Onur Ünlü ilk 11'ini anlattı
Onur Ünlü anlattı: "Gezegene bakıyorum. Böyle bir yerde kira vermek zorunda kalmak çok saçma."
Ayşe Özlem İnci ayseozleminci@gmail.com
Toprak bir sahadayız. Çengelköy’deki saha geliyor aklıma, sonradan otopark yaptılar. Demek ki Çengelköy’de değiliz. Burayı unutmuşlar herhalde, unutmasalar kalmazdı burası böyle. Kış. "Kar gibi bir şey yağıyor." Biz de bu tribündeki sağlam bulduğumuz plastik banklara oturuyoruz. Biz, dediğim, Onur Ünlü ile… Niye buradayız? Ya sahaya çıkacak futbol oynayacağız ya da tribünde oturup muhabbet edeceğiz. Ayaklarıma bakıyorum, topuklu çizmelerim var. O kadar ki gözümde dev gibi duran Onur Ünlü’nün boyuna yakın bir yerlere çıkmışım. Zor, oynanılmaz böyle. Neyse ki "Haydi futbol oynayalım," demiyor. Ama Onur Ünlü bu, diyebilir de…
Madem oturuyoruz, muhabbet edelim istiyorum. Sağ olsun, o da durmuş yanımda başında ayı şapkasıyla sahaya bakıyor. Maç filan oynanacak herhalde birazdan, onu bekliyor. Her an yanımdan kalkıp başka tarafa depar atabilir diye paniğe kapılıyorum. Ben kendisine bakıyorum, o sahaya bakıyor. Sıkılsın istemiyorum. Futbol oynamış çocukluğunda ve gençliğinde. Takım sporu dediğin, adı üstünde, takım sporu. Uyum gerektirir. Doğru iletişim gerektirir. Acaba, diyorum, futbol oynamış olmasının yönetmenliğinin üstünde tesiri olmuş mudur? Aklımdakini okumuş gibi başlıyor anlatmaya.
'TAKIMDAKİ O YETENEKLİ BÜCÜR BENDİM'
"Ben bunu düşündüm evet, olmuştur. Hatta ben bunu düşünmüştüm, ama hiç bu konu açılmamıştı. Takımdayken -kendinden öyle bahsedilmez ama- çok yetenekli bir bücür vardır ya takımlarda, o bendim. Dolayısıyla yaşça küçük olmama rağmen takımın kaptanlığını yapardım. O zamanda tuhaf bir şekilde sözüm dinlenirdi. Çocuk, çocuğa bunu yaptırmaz ama sen gir, sen çık, demek gibi bir yetkim vardı. Çocukluk ve neredeyse ergenlik yaşlarımda böyleydi. Çok iddialı mahalle maçları yapılırdı. Ciddi maçlardı bunlar. Sonra basketbol, voleybol da oynadım. Hoşuma gidiyordu. İnsanlarla birlikte iş yapmayı o yaşlardan beri seviyorum. Güveniyorum da. İnsanlar genelde güvenmezler. Çünkü kendilerine de güvenmezler. Benim hiçbir zaman kendimle ilgili bir güven problemim olmadı. İnsanlara da güvendim, kendileri isterlerse onlar da bana güvenir ve ortaya takım çıkar. Bu durumun gerçekten de işleri yaparken bir yönetmen olarak ne kadar işime dahil olduğunu gördüm" diyor Onur Ünlü.
O sırada kalenin yırtık filesinin içinden kara kedi geçip sahaya giriyor. Daha önce çok kafa yorduğum gol mevzusu aklıma geliyor. Sizce kalecinin kapattığı köşeden mi yoksa ters köşesinden mi gol atmak daha zordur, diye soruyorum. Mesela bana göre kalecinin kapattığı köşeden gol atmak sağlam bir teknik gerektirir, bir söyleşinizde dramatik çatışma ve trajik çatışmadan bahsetmiştiniz. Orada kendimce anladığımı yüzeysel olarak anlatacak olursam: Birisinin kaleciyi ters köşeye yatırması dramatik çatışma, kalecinin kendi kalesine gol atması trajik çatışmadır, diyerek kendisinin vereceği cevabı bilmeden onu ikna etmeye çalışıyorum.
