Leyla ile Mecnun, dönemin kurgu edebiyatı diyebileceğimiz
mesnevi tarzındaki manzum aşk hikâyesi. Türkçede en meşhur örneği
Fuzuli’ye ait olsa da Ali Şir Nevaî tarafından yazılmış 46 bin
beyitlik mesnevi, dilimizde aynı konudaki ilk eser kabul diliyor.
Ve daha ilginci ismin "Leyla vü Mecnun" olarak yaygın kabul
görmesine rağmen eserde sunulan şekliyle hikâyenin asıl adı
"Leyla’nın mecnunu". Yani mecnun özel ad değil zamanın
edebiyatçıları tarafından Leyla isimli kadına/kadınlara âşık olmuş
bir erkek/erkekler için uygun görülmüş sıfat: Çılgın. Leyla ve
Mecnun belli bir edebi türün/anlayışın veya edebi ekolün
dilimizdeki adı desek yeridir. Hemen her dilde pek çok örneği
olduğu gibi Kürtçede Ahmed e Hâni, Mem û Zîn ile ve İngilizcede
William Shakespeare, Romeo ve Julliet ile edebi türün ve tabii ki
toplumsal romantizm algısının şaheserlerini kazandırmış dünya
edebiyatına. Onbeş ve onyedinci yüzyıllar arasında hemen her dilde,
her kültürde benzerine rastlanan trajediler. Tarihin akışına
ilişkin sınıflandırmaya göre tarif etmek gerekirse orta çağdan
çıkılıp yeni çağın şekillendiği zamanlar.
Karşı cinse duyulan aşkın mutsuz sonla bitişini anlatan bu
öyküler neden bu kadar ünlendi ve nasıl olup da handiyse eş zamanlı
denecek öyküler benzer konuda yazılmış? Globalizm her ne kadar
günümüze ait bir kavram olsa da dünya o zamanlar da belli
etkenlerle birbirine yakın akımların şekillendiği bir küreydi.
Salgınlardan çatışmalara, yönetim şekillerine varana kadar
insanlığın üç aşağı beş yukarı benzer değişimler yaşamasına yol
açan bu etkenler arasında genellikle patriyarka gözden kaçırılır.
Belki daha yerinde bir söyleyişle o kadar kaplamıştır ki her
kültürü, her insanı, her toplumu öylesine kuşatmıştır ki ayırdına
varmak herkesin harcı olamamıştır. Zamanın idrak düzeyi nedeniyle
bizler, çoğunluğumuz ya da bu öykülerin trajedi oluşu yüzünden ilgi
uyandırdığını düşünürüz. Çünkü karşı cinse romantik duygular
geliştirmek günün normali kabul edilir. Geçmişin normali dışındaki
olağanüstü denilecek derecede ender öyküler sayıldığı için ilgi
görüp her dile yayılmış olma ihtimali pek az kişi tarafından dile
getirilir.
Pek çok düşünür, tarım devrimiyle başlatır patriyarkanın
şekillenişini ve kurduğu eşitsiz cinsiyet rejimini. Üstün erkek
cinsi ön kabulüyle kadın değersiz, ikincil, zayıf bulunur. Oysa
âşık olmak, karşındakiyle hemhal olmaktır da aynı zamanda. Bir
olmak, denk olmak için güvenmek gerekir. Oysa ikinci sınıf görülen
kadın aynı zamanda patriyarkal öğretiyle kötücüldür de.
Kanamasıyla, doğurganlığıyla gizil güçlere sahip olduğu düşünülen
kadın güvenilmezdir, tekinsizdir. Korkuyla yaklaştığı, ürküten
özellikleri nedeniyle daima baskı altında tutmak gerektiğine
inandığı için ataerkil zihniyetteki erkeklerin, kadına karşı
romantik duygular geliştirmesini beklemek anlamsız olur.
Patriyarkal zihniyetteki erkeklerin tarih boyunca duygusal açlığını
annelerinin dışındaki kadınlara değil hemcinslerine yönelttiğini
sadece tahmin etmiyoruz aynı zamanda pek çok edebi, tarihi eserde
örneklerini buluyoruz. Hem de doğu, batı ayrımı olmadan her
kültürde görülen örneklerle.
