Bu hafta, 15 Temmuz darbe girişiminin ve hemen ardından ilan edilen 20 Temmuz rejiminin üçüncü yılını idrak ediyoruz. Belki bu üç yıla Hobsbawm’ı biraz maniple ederek Türkiye’nin uzun üç yılı demek daha doğru olur. Çünkü 2016 öncesine giden ve 2019 sonrasına büyük etkileri olacak bir uzun dönemi sert biçimde yaşadık. Dini-siyasi-ticari bir çete biçiminde yapılanan Gülenciler AKP hükümetlerinin desteği ile 2000’li yılların ortalarından darbe gecesine kadar bütün kamu kurumlarında örgütlendiler, kendilerinden olmayanı dışladılar ve birçok usulsüzlük aracılığıyla bu kurumları ele geçirdiler. Hükümet ile aralarındaki ilişkiyi sadece 2010 yılından vereceğim çok kritik birkaç örnek anlatmaya yeter.
2010 YILI: İKİ ÖRNEK
Birincisi 2010 KPSS, yani memuriyete giriş sınavıydı. Gülenci çete soruları çaldı, bunu sınava giren, yıllarını öğretmen olmak için, kamu kurumlarında çalışmak için geçirmiş binlerce insan çok iyi biliyordu. Bugün açılan, sınavdan belli bir puanın üzerinde alan herkesin soruşturulmasından da bunun o gün de bilindiğini biliyoruz. Hükümet o gün olanları geçiştirdi, bir yıl sonraki sınavda ortaya atılan şifreli yanıt anahtarı iddialarını, bugün önce ev hapsine alınan sonra tedbir kaldırılan ÖSYM başkanını savunmak için bizzat kendisi yalanladı. Tabii yerleştirmeler sadece yazılı soruların çalınması ile olmadı. Mülakat adı altındaki kayırma sistemi ile liyakatin değil, cemaat bağının esas olması prensibi sayesinde yazılı sınavları kopya çekmeden geçen gençlere de tarikatlara el açma, kamuya girememe ya da bir biçimde girdiyse hayatını cehenneme çevirme tercihleri sunuldu. Yani devlet içinde başka bir çıkar yapılanması oluşmasında herkesin haberi vardı. Muhalefet, muhalefet etse de buna karşı görevini yeterince yapamadı, fakat iktidar, dönemin her bir hükümeti bu oluşumun yollarını sonuna kadar açtı. 15 Temmuz’un hemen ardından binlerce kişinin hiçbir soruşturma yapmadan kamu görevinden çıkarılması bile iktidarın her şeyden haberi olduğunun açık kanıtı olarak kavranmalıdır.
2010 yılının asıl siyasal gündemi elbette referandumdu. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda değişikliler yapan yasanın zorunlu halkoyuna götürüldüğü sırada yapılan temel propaganda bu açıdan ilginçtir. Darbeler çağının sona ereceği, 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşılacağı, Türkiye’nin demokratikleştirileceği ve tabii darbeci faşist generallerin yargılanacağı. Fethullah Gülen Amerika’dan mezardakilere bile çağrı yapmıştı bu kampanyada Erdoğan’ın yanında durulması için. Elbette başta bu kampanyayı yürütenler olmak üzere herkes referandumun asıl amacının yargının Gülencilerin kontrolüne devredilmesi olduğunu biliyordu. Evet bu oldu. Kampanyayı birlikte yürüttüler, al gülüm ver gülüm hesaplarıyla Türkiye’nin yönünü çevirdiler. Sonucunda darbeciler asla gerçek anlamında yargılanmadı, o dönemin namlı işkencecileri Meclis önüne gelmekte bile direndiler, onlara kimse dokunmadı hatta doksanlardaki halefleri iktidar odaklarına yakın konumlara yerleştirildi. Darbe dönemlerinin sonlanmasının değil bir darbeci odağın oluşturulmasının zemini oluşturuldu referandumla. Yargı, cemaatin kontrolüne tamamen geçtikten sonra da delil yerleştirmeler, gece baskınları, kopya iddianameler ile tanımlanan Türkiye’nin yeni yargılama pratiği de konsolide edilmiş oldu. Bugün birçok boyutu ile sürüyor.