'KALECİNİN KAPATTIĞI KÖŞEYE GOL ATMAK HOŞUMA GİDİYOR'
"Zorlarsak böyle indirgeyebilirsin. Buradaki dramatik çatışma tabii o hep bahsedilen ‘dram’dan gelmiyor. Ama dediğin gibi kalecinin kendi kalesine gol atması trajik çatışmadır. Doğru söylüyorsun, kapattığı köşeye gol atmak daha çok hoşuma gidiyor. Tabii ters köşeye gol atmak da güzel. Benim filmlerde daha çok ne yaptığımı daha önce bu açıdan yani köşe ve gol mevzusu üzerine hiç düşünmemiştim. Düşünmem lazım."
Tribünde sadece bizim oturduğumuz bankların önünde tahta bir masanın durduğunu sonradan fark ediyorum. Mutfak önlüklü bir hanımefendi şu eski moda kristal bardaklarda önümüzdeki masaya çay bırakıp gidiyor. Söz konusu çay olunca, Onur Ünlü’nün bu durumdan haberdar olduğunu düşünüp çay konusunda bir de ben kafa yormak istemiyorum. Çay içiyoruz. Kendisinin şiirleri geliyor aklıma, şiirle ilk temasını merak ediyorum.
"Çocukken çok yoğun antrenmanlar yapardık. Ödevlerimi geceden yapardım antrenmana gidebilmek için. Ben ortaokulu yüksek bir ortalamayla bitirdim. Sakatlanınca zamanımın büyük bir kısmı boş kaldı. Çok faydasını gördüm spor yapmanın. Keşke anlatılabilse çocuklara. Neyse sonra sakatlanınca kitaplara sarmaya başladım, para biriktirip on dört on beş yaşımda daktilo aldım kendime."
‘Çocuk ve spor’a konu gelince, herhalde birazdan altyapı takımlarından birinin maçı var, biz de o maçı bekliyoruz, diye düşünüyorum o an.
Onur Ünlü bir bilse kendisini Ziya Osman Saba’yla çocukken aynı Kuran Kursu’na gitmiş iki arkadaş gibi hayal ettiğimi. Kendisi kursun sonunda hocanın dağıtacağı baklava için oradayken, Saba da ona göre daha farklı hedefleri olduğu için orada gibi. Yetişkinliklerinde kendisi "Resulullahla benim aramdaki farklar," diye durum değerlendirmesi yaparken Saba, Allah’a daha resmi sesleniyor. Böyle bir bağ kurmak istemişim işte zaman içinde. Yine duyuyor beni, nasıl duyuyor bilmiyorum.
"Enteresan, hiç bakmadım, bakacağım," diyor.
HAYAL GÜCÜ SPOR KULÜBÜ
Sahaya kediden başka giren yok. Sanırım altyapı maçı da yok. Saha boş. Biz ‘Hayal Gücü Spor Kulübü” diye bir takım kursak, kadroya şairlerden kimi alırsınız, diye boş sahayı doldurma sorusu soruyorum.
"Turgut Uyar’ı defansın göbeğine koyarım, kaptan yaparım onu, böyle arkadan herkesi topluyor."
Neden, yalnız olduğu için mi? Bu arada siz yalnız mısınız, çok kalabalık duruyorsunuz.
"Yalnızlıktan ne kastediyorsun, film milleti işte hengâme içinde. Aralarda tabii yazarken yalnızımdır. Kendime her zaman yazarken bir alan ve zaman bırakırım. Yakın çevrem de ona özen gösterir. Bana bulaşmazlar, geldi yine haller, diyorlar. Yazarak düşünür, düşünerek yazarım. Kendimce bir akış çıkartırım. Bir haftada senaryo biter. O bir hafta da kimse ellemez beni."