Evet, her dinde yasaklanmıştır eşcinsellik ancak hiçbirisinde
önlenemediği gibi en çok da her dinin öğreticileri, öğrencileri ve
eğitim kurumlarıyla özdeşleşmiştir zaman içinde. Manastırlar,
medreseler bundan ari değil maalesef gizlenmeye çalışılsa da. Kadın
ise o üstün erkeğin o kendi biricik soyunu sürdürecek üreme
aracından ibaret. Soyunu garantiye almanın yolu da kadını, her
anlamda hapsetmeye kadar uzanıyor. Hapsetmek için ele geçirmesi,
kolayca ele geçirmesi için de yaşının küçük olması isteniyor. Diğer
erkeye galebe etmenin en emin yolu olarak onun soyuna müdahale
etmesi gerektiğine inanan bu zihniyet tabi ki düşmanın kadınına
tecavüzü de hak bellemiş halde. Zaman içinde değişen patriyarkal
yöntemlere rağmen cinsel saldırının her ülkede en yaygın eril
şiddet biçimlerinden birisi olması bu tecavüz kültürünün derin
kökleriyle ilişkili. Kadın erkek eşitliği anlayışının kurulmaya
başladığı modern zamanlarda ise patriyarkanın bir anda
buharlaştığını, artık hiçbir erkeğin ataerkil zihniyete sahip
olmadığını düşünenler olabilir ancak bu düşüncenin büyük bir
yanılgı olduğu ortada. Patriyarka kadın erkek eşitliği alanında
sadece biraz biçim değiştirdi. Kanun önünde eşitlik fikrine itiraz
edecek “babayiğit” artık pek çok toplumda bulunamaz halde. “Haklar
bakımından eşittir” anlayışıyla mümkün olduğunca kadınların eşitlik
mücadelesi sınırlandırılmaya çalışılıyor ama eşitlik tümüyle inkâr
edilemiyor, ikili cinsiyet rejiminde.
Tuhaftır, dindarların din karşıtlığı ithamıyla itiraz ettiği
modernite ve aydınlanmacı görüş, tüm dinlerin öngördüğü kadın erkek
eşitliğine dayalı cinsiyet rejimini ikame etmekte dinlerden daha
başarılıydı. Aynı zamanda dinlerin öngördüğü biçimde eşcinsellik
karşıtlığı da bir modern fenomen olarak çıktı karşımıza. Devlet ve
aile benzetmeleri, modern ulus devletlerin başta gelen ideolojisine
dönüştü. Eşcinsellik karşıtlığı tek tanrılı dinlerin kutsal
metinleri gibi resmî ideolojileriyle ulus devletlerin de
alametifarikası oluverdi. Karşı cins aşklarına hayretle ve bu
aşkların tekinsizliği anlayışıyla yazılmış Leyla ve Mecnun benzeri
öyküler zaman içinde modernizmin, cinsel yaşam romantizmi
tekleştirmesine yardımcı oldu belli ki. Yalnız modern çağın,
aydınlanmanın yine dinlerin kurmak istediği eşitlik bilincini
şekillendirmedeki başarısını hatırlamak da şart. Sadece öbür
dünyadaki ödül ve cezayı işaret eden dini hükümlerin insan
davranışındaki soyut etkisine karşılık bu dünyada adaletin
sağlanması için geliştirilen hukuk kuralları daha etkili kabul
edelim ki. İnsan hakları hukukunun, ayrımcılık yasağının gelişmesi
bana göre gerçekte hem İslam’ın hem diğer dinlerin özünde var olan
İlahî murat. Fakat patriyarka bütün dinleri, o dinin dindarlarına
tersinden okutuyor. Bu nedenle dinler modernizm ve aydınlanma ile
çatışır halde.
Yarattığı eşitsiz cinsiyet rejimi nedeniyle karşı cinsi üreme,
hemcinsini aşk nesnesi kılan patriyarka, insanlık tarihinin yeni
aşamasında modernizmle kaçınılmaz bir çatışma yaşadı. Yine
modernleşme sürecine giren her toplumun kültürel, edebi eserlerinde
erkeklerin kadınlara âşık olmasını acayip ve tabii ki tekinsiz
bulan örneklere rastlanır. Genç Werther’in Acıları ve Aşk-ı Memnu
gibi, kadınlara âşık olan erkeklerin, kendilerine ve ailelere,
topluma yaşattığı kötü sonlar, o yıllarda “gençlik bozuldu artık
kadınlara âşık oluyorlar” anlayışının edebi yansımaları zannımca.
