Onikieylül ve şiir

Onikieylül, takvimde üstü çizilmiş günlerden biri olmaktan elbette daha fazlasıdır. Çoktan baskı, zulüm, yağma, talan anlamını kazanmıştır. Artık onikieylül, toplumsal örgünün dağıtıldığı; bireylerin bilincinin uyuşturulduğu, vicdanlara mil çekildiği, farkındalık antenlerinin kırıldığı kırk yılın adıdır...

Abone ol

Başlıklıkta tashih yok. Kırk yıldır yaşadığımız süreci ifade eden kavramı tek sözcük olarak yazmak gerektiği düşüncesine dayanan bir teklif söz konusu…

12 Eylül 1980 bir tarih. Daha önemlisi bir milat. Bu tarih, darbeyle iktidarı ele geçiren askeri cunta tarafından kırk yıl önce başlanan yeni tip faşizmin, baskı, zulüm, yağma, talan düzeninin inşasının ilk adımını da ifade ediyor.

Aradan geçen kırk yıllık süreçte yaşananların, askeri darbenin amacına ve çizdiği rotaya uygun biçimde gerçekleştiğiyse aşikâr. Faşist darbe, yalnızca siyasal iktidarı ve yapıyı değiştiren bir sistem kurmadı; yeni tip baskı, zulüm düzeninin gerektirdiği kültürel dönüşüm için de girişimde bulundu. Kültürel dönüşümün hedeflendiği sanat alanlarından biri de şiirdi. Kırk yıl içinde yaşananları düşününce, olup bitenleri süzünce taşlar açık biçimde yerine oturmakta…

Onikieylül ve şiir üzerine daha önce de yazmıştık. Onikieylül dönemi şiiriyle seksen sonrası ya da seksen kuşağının şiirini birbirinden ayırmak gerektiğini vurgulamıştık. Bu dönemde şiirin melezleştirilmesine ilişkin girişimlere dikkat çekmiştik. Askeri cuntanın yeni faşist düzen kurma amacına uygun kültürel yapılanmasını fark eden ve bu duruma tepki gösteren, karşı tavır alan şairlerle cuntanın girişimini destekleyenleri ayırmak gerektiğine değinmiştik. Dolayısıyla bu süreçte iki ayrı şiir kanalı oluştuğunu düşündüğümüzü dile getirmiştik. Bahsettiğimiz yazıya buradan ulaşılabilir.

Onikieylül karşıtı şairlerin birçoğu genç kuşaktandı. Ama cuntayla uzlaşmayı her halükârda reddeden farklı yaş ve kuşaktan şairler de vardı. Cuntanın yeni tip faşizm uygulamalarına açıkça ve örnek oluşturacak bir tavırla karşı geliyorlardı.

Bu isimlerden biri Gülten Akın oldu. Akın, “42 Gün” başlıklı şiirlerinde çocuğu içeride, işkencede ya da uygulanan şiddete, baskılara karşı direnişte olan annenin dışarıda çektiği acıyı kaydeder. Şairin “Solum Yetmiyor” başlıklı şiirini paylaşıyoruz:

Benim de kollarım bağlı senin kelepçenle

Sağ elim tutmuyor tutmuyor

Yitirdim büyümü, şiirlerim uçtu

Solum yetmiyor

Akın’ın, faşist cuntanın cezaevlerindeki baskılarına karşı başlatılan ve 42 gün süren açlık grevini konu aldığı “42 Gün”de, destansı bir dille şiir ve düzyazıyı iç içe geçirerek örnek bir biçimsellik denediğini de belirtelim.

Gülten Akın gibi Ahmet Oktay da faşist cuntaya ve uygulamalarına tepki gösteren, süreci şiirin odağından eleştiren şairlerdendir. Oktay, “Birahane Longa” adlı uzun yapıtında cuntaya, darbeye ve onikieylüle itirazını açıkça dile getirir. Dışarının şiiridir bu. Şair, dışarıdaki yeni tip faşizm koşullarında yaşanan günlük hayata yönelik eleştirisini şiirin diliyle tarihselleştirir. Şiir ilk kez YAZKO Edebiyat dergisinin 18. sayısında (Nisan 1982) yayımlanır.

“Birahane Longa”, hem darbenin tarihsel arka planını hem yarattığı yıkımı hem de günlük hayata yansımalarını eleştirel pespektiften şiirleştirmesiyle önemlidir. Hesabı hâlâ açık olan, onikieylülle bir erken hesaplaşma şiiridir aynı zamanda.

Geçen kırk yılda onikieylül karşıtı çok şiir yazıldı. Ama Gülten Akın’ın “42 Gün”ü gibi onikieylülü erken dönemde nedenleri ve sonuçlarıyla resmeden, eleştiren ve tarihselleştiren Ahmet Oktay’ın “Birahane Longa”sının yeri ayrıdır diyebiliriz.