ALİ ATAY'A SENARYO VERİRİM
Masaya yine çaylar geliyor. İçiyoruz. Kendisiyle ilgili “tek” algımdan ötürü olsa gerek birlikte film çekmeyi düşündüğü birinin aklında olup olmadığını merak ediyorum. Yönetmen Taner Elhan’dan bahsediyor. "Doğum gününde bir senaryo hediye etmiştim. Acı Aşk diye çektiği film vardır, o senaryo. Daha da başkasına öyle bir şey yapmadım. Ürettiklerimi paylaşacağım arkadaşlarım var. Mesela Ali Atay film çekmek isterse ona da senaryo verebilirim."
O çayını içerken devam edeyim istiyorum. Arkadaşlarıyla, iş arkadaşlarıyla arasındaki ilişki geliyor aklıma. Duydukları sevgiden bahsedebilirim ama sanki çekiniyorlar da.
'AYAR BOZMADIK BİZ'
"Çekinmek değil de, ayar bozmadık biz. Özel hayatımızda arkadaşız ama sete çıktığımızda o ayarı hiç bozmadık. Zaman zaman birbirine giren o aşırı samimiyet sette herkesin kendi alanına çekilmesiyle öyle orada kalır. Ben yönetmenim ve onlar oyuncu. Bunu bilirler ve mesleki olarak o sınırları kimse aşmaz. İyi işin öyle çıkacağını biliyoruz. Bunu denedik, gördük. Afedersin hiç laçka olmadık. Olacağımızı tahmin ettiğimiz yerlerde mesleki olarak uzaklaştık birbirimizden. Çünkü kaç senedir birlikte yaptığımız işler ve oralardan aldığımız tatlar var. Hiçbirimiz ağzımızın tadı bozulmasın istemeyiz," diye karşılık veriyor merakıma. Takım kurmaya devam ediyoruz.
Kalede kim olur? Siz?
“Yok, o takıma ben giremem. Nazım Hikmet olur kalede.”
Sol kanatta?
“Sigarayı biraz bırakırsa Ahmed Arif olur, o kadar içmemesi lazım. Koşamaz,” diyor. Gülüyor da bunları söylerken.
Sağ kanatta?
“Sağ kanat olmaz benim takımımda. Hep soldan yükleniriz.”
Desteklediği bir takımın olup olmadığını merak ediyorum.
“Kocaelispor ve Saint Pauli. Desteklemek dediğim, uzaktan takip ediyorum işte öyle. Arkadaşımın hediye ettiği Saint Pauli berem var. Geçen gün Kuledibi’nde turist olduğu her halinden belli biri gördü de heyecanlandı, sevindi adam,” dedi. Tebessüm ettim. O çay içiyor, ben de Onur Ünlü’nün başının üstünde yeri olanlara bakıyorum. “Bobo” ismini verdiği ayıcıklı şapkası, Saint Pauli beresi. Efsane gibi bahsedilen “Onur Ünlü Kafası” başının üstünde yeri olan tevazudan oluşan aksesuarlarla da selamlıyor çevreyi. Ne acayip, diye düşünürken, son sözüm ona çağrışım için pas veriyor.
"Yüksek dağların orda çevre yok, der Behçet Necatigil, bak onu koyalım takıma,” diyor.
Takım kurmak bir görev gibi durmasın, diye hazır “Onur Ünlü Kafası” muhabbeti açılmışken diyorum ki; “Polis” filminde bir sahnede Handel’in müziğini duyarken başka bir sahnede Kur’an okunduğuna şahit oluyoruz. Bu bahsedilen kafa işte bunun gibi şeyler sanırım.
