Bazı kesimler Yeni Zelanda saldırısını kendi dini ve siyasi iktidarlarını tahkim etmek için kullanmakta gecikmedi. Oysa dinleri sahiplenip bu dinlerin direksiyonuna geçenlerin varlığı bizatihi sorunun kendisini oluşturuyor.
Bu gibiler kendi dünyevi iktidarlarını kurmak ve sürdürmek için kullandıkları “afyonun” insanlık için en doğru seçim olduğunu yüzyıllar içinde peşlerinden giden kitlelere kabul ettirmekte zorlanmadılar ve Yeni Zelanda örneğinde olduğu gibi her vesilede “kendileri gibi olmayanların ne kadar kötü olduğu” argümanıyla bu pozisyonlarını koruma gayreti içine girdiler. Karşıdakinin fanatizminden söz ederek kendi fanatizmlerini güçlendirmeyi hedeflediler ve büyük oranda başarılı oldular.
Bugün üç büyük dini oluşturan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın kanaat önderlerinin hepsi aynı hastalığa sahiptir. Teofaşizm bu gibilerin varlığı ve yönlendirmesi ile diğer tüm alanlardaki faşizm türlerinde olduğu gibi insanlığı harap etmeye devam ediyor.
Ancak hepsi aynı saiklerle ve hedeflerle hareket eden bu hastalıklı ruh haline sahip olanların arasında “yöntem farkı” var: Yahudilik ve Hıristiyanlık tarih içinde yaşadıkları acı tecrübeler sonrası “savaşmanın ne faydası var?” düşüncesini keşfetmiş ve kendi mensuplarına fanatizmi ve “öteki” ile ölümcül mücadeleyi büyük oranda devletlere bırakmayı öğretmiş. Batı’nın bu mücadele tarzı, siyasi, ekonomik, askeri, kültürel alanlarda elde edilen birikimle 18'inci yüzyılın ortalarından bu yana sürüyor. Yüzyıllardır devam eden birbirleri ile savaş sonrası tarihsel birikim açısından emekleme döneminde sayılabilecek Müslümanlar ise halen birbirlerini öldürmekle, örgütsel ve bireysel takılmakla meşgul.
Bugün İslam dünyasının büyük bölümünde teknoloji, bilim, sanat, edebiyat, şiir, roman, spor, sanatsal müzik yaygınlaşmış, benimsenmiş olmadığı için din (ve üstelik “din sahiplerinin” dayattığı din) insanların sahip olduğu tek değer olarak kalıyor. Müslümanların hemen hepsi bu değere sahip olmakla övünüyor ancak imkan bulanların yaptıklarına baktığınızda “ikiyüzlülük” hemen ortaya çıkıyor: Müslümanların çoğu bulduğu ilk fırsatta “daha iyi bir yaşamın sürdüğü ve her türlü dünyevi özgürlüğün yaşanabildiği” Batı’ya kaçmak istiyor. Geride kalan (yüz) milyonlar ise açlık ve sefalet ile boğuşuyor.
İslam ülkelerinin liderlerinin sahip çıkıyormuş gibi yaptıkları tek değerin din olması da boşuna değil. Emirlerindeki din adamları avama mütevazı yaşamayı öğütlerken “ben sevgili kulu olduğum için Allah bana vermiş” diyerek karun gibi yaşayan ve “öldükten sonra ne olacağımız belli değil” diyerek “carpe diem”in dibine vuran bu iktidar sahipleri petrolü dışarıya dini de içeriye satıyor. Bunu yaparken de Müslümanı Müslümana kırdırıyor, gaz almak için kendi Müslümanlarını Hıristiyanlara saldırtıyor. Yeni Zelanda’da olduğu gibi bir Hıristiyan çıkıp katliam yaparsa bunu da zaten var olan dinsel fanatizmi daha da güçlendirmek için kullanıyor. Tam bir ikiyüzlülük hali.
Müslümanın düşmanı sadece kendi yöneticisi ve din ileri geleni değil. Aynı ikiyüzlülük halini Batı’da devlet yönetenlerin hepsinde görmek mümkün. Yüzyıllar süren kavgadan sonra kendi içinde “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya Kayser’in hakkı Kayser’e” formülünde anlaşan Batı dünyası İslam ve Doğu’da ne kadar fanatik(lik) varsa besliyor, politikaları ile Müslüman halkların sefil olma ve kalma sürecine ortak oluyor. Arap Baharı adı verilen güncel örneğe bakmak yeterli:
Libya’da, Mısır’da, Suriye’de ne kadar fanatik örgüt varsa Batı tarafından desteklendi. Müslüman dünyasında az sayıda olan düşünürler, sanatçılar, şairler, yazarlar, Aleviler, laik Sünniler, Sufiler, Hıristiyanlar, dünyaya soldan bakanlar Batı tarafından desteklenen güruh eli ile hedefe konuldu ve İslam ülkelerinin zaten can çekişmekte olan entelektüel, aydınlıkçı birikimi yok edilmeye çalışıldı.