“Birahane Longa”, şairin çağına tanıklığı, toplumsal sorumluluğu gibi tartışmalara da aslında bir karşılık gibidir. Öte yandan, şiirin güncelle olan ilişkisi, yaşama yaklaşımı, tepkisi açısından da yol gösterici olarak değerlendirilebilir.

Sözü daha fazla uzatmadan Ahmet Oktay’ın onikieylülün yarattığı “dışarının” temel şiiri olarak nitelenmeyi hak eden “Birahane Longa” şiirini ele alalım. Tamamını aktarmamıza elvermeyen hayli uzun bu şiirden bölümler paylaşıyoruz:

Cızırdıyor gramofon yüreğim:

“her işlik bir mezbahadır

zaman da kemik sesleri çıkarır”

diyen adı çaprazlanmış

ve sımsıkı dosyalanmış birinin

ve körelmiş bir parkın anısıyla;

nice tarih yazıldı kuytularında

tüze’nin ve aktöre’nin ırzına geçtiği tarihler:

orda sunuldu cumhura

bileklerinden Dolapdere’nin karasını ve Gülhane’nin

irinli güzlerini -etin yırtılış acısıyla geliyor her güz-

ve akşam söyleşilerini akıtan bir Şorolo heykeli

ve teybinde hâlâ ilenen “Orhan ağbi”sinin sesiyle otelin

gölgeliğine gömülen

beton, alüminyum ve cam gölgeliğe

gömülen mevsimlik bir Erzurumlu’nun geçmişin tepilmiş

patikaları ve ekşimiş han odalarıyla inildeyen son fotografisi;

orda enselendi “yarınlarımız”

marlboro ve kızlık sunarken

cumhura

Bayım açık bırakılmış bir musluk

var da sanki şuramda

akıp geçti Dicle’nin çıbanlı ikindileri, taş yapıların hâlâ

üstünden sızan yalnızlık nemi

Bir gömütlük anısıyla seyrettim Öğretmenler Odası’nın

penceresinden

bir eğe sesiyle yağan karı

gelip gitti ağır gurbet kokusuyla tabutlar

şu kırık tozlu aynada da

göz göze geldiğim şimdi

parçalanmış bir suret

ben toz edildim genelgelerle

her salgından bir parça bulaştı üstüme, kıl

çadırların önünde dövün en ağlayıcıların

haykırışlarıyla yırtıldım

felç geldi dilime

yıllarca bir mektup bile yazmadım,her zaman da öğrenemiyor insan söylendiği gibi - ah kızaran

yaprakların gürültüsüyle fırladım bir öğle sonu içimde titreyip duran bir akrep

camsız bir penceresin sen diye haykırdım karıma

ve orda akıp gitti anlatacaklarımın sözcükleri

ve anlatacak bir şey yoksa eğer

katilini de ardında gezdiriyor yürek

her beden gibi

bu tezgâh-siper’ in ardında şimdi

yitip gittiğim insan cangılının

karanlık göz çukurlarından başım dönerek

duydunuz mu bilmem Bedevi Çardak Zindanı’nı

çok eskilere dayanıyor körleştirmenin tarihi ve hiç

geçmiyor mu zaman?

orda çalışırdı en ünlü mil çekme ustaları

gerek yok bakmaya, baksan da ön yüzü

görüyoruz zaten-kıpırtılarla deviniyorum

artık, sesle

yeni bir satırbaşıdır her ses

işte kırılan bir bardak sesi

Ben de sıçrıyorum uyuduğum banktan ilk

tramvayların gürültüsüyle

salepçinin önünde kuyruk olmuş gece esnafı

doktor Fikret bana bakıyor o sıra evinden kaçmış

ama hangi zamanda

alnında kapkara bir şiir başlığı

adıyor daha önceki bir zamanda Şizofreni adlı kitabını;

“Bu monografi şizofreni dünyasında yaşayanlara ithaf

edilmiştir”, sayfayı çevirince de

okuduklarım şunlar

ama hangi zamanda;