Eş zamanlı olmasa da yaşanan toplumsal süreçlerin eş değer oluşunu,
modernleşmenin başlamasını gösteren örnekler. Ancak feminist
mücadelenin toplumsal dönüşüme katkısıyla değişen algı kadın erkek
eşitliğine itiraz edemez hale gelmesine rağmen kısıtlayıcı
alışkanlıkları sürdürürken eşcinsellik tamamen bir nefret ögesine
dönüştü modernizmde. Ve bizim gibi modernleşme sürecini
tamamlayamamış toplumlarda var gücüyle hissediliyor hâlâ. Hâlâ
diyorum çünkü tüm insan hakları metinlerine, ayrımcılık yasağını ve
kanun önünde eşitlik ilkesini çok aşarak ötesine geçen, yaşama
egemen eşitlik bilincine itirazın öznesi bugün LGBTİ+ bireyler.
Günümüzde kurumsallaşmış dinin otoriteleri ve bu otoritelere
gönülden bağlı olan katı dindarlar lafa gelince eşcinsellerin
şiddet görmesini istemediklerini söylerler pek çok toplumda ve
bizde de. Dini inançlar ve patriyarka, romantizm ve cinsellik
konusunda tarih boyunca süren ve kendi içinde zıtlıklar oluşturan
çelişkiler yumağı örmüş halde. 17 Haziran günü için düzenlenen
İstanbul Üniversitesi onur pikniği, “Beyazıt Kimin Ayol?” afişiyle
duyuruldu. İstanbul Üniversitesi Eşitlik Topluluğu isimli öğrenci
kulübü ve karşısına “bizim onurumuz bize yeter” bildirisiyle
konuşlanan AK Parti İstanbul Üniversitesi Teşkilatı isimli sosyal
medya hesabıyla çıkan grup çatışıyor. Patriyarkanın tarih boyu
şehvet nesnesi olarak konumlandırdığı LGBTİ+lar, eşit insanlar
olarak onurlu yaşam isteklerini haziran ayında her zamankinden daha
gür sesle duyurmaya çalışıyor malum. Dolayısıyla yılın her
zamanından daha çok duyuyoruz patriyarkanın günümüz
temsilcilerinden eşcinsel karşıtlığını.
Bugün devletin resmî ideolojisini temsil eden Ak Parti
politikasının LGBTİ+ düşmanlığı, pek çok farklı özelliği aynı anda
bünyesinde taşıyor. Tarih bilmezlikten, hak-hukuk tanımazlığa kadar
sayılacak çok şey var. Kurumsallaşmış, otoriterleşmiş dinciliği
savunan bu zihniyetin kapitalistleşmesi herkesin malumu. Ancak
modernleştikleri pek de kabul edilmez hatta fark edilmez bile.
Dinci olarak tabir etmenin yaygınlaştığı dindar grupların LGBTİ+
düşmanlığı, patriyarka ile modernite arasındaki çatışma evresini
yaşamakta olduklarını yani modernleşme sürecine girdiklerini
gösteriyor. İnsan onurunun her insanın kendinde mündemiç olduğu
insan hakları bilincine de erişmelerini dileyelim. Yani gerçekten
inançları gereği karşı çıkıyor olsalar insanı irade ile yaratan
Allah’a güvenir, hükmün O’na ait olduğunu gün gelir hatırlarlar
diye umalım. O’nun yarattığı insanı, insan haklarından soyutlamanın
din ile izah edilmeyeceğini idrak etmeleri için tabii ilkin eşitsiz
cinsiyet rejimini kuran patriarkal zihniyetten kurtulmaları
gerekiyor.
Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim nedeniyle de ayrımcılık
yapılamayacağını belirten, tıpkı kadınlar ve çocuklar gibi tüm
ötekileştirilenlerle birlikte LGBTİ+lara yönelik eril şiddetin de
önlenmesi, mağdurun korunması, failin kovuşturulması ve şiddeti
ortadan kaldırmak için bütüncül politikalar geliştirilmesi
yükümlülüğü getiren İstanbul Sözleşmesi de Haziran’ın konusu malum.
Haziran boyunca Danıştay duruşmaları temel konulardan oldu. Bu
hafta perşembe günü 23 Haziran da yine Danıştay’da olacağız.
Cumhurbaşkanı tarafından verilen hukuksuz çekilme kararının artık
LGBTİ+lara yönelik bu tür saldırıları teşvik ettiği ve kendilerini
iktidar partisiyle isimlendirmekten bile çekinmeyecek kadar
pervasızlaştıkları görülen bu dönemde, hâkimlere Türkiye’nin
geleceğine dair karar vereceklerini hatırlatmaya devam
edilecek.