Matt Damon-Ben Affleck ikilisi "Can Dostum"dan (Good Will
Hunting, 1997) 24 yıl sonra, Eric Jager’in romanını
senaryolaştırmaya karar verdiklerinde bu kadar iyi bir iş ortaya
koyacaklarını düşündüler mi, bilinmez! Ama yazıp yönettiği kadın
hikâyeleriyle tanıdığımız Nicole Holofcener’i de yanlarına alarak
ortaya koydukları senaryo, Ridley Scott’un elinde yılın en iyi
filmlerinden birisine dönüşmüş.
"Son Düello", 14. yüzyıl Fransa’sında yaşanmış gerçek bir
olaydan alıyor ilhamını. Ancak, bugünün erkek egemen dünyasına,
erkek bakış açısının sakatlığına, 'onur'- 'erdem' gibi kavramların
iktidar inşası için kullanılma biçimlerine dair çarpıcı sözler de
söylüyor. Filmin hemen açılışında birbirlerine karşı bilenmiş,
öldürme arzusuyla dolu gördüğümüz iki adam, Jean de Carrouges ve
Jacques Le Gris, yıllarca omuz omuza savaşmış iki dosttur bir
zamanlar. Yüz Yıl Savaşları’nın ortasında birlikte çıktıkları yol,
onları bir süre sonra ayrı düşürüyor. Carrouges, soylu bir aileden
gelmektedir ama eğitimsizdir. İyi savaşçıdır fakat, bu yönüyle
bilinir. Le Gris, alt sınıflardan gelir ama bir biçimde eğitim
görmüştür. Carrouges savaşlara katılıp servetini tüketirken, Le
Gris ülkenin önemli kontralarından Pierre d'Alençon’un mali
işlerine bakmaya başlar. Bu ilişki onu ekonomik olarak güçlü bir
hale getirir.
İkilinin arasındaki küçük gerilimler Carrouges’in Marguerite de
Carrouges ile evlenmesiyle doruğa çıkar. Le Gris, arkadaşının çeyiz
olarak istediği toprağa alır Marguerite’in babasının borcuna
karşılık. Bununla da yetinmez Carrougues’e yakıştıramadığı bu güzel
kadına da göz koyar. Ortaya çıkan gerilim, filmin hemen başında
gördüğümüz ve Fransa tarihine son düello olarak geçen finale kadar
gidecek bir sürecin kapısını aralar. Bütün bu süreçte ise asıl
mağdur bir kadınken bile erkekliğin yücelmenin yollarını aradığı
bir anlatıya davet ediyor bizi film.
"Son Düello"yu bu iki adam ve bir kadının gerçekliklerinden
takip ediyoruz. Akira Kurosawa'nın başyapıtlarından "Raşomon"da
olduğu gibi burada da gerçekliğin üç farklı penceresine götürmek
istiyor bizi filmin yaratıcıları. Orada gerçeğin herkese göre
farklı olabileceği anlatılırken, burada gerçeğin az çok birbirinin
aynı olduğunu ama kimin canının daha çok yanacağının bakış açısına
göre değişeceğini izliyoruz.
Carrouges’in gözünden hikâye biraz cahilliği, çokça hırsları
yüzünden yüksek mertebedekilerin gözünden düşüşünün, hak ettiği
unvanlara ve gelire ulaşamayışının intikamı gibi kuruluyor. Onun
için Marguerite’in başına gelenler kendi onurunu yüceltmek,
kontun/kralın gözüne yeniden girmek ve hak ettiği değeri almaktan
ibaret. Le Gris’in gerçeğinden baktığımızda ise ağzının laf
yapmasıyla, güçlü insanları tanıyor olmasıyla elde ettiği gücün
kibri belirliyor her şeyi. Yakışıklılığının, karizmasının ve
servetinin onu herkes için cezbedici, vazgeçilemez kıldığını
düşünen kendini beğenmiş bir bencilden başkası değil aslında.
Bugün yaşasalar rahatlıkla 'toksik' olarak tanımlanabilecek bu
iki adamın gözünden hikâyeyi izlediğimizde 'erkekliklerini'
yarıştıran iki ergenden başka bir şey görmek mümkün değil. Bütün
meselenin onur, şeref, toprak, namus, güç ve tabii ki iktidardan
ibaret olduğunu gösteriyor bize film onların gözünden. Hatta
Marguerite’nin başına gelenler yüzünden Carrouges’in bu rekabetten
galip çıkmasını istemek bile normal görünüyor. Genç kadının
yaşadıklarının, bu rekabete malzeme edildiğini düşünmeden
edemiyoruz.
Tam da bu noktada bütün hikâyeyi bir de Marguerite’nin gözünden
izlediğimiz final geliyor. Carrouges ile evlenme anından Le Gris’le
tanışmasına. Kaynanasıyla yaşadıklarından, yaşadığı felakete kadar
az önce erkeklerin gözünden bakarken hiç tanık olmadığımız bir
seyir kuruyor Scott. Bu bölüm, filmin önceki anlatısını darmadağın
ettiği gibi, gerçekliği karakterlerin gözünden çıkarıp bir çağa ve
kurumlarına, hatta bugüne bağlayan bir etki yaratıyor. Günlük
hayatın, siyasal düzenin ve hatta mahkemelerin kadınlar söz konusu
olduğunda suçluğu değil, mağduru yargıladığı gerçeğinin
yüzyıllardır değişmediğini görmek çarpıyor yüzümüze. Başka
kadınların gözlerine değerek de anlatıyor bunu bize kamera. Kadının
çağının gerçekliğini aşan cesaretinin değil, onurunu kurtarmak için
dövüşmeyi tercih eden adamların hikâyelerinin önemsendiği bir
dünyayı sokuyor gözümüze film.
Jodie Comer’ın Marguerite’ye ruh üflediği, Matt Damon’un
fiziksel dönüşümünü karakterinin karanlığıyla birleştirdiği, Adam
Driver’ın Le Gris’te döktürdüğü ve inanmazsınız ama kont Pierre
rolünde Ben Affleck’in bile övgüye değer olduğu yılın en iyi
yapımlarından birisi "Son Düello". Affleck ve Damon’un kalemlerine
bir diyeceğimiz yok ama belli ki filmin son bölümünde gözümüzü açan
kadınca dokunuş Nicole Holofcener’e ait. Ve tabii, 84 yaşında
yaşayan en büyük yönetmenlerden birisisi olduğunu bir kez daha
kanıtlayan Ridley Scott’a şapka çıkarmadan geçmeyelim. Onun kadar
isyankâr değil bu film belki ama bir kez daha "Thelma ve Louise"
ruhu üflüyor sinemaya büyük usta.
SON NOT:
Bu yazı ile birlikte yayın hayatına başladığı günden itibaren
beş yılı aşkın bir süredir film eleştirileri, kültür/sanat
sorunları kaleme aldığım Gazete Duvar’daki yazılarıma son
veriyorum. Geride kalan yıllar meslek hayatımda özel bir yere sahip
olacak. Bunca yıl boyunca yoğun özveri ve emekleriyle Duvar’ı
ayakta tutan gazeteci arkadaşlarıma teşekkür etmek istiyorum. Bir
özel teşekkür de editörüm Anıl Mert Özsoy’a. Başka mecralarda
buluşmak umuduyla…