Onların iPhone'u varsa bizim 'römorklarımız' var

Bilişimin temeline yerleştiği teknolojik yeniliklerle ilişkimiz, AKP döneminin ikinci yarısından itibaren “hikmetine fazla şey yapmamak lazım” durumuna geldi. 2008 verileri Ar-Ge ve yenilik kapasitesinin en güçlü olduğu alanın “Motorlu kara taşıtı ve römorklar imalatı” olduğunu ortaya koyuyordu. On yıl sonra ise 14 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan “ABD'nin elektronik ürünlerine boykot uygulayacağız” müjdesini verdi.

Funda Başaran fundabasarano@gmail.com

Bugünlerde aklıma sık sık Solanas’ın “Uyuyan Arjantin” filmi geliyor. 2010 yılında yapılan film, Arjantin’in yaratıcı ve bilimsel potansiyelini ve bu potansiyelin neo-liberalizmin yarattığı eşitsizlikler dünyasında nasıl da uyumaya bırakıldığını, unutturulduğunu anlatıyor. Sonunda ise kültürel ve bilimsel olarak gelişmiş bir toplum inşa etmek uğruna çabalamış tüm isimsiz işçilere, mühendislere, bilim insanlarına ve gençlere adıyor Solanas filmi.

Türkiye için de aynı izleği takip eden bir belgesel yapmak hiç zor değil aslında. Bazı noktalarda hikaye çok benzer nitelikler taşıyor. Yapısal sorunlara eğilmek yerine, gündelik ve geçici çözümler üretilmesi, zaman içerisinde temel eğitim sisteminin çökertilmesi, bilimsel gelişmenin temel bileşeni olan üniversitelerin deyim yerindeyse yıkıntıya çevrilmesi, dönem dönem açığa çıkan kendi kaynaklarına dayalı bilim, sanayi, teknoloji geliştirme çabalarının yönetenler tarafından baltalanması, en iyi ihtimalle görmezden gelinmesi, teknoloji üreten ve teknolojik yenilikler konusunda potansiyel içeren işletmelerin dağıtılması, üretim tesislerinin özelleştirilmesi, bilim insanlarının bilimsel üretimlerini sürdürebilmek için ülke dışına çıkmak zorunda kalması süreçleri belli bir noktaya kadar aynı görünüyor. Ancak tüm bu izleğin sonunda Solanas bir “Uyuyan Arjantin” benzetmesine başvurabilse de, filmin Türkiye versiyonunda öyle uyuyan ve gün gelip uyanacak bir şeylerden bahsetme olanağı bugünden bakınca görünmüyor.

Türkiye’de 1960’larda ithal ikameci sanayileşme politikalarına eşlik eden TÜBİTAK ve bazı teknoloji araştırma kurumlarının kurulması ve özellikle kamu kuruluşları ve üniversitelerde temel araştırmanın geliştirilmesine öncelik verilmesi gibi görünümler, yurtdışına eğitim için gönderilen uzman ve araştırmacılar, belli bir dönem boyunca planlı bir ekonominin ve sanayileşmeye verilen önemin kanıtlarıydı. 1960’lı ve 1970’li yıllarda bu görünümlerin ortaya çıkmasına neden olan bilim ve teknoloji alanında izlenen ana politikanın toplumsal fayda yaratma ve gelişme açısından herhangi bir öncelik gözetmediği açık olsa da, aynı dönemde PTT Araştırma Laboratuarı, NETAŞ, Teletaş ve Aselsan’ın kurulması, enformasyon toplumu tezlerinin yükseldiği ve dolayısıyla da iletişim cihazlarının gelişmiş ülkelerde asıl teknolojik gelişme alanı olarak belirlendiği önemli bir tarihsel momentte Türkiye’yi bir teknolojik sıçrama için hazır hale getiriyordu. İşte Türkiye hikayesinin buraya kadarı, bu teknolojik gelişme potansiyeli yanında, krizler, dış borçlar, yükselen sosyalist hareket ve her türlü toplumsal gelişmeyi baskılayan, ülkesini seven ve toplumsal gelişmeyi hedefleyen işçileri, mühendisleri, bilim insanlarını ve gençleri işkence tezgahlarından geçirip, cezaevlerine dolduran darbeler açısından da Arjantin ile büyük bir benzerlik taşıyordu.