“şizofreniğin başka kimselerden farkı hayat

olaylarına yabancı kalışıdır. Yabancı ve yalnız

olduğunu farkeden şizofrenik mümkün olduğu kadar

başkalarından uzak kalarak kendi âleminde

yaşamaya çalışır”

kalabalıklar olarak yalnız insan

birahane gürültüsü olarak

ve yapraktan bir anıt dikiyor ona park

(…)

yollar

ben Ziganalardan uçurumlara doğru işedim

Düzce'den Van'a her şoför kahvesinde

fotoğrafım var

bütün genelevlerde iş tuttum

sade kamyonculara mı özgü bu yalnızlık

belki asıl ölümle sözleşmeliyiz de ondan

düş diyeceksin alt tarafı yine de korkutuyor bir

çeşme başının serinliği var içimde

akşam arkadaş

insana acı veriyor bazan

düpedüz acı

diyorum ki

Mayıs günlerinden kalma ama hangi zamanda

“musluğu açık bıraktık” diyor ağzı dağılmadan önce

kadının sesi

ey Zaman

ilerledikçe berinin gömütlüğüne varıyorsun

yumuşayıp da yaprak sürdüğünde incir dalı

yazdır:

şezlonga uzanmış kestiriyorsun dutun

gölgeliğinde baba,

hücrelerin kemirilmiyor henüz, bombalanmış

kahveleri görmedin,

düşlerine girmedi işkence edilmiş hiç bir ceset

fesleğen saksısına uzanırken yaşamdan

öç almanın mantığıyla taşıllaşıp kalkmadı elin

Ah hükmü verildi herkesin

söz daha ne kadar yenilecek tarihe

normalleştirilmiş bir cinnetin gözlerini takındık

bu üzünçlerin “mavi çek”i kimde

“ak kart”ı kimde bu işsizliklerin

ne banker ne üstübeç silebiliyor yazıyı

yaşıyor acılar

Bayım

boğazlıyor bahçeleri inşaatçı deyyuslar

bir ayin sesi var her yerde

bu bize kalan

leyleklerin düzüldüğü bir yurtluk: Körlüğün

göz çukuru kendi içine doğru kanayan

ey bize hiç bir şey sormayan

sür bu gülü sür içimden

koşturmaya çalışan bu tek bacaklı mevsimi kanırt

umudu terk eden kurtulacaktır

ancak zamanıyla bakışan kurtulacaktır

konuşmayı yeniden bulan kurtulacaktır

(…)

Yasın da gizli bir dili var

çoğaltılıyor

iskelelerde bile

tıkış tıkış trenlerde bile

televizyonlarda bile

göz göze gelirken Ceyarla

içi emaye gırtlağım

ünlüyor son bir kıvranışla;

öldürüldüm

Bu arada, Varlık dergisinin “Ahmet Oktay: Birahane Longa - 12 Eylül’de Kapitalizm ve Şizofreni Gerilimi” (Aralık 2009) başlıklı Yücel Kayıran’ın hazırladığı dosyada yer alan Doğan Hızlan, Doğan Özlem, Oğuz Demiralp ve Nilay Özer’in yazılarıyla birlikte Metin Cengiz’in şiiri değerlendiren çözümleyici incelemesine de dikkat çekmek isteriz.

Onikieylül, takvimde üstü çizilmiş günlerden biri olmaktan elbette daha fazlasıdır. Çoktan baskı, zulüm, yağma, talan anlamını kazanmıştır. Artık onikieylül, toplumsal örgünün dağıtıldığı; bireylerin bilincinin uyuşturulduğu, vicdanlara mil çekildiği, farkındalık antenlerinin kırıldığı kırk yılın adıdır. Genel olarak bakıldığında tam da cuntanın hedeflediği gibi egosu şişirilmiş, bencilliği arttırılmış, özgüveni düşürülmüş, korkuyla sindirilmiş insan teklerinden müteşekkil bir yığın oluşturulduğu görülüyor. Birey olmanın üstünün karalandığı, öznenin iptal edildiği, öznelliğin adeta suça dönüştüğü, sürüselliğin biçimlendirdiği ilişkilere dayanan ve ekran çağında iletişimsizliğin geçerli olduğu bir sistem söz konusu.

Faşist cuntanın kırkıncı yılını yeni e dergisi için değerlendiren Aydın Çubukçu, “Bugün yaşananlar, 12 Eylül rejiminin tamamlanması, mükemmel ve ‘yıkılmaz’ hale getirilme çabasının sonuçlarından başka bir şey değildir” diyor.

Tanıl Bora da yeni çıkan derleme kitabı '40 Yıl 12 Eylül'ün sunuşunda, “12 Eylül kalıcı ve kalın bir tortu bıraktı. Bir bakıma genişleyerek devam etti, ediyor. Onun için, unutulmamalı” vurgusunu yapıyor.

Unutmamak, hesaplaşmak için kapıyı açık tutmaktır. Aslolan değiştirmektir elbette.

Bugüne kadar o kapıyı açık tutacak şairler de oldu, şiirler de yazıldı. Ancak şairin de, şiirin de onikieylülle olan hesabı hâlâ bitmiş değildir... Şiirlerin de bize söylediği budur…