Venedik Film Festivali’nden gösterildikten sonra Netflix tarafından satın alınan, Toronto Film Festivali’nde övgü toplayan “Pieces of a Woman”ın öngörülebilirliği hem gücünü hem de güçsüzlüğünü oluşturuyor kanımca.
Ayrıca üzerinde durulmayı hak eden giriş bölümündeki plan sekans bitip de ekranda, filmin hemen başında varlığında haberdar olduğumuz köprü inşaatı belirdiğinde iki yakanın bir araya gelişiyle karakterlerimizin serüveni arasında bir bağlantı olduğunu görmek çok da zor olmuyor. Film inşa halindeki köprünün görüntüsüyle başlıyor. Ekranda 17 Eylül yazısı beliriyor ve hikaye, bu görüntünün üzerine bindirilmiş başka tarihlerle atlayarak devam ediyor. Ancak her tarih yazısı çıktığında, köprü inşaatının biraz daha ilerlediğini ve iki yakanın birleşmeye giderek daha da yakınlaştığını görüyoruz. Daha açılış sahnesinde Sean’ın köprüden ilk geçecek kişinin henüz doğmamış çocuğu olacağını söylemesi de, filmin gizli öznesi olan bebeğin finalde bu köprü üzerinde bir biçimiyle var olacağını öngörmemiz için yeterli oluyor.
Martha ve Sean’ın yaşanan trajedinin ardından hastanede konuştukları doktorun bu tür ölümlerin yüzde 70’inde bir neden bulunamadığını söylemesi araya kaynayan bir cümleymiş gibi görünse de finaldeki mahkeme sahnesinin fikri alt yapısını kuruyor. Kimse suçlu değildir çünkü, herkes elinden gelen her şeyi yapmıştır, kimse kötü niyetli değildir, bazı şeylerin olmasının önüne geçemeyiz ve neden olduklarını da anlayamayız. Bununla yaşamak zorundayızdır hepsi bu. Martha’nın annesiyle ve kız kardeşiyle gerilimli olan ilişkilerinin bütün bu olgunlaşma sürecinin ardından onarılacağını ama Sean ile birbirlerine karşı ördükleri duvarın iki yanında savrulmaya devam ederek uzaklaşacaklarını yalnızca bu filmdeki öngörülebilir ipuçlarına bakarak değil, benzer hikayelerin hafızalarımızdaki yerlerini hatırlayarak da söyleyebiliriz.
Öngörülemeyen büyük bir kaybın, birbirlerini şefkatle seven, muhtemelen sonsuza kadar birlikte yaşama hayali kuran iki insanın ama daha çok da kadının hayatını nasıl da alt üst ettiğine dair hikayeler çokça var sinemada. Nanni Moretti'nin "Oğul Odası", John Cameron Mitchell'in "Rabbit Hole" gibi filmleri ilk aklıma gelenler… 2014 tarihli “Beyaz Tanrı” ve üç yıl sonra çektiği “Jupiter holdja” filmleriyle uluslararası şöhret yakalayan Kornél Mundruczó’nun yönettiği filmin senaryosu eşi Kata Wéber’ın deneyimlerinden yola çıkarak kaleme alınmış. 2018’de ülkeleri Polonya’da tiyatro olarak sahnelenen metin, bir kaybın yarattığı trajedinin bu kez de Martha ve Sean üzerindeki etkilerini izlemeye davet ediyor izleyiciyi. Filmin bütün mahareti de yukarıda bahsettiğim öngörülebilirlikler arasındaki tasarımından geliyor.
Birkaç dakikalık giriş sahnesinin ardından, Martha ve Sean’ın evlerinde geçen, genç kadının doğum sancılarının ufak ufak başladığı, bir süre sonra ebe olarak Eva’nın da eve geldiği 22 dakikalık plan sekans filme damga vuruyor. Bu etkileyici giriş her anlamda filmi yukarılara taşıyor. Bir yandan yönetmen Kornél Mundruczó’nun sahneyi tasarlama maharetine, diğer yandan görüntü yönetmeni Benjamin Loeb’in yeteneğine şapka çıkarmak gerekiyor. Ama doğum sancılarıyla başlayan ve büyük bir trajediyle sonuçlanan bu bölümün asıl yıldızı ise Martha’yı canlandıran Vanessa Kirby. Shia LaBeouf (Sean) ve Molly Parker (Ebe) da ona eşlik ediyorlar. Kirby’nin gösterişsiz ama her türlü duyguyu birbiri ardına seyirciye geçirmeye başardığı bu performansıyla birlikte, bu uzun plan sekans filmin bir daha ulaşamayacağı zirve anı oluyor. Haliyle bu kadar zirvede başlayan film, bu sahnenin yarattığı etkinin giderek azaldığı ve ilerleyen süreçte az çok nelerin olabileceğini öngördüğümüz bir biçimde bitiyor.
Vanessa Kirby’nin bir kadının böylesine büyük bir trajedi karşısındaki kayıtsızlığını, hayata karşı nötrleşen hislerini aktarırken filmin bütününe yayılan usta işi bir performans ortaya koyduğunu ve Venedik’te kazandığı en iyi kadın oyuncu ödülünü fazlasıyla hak ettiğini belirtmeden geçmeyelim.