Hoca olsa, onunla buradaki bütün maddeleri konuşabilirdik mesela. Mesela estetik dersi veren Tanpınar’ı konuşurduk (Erdal Hoca’nın “Huzur”u ne kadar çok sevdiği günün anısı). Mesela onun Fenerbahçeliliğini konuşurduk, gıcık olduğumu bilir ama üstüme gelmezdi. Mesela Pîran’dan Diyarbakır’a sıçrar, onun lise günlerini, Ergani Anadolu Öğretmen Lisesi’ni ve Erganili şair (onun çok sevdiği o şairi) Sezai Karakoç’u konuşurduk. Mesela berber dükkânlarını, Zarifoğlu’nun o dizede neden “banka dükkânları” dediğini, saçına gösterdiği özeni, her sabah ısrarla taramasını, kimi insanların en belirgin tikinin saçını arkaya atmak olduğunu konuşurduk. Mesela Elvis Presley üzerinden, müzikle mesafesini, aslında bir dönem gitar çalmak için uğraştığını ama erken sıkıldığı için pişman olduğunu konuşurduk. Mesela çok sevdiği Kadıköy’ü konuşurduk: Haldun Taner’in önünde beklediği arkadaşlarını, İstanbul’da çıkardıkları dergileri, evet o yurdun yangın merdiveninde kederli kederli Boğaz’a baktığı günleri bile konuşurduk. Mesela, akademide kalmama sebebinin annesini özlemek olduğunu, memleketine döndüğünü, o evde yaşamayı istediğini, kitaplarının bazılarını taşıyamadığını konuşurduk kitaplığının önünde. Mesela, Perec’i konuşurduk ona ilk defa bir yazar tavsiye edebilmenin saadetini içimde duyarak. Mesela Ece Ayhan’ı konuşurduk; ezberinden birkaç dizesini söyleyiverirdi hemen. Mesela, Yusuf Hayaloğlu’nun şiirlerinden bestelenmiş şarkıları ve illa ki Müslüm Gürses’i konuşurduk.
Ama on üç yıldır konuşamıyoruz. Erdal Can on üç yıldır, onunla konuşabileceğimiz bir yerde değil. On üç yıl. İki hece.