ARA REJİME GİDEN YOL
2010 yılı gündemimizin bu iki önemli olayı belki de darbe girişiminin ardından yaşanan uzun 3 yılın ilk önemli pratikleriydi. 2011’de yeni anayasa yapım süreci adı altında Türkiye’nin anayasasızlaştırılmasının yolları döşendi, partili cumhurbaşkanlığı ve başkanlık sistemi gibi rejime ilişkin konular hızlıca siyasal tartışmanın merkezine oturdu. 2013’ten itibaren Gezi direnişi ile başlayan süreçte ise anayasasızlaşan bir ülkede plebisiter diktatörlüğe giden yolda adımlar hızlandı. 2014’te Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildi, partisi olağanüstü kongreye gitti. Kongrede Cumhurbaşkanı seçilmiş Erdoğan parti başkanı olarak konuştu. Ardından partili cumhurbaşkanlığı tartışmaları gündeme geldi. “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganı anlamını 7 Haziran 2015 gecesi buldu. Erdoğan tek başına iktidarını kaybetti. Ardından çözüm süreci olarak adlandırılan süreç bitirildi, hâlâ aydınlanmayan karanlık cinayetler ile bir çatışma süreci başladı, ardından çok daha yaygın bir çatışma süreci. 1 Kasım seçimlerine bu zor altında gidildi ve seçimde istenen sonuç alındı. 2016’da darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal yukarıda hazırlanan zeminde devlet içinde örgütlenen darbe girişiminde sorumlu odaklara değil bütün muhaliflere yöneldi. Her türlü demokratik zemin 2015 istikşafi görüşmelerinde AKP ve MHP arasında kurulan uzlaşı ile kapatıldı. Bu uzlaşı 2017 referandumunda rejimin değiştirilmesi ile sonlandırıldı. Üç yıldır süren ve devam etmekte olan ara rejim Türkiye’de siyasal İslam ile marjinal milliyetçiliğin ideolojik hattında, ağır ekonomik sömürü düzeninin sürdürülmesi ve iktidarın öznelerinin korunması için ağır bir baskı rejimi olarak ortaya çıktı.
ÇÖLÜN ARDI
2019 Türkiye’si ise bu koşulların üzerine yükseliyor. Baskı rejiminin dayanağını oluşturan plebisitler rejim için artık sürdürülebilir değil. Çünkü kaybetti. Artık plebisiter bir diktatörlük olarak Türkiye’de siyasal rejimi sürdürmek mümkün değil. 7 Haziran’da kurulan geçici hükümette HDP’li bakanların yer almasından duyulan korkunun da etkisiyle getirilen hükümet sistemi ve ittifaklar sistemi de artık sürdürülebilir değil bu nedenle. Elbette neoliberal politikalara bu düzeyde teslim olmuş bir yapının başka araçlar bulabilmesi de. Yani ekonomik krizin ağır yükünün geniş hak kesimlerine yüklenmeye başladığını da biliyoruz. Yaratılan yoksulluk ve işsizliğin sorumluluğunun emperyalizm beni kandırmış diyerek başkasının üzerine atılması da mümkün değil.
Darbe girişimi ve ardından gelen 20 Temmuz ara rejiminin unsurları siyasal, ekonomik, toplumsal ve diplomatik olarak çökerken ülkenin dümenini hâlâ savurmaya devam etmekteler. Uzun üç yılın sonu 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri oldu ama etkileri sürecek.
Açık olan Türkiye’nin önünde büyük bir adalet ve demokrasi mücadelesi olduğu, bunun da bütün bir kamusal alanın yeniden inşasına dönük etik-politik bir stratejiden geçtiği…