Bu ülkede uzunca bir süredir ölçüsüzlüğün, fütursuzluğun çok
özel, hayli gelişmiş örneklerine şahit olundu. Artık öyle bir
noktaya gelindi ki, “bundan daha fazla ne olabilir?” sorusu bile
gayet makul bulunmaya başlandı. Fakat gerilim üretmek ve her türden
pervasızlık için ayakların ereceği bir dip noktasına hâlâ inilmemiş
olduğu anlaşılıyor. Belki de öyle bir dip zaten kalmamıştır. Her
şeyin daha beteri bulunuyor, söyleniyor ve uygulanıyor. Hep daha
fazlasının tahayyülü zorlanıyor.
Önce bu ülkede yaşayan insanların bir kısmının millet, diğer
kısmının ise itaate mecbur kalabalık muamelesi görmesi
normalleştirildi. Sonra “itaat zaafı” gösterenlerin ödeyeceği
fatura, seçilen örnekler üzerinden açık seçik ortaya kondu. Bu
kabullendirme sürecinde müracaat edilen araçlarda kitabına uygunluk
aranmayacağı anlaşıldı. Zorlama “ikna edicilik” ve normalleştirme
için, ölçüsüzlüğün sınırları olağanüstü genişlik kazanmaya
başladı.
Varılan noktaya bir bakalım. Ülkenin Cumhurbaşkanı, hukuk
reformundan bahsederken “yargı bağımsız” dedikten hemen sonra,
başlıyor “şu terörist, bu terörist” diye saymaya. İktidarın diğer
ortağı, muhalefet liderleri hakkında tahkikat komisyonu kuruyor,
parti kapatma “fezlekesi” yayınlıyor. Mafya eliyle yapılan
tehditleri arkalamakta bir sakınca görmüyor. Aynı partinin bir
başka yöneticisi, bir grup siyasinin “itlafının” gerektiğinden
bahsediyor.
Meclise hesap vermek için gelen atanmış memurlar,
milletvekillerine her türlü hakaretin eşliğinde parmaklarını
sallayıp ayar veriyor. Yoksulluğun yok sayılması, yolsuzluğun
görülmemesi için en utandırıcı örnekler büyük bir rahatlıkla
sergileniyor. Kuru ekmekten başkasını yiyemeyenlere “o zaman aç
değiller” diyenler, bakan adı geçen bütün soruşturma haberlerine
yasak getirenler sıradan vaka oluyor. Herkesin sahip olduğu
hakların yerini, izne ve isme bağlı haklar alıyor.
Bütün bu gelişmelerin, yaratılan sistemle, otoriterliğin
ulaştığı seviyeyle, bunu var eden koşullarla, kurum-kavramların
etkisizleştirilmesiyle ve daha pek çok süreçle beslenen karmaşık
bir işleyişi var. Böyle şeylerin mümkün olabilmesi, yapılabilmesi
hatta giderek artan biçimde önümüze gelmesi hakkında iktisadi,
siyasi, toplumsal hatta kültürel çok sayıda neden ileri sürmek,
hepsi hakkında saatlerce tartışmak mümkün.
Fütursuzluk yapabilmenin çok kuvvetli bir psikolojik ayağı
olduğunu da görmek gerek. Bütün bunları yapanların, yaptıklarında
başlarına bir şey gelmeyeceğine veya kolay atlatılabileceğine
ilişkin inançları fazlasıyla güçlü. Elbette yapılanların karşısında
yer alanlar ve hatta mağdurlar tarafından, bir umutsuzluk kaynağı
olarak bu inancın kabul görmesi de çok önemli. Şartlar veya
imkanlardan çok daha fazlasını sağlayan psikolojik kaldıraç,
pervasızlığın en güçlü kaynağı.
Son günlerde -yine kadınların gayretiyle- önemli bir gündem
başlığı haline gelen taciz ve ifşa tartışmalarında tanık olduğumuz
duruma benziyor hadise. Eğer birileri yaptıkları nedeniyle
başlarına bir şey gelmeyeceğine, gelse bile bunun kolay
atlatılabilir olduğuna inanıyorlarsa, onları durdurmak mümkün
olmadığı gibi değişmeleri için bir neden de ortaya çıkmıyor. Bu
yüzden, kötülüklerin sadece ifşası değil, ifşanın bir sonucu,
yapılanların bir bedeli olacağının görülmesi, gösterilmesi çok daha
önemli hale geliyor.