Bütün bu sefaletin yaşanmasında Arap ve İslam yönetimlerinin ise asıl suçlu olduğu ortada. Kendi halklarını geri bırakmak bir yana Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler Ortadoğu’yu petrol kuyusundan ibaret gören Batı’nın alçakça politikalarının uygulayıcıları oldular.
Mısır’da Müslüman Kardeşler’i iktidara getirmeye çalıştılar. O Mısır ki Arap Baharı sürecinde onlarca Kıpti sadece inançları yüzünden öldürüldü ve birçok kilise ateşe verildi ya da bombalandı. Halen Mısır’ın başkentinde dahi gündüz gözü ile bir kadının yalnız yürüyemediği anlatılır. Batı öylesine ikiyüzlü ki Suriye’deki Hıristiyanların bile kendi desteklediği örgütler eli ile katledilmesine “müdahale gerekçesi oluşturur beklentisi ile” ses çıkarmadı. ABD’nin 2010 dini özgürlükler raporuna göre Suriye dünyada dini özgürlüklerin en iyi yaşandığı ülkelerden biriydi ancak bir yandan yerkürenin her tarafından pompaladıkları teröristlerle diğer yandan ülke içinde yaşattıkları ile bu özgürlük ortamını harap ettiler.
Bugün birçok İslam ülkesinde Hıristiyanların nefes alma hakkı bile yoktur. Ve bu ülkelerin çoğunun yöneticileri Batı’nın sıkı dostudur.
Şimdi hazır Yeni Zelanda malzemesi varken bunu fırsata çevirip “değerlerimize saldırtmayız” söylemi kullanıyorlar. Müslümanların safları sıklaştırmasını istiyorlar. Oysa kendi içlerinde mezhep ayrımı yapan, dinin reforme edilmesi çağrılarına kulak tıkamakla kalmayıp bu gibi istek sahiplerini linç ettiren, her türlü değeri kendi siyasal gelecekleri için malzeme olarak gören de aynı iktidar sahipleridir.
İslam dünyasının dini ve siyasi ileri gelenlerinin de, dinsel fanatizmi bireysel olmaktan çıkarıp devlet eliyle yürüten Hıristiyan ve Musevi dünyasının dini ve siyasi ileri gelenlerinin de tarihi hipokrasinin tarihidir.
Bakmayın “dinler arası diyalog” gösterilerine. Bir Müslüman için Hıristiyan ve Yahudiler, Bir Yahudi için Hıristiyan ve Müslümanlar ve bir Hıristiyan için Yahudi ve Müslümanlar “kafirdir.” İktidarlar bir yandan “hoşgörü şov” yaparken diğer yandan bu düşünceyi sıradan insanın aklına nakşeder.
Dediğimiz gibi Hıristiyan dünyası “akıllı davranarak” kendi içindeki savaşları rafa kaldırmıştır ama İslam bu yönetici ve din adamları ile kendi testeresi olmayı sürdürüyor.
Arap Baharı adı verilen sürecin 900 milyar dolara mal olduğu açıklandı. Bu sadece maddi zarar. Sosyal yıkımın değeri ise ölçülemez. Ama bu sürecin en azından bir faydası olmuş olabilir. Dünyada din adına ortalığı yakıp yıkan insanlık düşmanlarının azımsanmayacak bir kısmı bu savaşta yok oldu. Elbette bitmedi, Yeni Zelanda’da, Paris’te, Belçika’da, Ankara’da, Antep’te yaşananlar sonrası “biz nerede hata yapıyoruz” diye düşünmek yerine bunu kullanmayı düşünen iktidar ve din sahipleri var oldukça da bitmeyecek!
İslam dünyasının “öteki dünyadan” önce “bu dünyada” nasıl hareket etmesi gerektiğini öğrenmesi ve kendi Rönesans'ını gerçekleştirmesi için uzun bir zamana ihtiyaç var. İslam dünyasının Batı’nın kendisine reva gördüğü muamelenin sebebinin kendi içindeki zayıflık ve bunun da sebebinin geri kalmışlık olduğunu, aydınlanma, bilim, sanat olmadan güçlenemeyeceğini, ilerleyemeyeceğini, insanlık içinde eşit duruma gelemeyeceğini anlaması lazım. Bugünkü durum devam ettiği sürece İslam dünyası IŞİD’ler, El Nusralar, Culaniler, Bağdadiler üretmeye, Batı’da ise buna karşılık Breivikler, Tarrantlar ortaya çıkmaya devam edecek.