Devamında 1980’lerle birlikte devletin sanayi yatırımı yapmaktan vazgeçmesi, eldeki sanayi kuruluşlarının özelleştirilmesine karar verilmesi, dolayısıyla da dünya nüfusunun sadece %15’ini kapsayan bir grup ülke, dünyadaki teknolojik yeniliklerin neredeyse tamamını üretirken, teknolojik yenilik yapma ya da yabancı teknolojileri özümseyip üretim süreçlerinde kullanabilme yeteneğine sahip olmayan, sadece teknoloji tüketen geri kalanlar arasında yer alınması Arjantin ile Türkiye hikayelerinin ortak yanını oluşturuyor. Ama yine de 2000’lerin sonuna dek her iki ülkede de strateji belgeleri hazırlanıyor, teknoloji üretimi hedefleniyor, öncelikli teknoloji alanları belirleniyordu.

İşte Türkiye’nin özgünlüğü bu noktadan sonra başlıyor. Bu özgünlük nasıl adlandırılır bilmiyorum ama en net ifadesini dönemin Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’ın 2011 yılında yapılan bir toplantıda, çevrimiçi bilgi dağıtımı teknolojisi olan bulut sistemi üzerine yaptığı konuşmada buluyor: “Bulut sistemi dedikleri bir şey var, herkes oraya bir şey atıyor gelen oradan işine yarayanı alıyor kullanıyor ben böyle anlıyorum. Sistematik bir şey yok. Abur cubur dolduruyorsun, herkes ihtiyacını oradan alıyor ama hiç de karışmıyor. İstediğini buluyorsun. Bu bilişime fazla kafa yorarsan sıyırırsın, nimetlerinden kullanıp yararlanıp işini göreceksin. Kafayı taktın mı o zaman işin kötü. Çok fazla hikmetine fazla şey yapmamak lazım.”

Bilişimin temeline yerleştiği teknolojik yeniliklerle ülkenin kurduğu ilişki, AKP döneminin ikinci yarısından itibaren işte tam da “hikmetine fazla şey yapmamak lazım” durumuna geldi. Şükürler olsun ki iki yılda bir cep telefonlarımızı değiştiriyor, son model kişisel bilgisayarlarımızla internette sörf yapıyoruz. Her ne kadar Türk Telekom’un batırılmasına engel olamamışsak da internet bağlantımız mükemmel, bazı sitelere erişemiyor olsak da dünyada sadece bizim cep telefonlarımız 4,5G hızında…Gerisine çok da kafa yorup sonra sıyırmaya ihtiyaç yoktu… Zaten 2010 yılında TÜBİTAK’ın yayınladığı “Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi 2011-2016” belgesi de ülke vizyonunu “Ürettiği bilgi ve geliştirdiği teknolojileri, ülke ve insanlığın yararına yenilikçi ürün, süreç ve hizmetlere dönüştürebilen Türkiye” olarak açıklıyor ve 2008 verilerine göre Ar-Ge ve yenilik kapasitesinin en güçlü olduğu alanın “Motorlu kara taşıtı ve römorklar imalatı” olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı belge bilgi ve iletişim teknolojileri alanında 3 milyar dolarlık ihracata karşılık 12 milyar dolar ithalat yapıldığını da gösteriyordu. 2016 yılının eylem planında motorlu kara taşıtı ve römorklar imalatı alanı hâlâ ülkenin yenilik kapasitesinin en yüksek olduğu alandı. Onu izleyenler ise “Başka yerde sınıflandırılmamış makine ve teçhizat imalatı” ve “Bilgi ve iletişim teknolojileri” alanıydı. İvme kazanılması gereken alanlar ise savunma, uzay, sağlık, enerji, su ve gıda olarak belirlenmişti. TÜBİTAK dökümanları arasında 2016 sonrasına dair strateji, eylem planı falan gibi şeyler bulunmuyor. O yüzden de son durumun ne olduğunu ancak gazete haberlerinden ve siyasilerin yaptığı konuşmalardan takip edebiliyoruz.

Nitekim 14 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan “ABD'nin elektronik ürünlerine boykot uygulayacağız” müjdesini verirken, “Onların iPhone’u varsa öbür tarafta Samsung var. Kendi ülkemize Venüs Vestel var. Biz bunları uygulayacağız” dediğinde Venüs Vestel’den haberdar olduk. Her ne kadar ekran camı ABD’den, işlemcisi ABD’den, grafik kartı ABD’den, pili ABD’den, işletim sistemi ABD’den, LCD ekranı ABD’den olsa da sonuçta bizim. Yani “hikmetine fazla şey” yapmasak da, öyle kafayı yorup sıyırmasak da, gerektiğinde Amerika’nın elektronik ürünlerine boykot uygulayabilir, Samsung o da olmadı Venüs Vestel kullanabiliriz.

Başta dedim ya, Arjantin uyusa da, biz de öyle uyuyan, sonra uyanacak falan bir şey yok.

Tüm yazılarını göster