Caydırıcılık, yazılı veya sözlü kurallarda yanlışın iyi tarif
edilmesinden, suçun iyi tanımlanmış olmasından çok, bunun sahici
bir bedeli olduğunun anlaşılmasıyla ilgili. Kötülükle mücadele
cesaretinin sürebilmesinin anahtarı da burada zaten. Kötü şeyler
yapanların, yaptıklarının mesele edilmekten vazgeçilmeyeceğini ve
ellerindeki bütün imkanlara (alışkanlıklara) rağmen bu eşiği
“bedelsiz” geçemeyeceklerini, bedeli ölçtükleri tartıların
değişebileceğini anlamaları, “bedeli” cezadan fazla ve derin yapan
şey.
Ceza sistemi, -hukuk sembolü olarak terazinin seçilmesinden de
anlaşılacağı üzere- kaçınılmaz olarak ölçülebilir ve hesaplanabilir
sınırları işaret ediyor. Elbette uygulamadaki “cezasızlık”,
“keyfilik” ve “hile” yoluyla bu terazinin “doğru” tartması
–gerçekte gözleri bağlı bir kadının elinde olmadığı için- son
derece sorunlu. Ancak kötülük, suç ve hatta yanlışlıklarla ilişkili
olarak ödenecek “bedelin”, tartılabilir ve hesaplanabilir cezadan
fazla –hatta cezasızlık barajına rağmen- sonuç yaratabilmesi,
öznelerin de terazinin de değiştirilmesiyle mümkün.
İktidar sahipleri, belirli bir zaman aralığında, şartların
sağladığı imkanlarla ve yaratılmış özel zeminle kendileri için
konforlu bir alan yaratabiliyor; zarar görmeyecekleri,
hesaplanabilir, “günün sonunda” kârlı çıkabilecekleri bir terazi
kurabiliyorlar. Benzerleriyle kurdukları tahterevallilerdeki
“yaptırımları”, “acımadı ki acımadı ki” diye karşılayabiliyor,
aldıkları beleş desteklerle hesaplanabilir ve yönetilebilir
kılıyorlar.
Cumhurbaşkanı'nın yalnız kendisi değil çalışanlarına bile,
gözünün üzerinde kaşın var diyen evinden alınırken; itlaf çağrısı
yapanlar, tehdit savuranlar dava arkadaşlığı sayesinde gayet rahat
uyuyorlar. Bakan soruşturuluyor haberi kişilik hakkı gerekçesiyle
yasaklanırken, Tahir Elçi’nin töreni “terörist cenazesi” diye
etiketleniyor. Doğruları söylemek yargılanırken, gerçekleri
saklayarak hayatlar riske sokuluyor. Bir taraftan en yakıcı
sorunlar yok sayılıp dile getirenlerle alay ediliyor, diğer yandan
en palavra dertler hayati meseleler haline getiriliyor.
Bu tablonun nasıl kurulduğunu, adım adım nasıl ilerletildiğini
hep beraber izledik. Yapılabildiği için yapılmaya devam edilenlerin
sınırları defalarca aşıldı. Bunları yapanlar daha fazlasını
yapabilme cesaretini, ödeyemeyecekleri bir bedelle
karşılaşmayacaklarına duydukları güvenden alıyor. “Uyku kaçırtacak”
bedel yaratmanın yolu teraziyi, olmazsa da özneyi değiştirmekle
mümkün. Yani ifşanın “söylediniz de ne oldu” diye kullanılmaya
yaramaktan çıkıp bir bedel haline gelmesiyle.
Anketler, alan çalışmaları, en az şeyi anlatmalarına rağmen en
çok ilgiyi gören bilgiler olmaya devam ediyor. Dış politika
meseleleri kayıp-kazanç denklemine oturtularak hesaplanıyor.
Ekonomiye, kontrol edilen rakamlar ve piyasalar penceresinden
bakılıyor. Siyasi süreçler, kısa dönemli sonuçlarla, tartışmalı
terazilerle ölçülmeye devam ettikçe, “bedel” yaratacak özne
zorlanmadıkça, “yapılanların yanlarına kâr kaldığı” fikri diri
kalıyor.
Kadınların taciz-ifşa denkleminde zorladıklarına bakalım. Onlara
söylenen git savcıya şikayet et, davası görülsün varsa suçu
cezasını alsın. Mesele sadece bu teraziye bırakılınca olanı
biliyoruz. Ancak mücadele, bedel ödetecek özneyi genişletince
(yayınevinden okura kadar) ve teraziyi de tartışmaya başlayınca,
“bedel” değişiyor. Benzer bir durum, “git seçimi kazan” terazisine
sıkıştırılan siyaset için de geçerli aslında. Siyaset, hayatın
öğreticiliğine daha çok müracaat etse keşke.