'BÜYÜK AKILDAN BESLENDİĞİMİ DÜŞÜNÜYORUM'
"Hepsinden sebepleniyorum. İş yapan her insan birer kaynak. Ortaya bir şey çıkaran insanların toplam büyük akıldan beslendiğini düşünüyorum. Belki de bizim dünyada var olma durumunun bilinç dışından bir şeyler getiriyorlar. Yazan-çizen, resim, müzikle filan uğraşan insanlar. Dolayısıyla onların buraya getirilişi bir yanıyla buraya ait değil gibi. Baktığımızda göremediğimiz şeyleri gösteriyorlar bize. Çok fazlalar. Dolayısıyla bütün o kaynaklardan nasiplenmek, sebeplenmek, beslenmek, ne dersen de, hoşuma gidiyor," diyor. İstiyorum ki ölümden de bahsedelim.
Mesela üreten insanların bazılarının ‘ölüm’le münasebetlerinden. Çok hissizce söylemek gerekirse öbür tarafa gidip gelenlerin sonrasında olan bitene daha başka yerden bakabildiklerinden haberdar olabiliyoruz. Bu durumu nasıl yorumladığını merak ediyorum. Biraz kıvranıyorum tabii hassas mevzu çünkü.
'ÖLÜMÜ ROMANTİKLEŞTİRMİYORUM'
"Öyle bir tecrübem olmadı benim, ama bunu düşündüm. Mesela 1999 Gölcük Depremi’nde İzmit’teydim. Kendim bizzat beş cenazeyi çıkardım. Yirmi yedi yaşındaydım. Oradaki binlerce Gölcüklü, Adapazarlı, Yalovalı gibi. O kadar ceset görünce, ölümle ilgili kaba tabiriyle laçkalaşan bir durum oluyor. Orada tuhaf bir şey oldu. Sadece bana değil, binlerce insana oldu. Ondan sonra daha değişik şeyler oldu. Zaten yirmili yaşlarımın başından beri ölüm mevzusunda takıntılıyım. Kendi ağırlığımca düşünebileceğim her şeyi ölümle ilgili düşündüm. Ama şimdi o kadar düşünmüyorum. Ölüyor insan işte ne yapacaksın. Ölümü romantikleştirmeden ölüm üzerine düşünmenin faydalı olduğunu düşünüyorum."
Buradaki romantik sözcüğü de bana aklımdakiler için bir pas verdi. Aşk ile ilgili soru da soramayacak mıydım…Yani aşık olduğunda mı üretiyor ya da neler ilhamdır kendisi için… İşte bunlar hep vardı aklımda. Çayından bir yudum alıyor. Şu çay denilen şey iyi ki var. Sanki çay olduğu için muhabbet edebiliyoruz. Aklımdakileri geçiştirmeyip anlatıyor.
'BAKTIĞIN HER ŞEY SANA İLHAM VEREBİLİR'
"Her şey olabilir. Sufiler aynayı parlak tutmak lazım derler. Ayna dedikleri kalptir onlar için. Aynayı parlak tutmak lazım. Kötülük yaparsan nefsin kalbinin üstünü kapatırsa ayna kirlenir. Aynayı
parlak tutmak için mümkün olan her koşulda iyi bir insan olmaya çalışmak gerekir ki aynaya zarar gelmesin. İyilik benim için kıstas. O zaman her şeyden ilham alabilirsin. Dünyada her şey eşittir. Zaman zaman kimi şeylerin değeri öne çıkar. Baktığın her şey sana ilham verebilir yani. Vermeli. Vermiyorsa sorun vardır bence. Dünyada bir zeka ortalaması varsa. Herkeste değişik bu durum. Demek ki ondan almış bana vermiş, diyorsun. Para olayı gibi.
Zenginler nasıl sahip olduklarının bir kısmını fakirlerle paylaşmalıysa zeka için de böyle. O yüzden üzerimde bir sorumluk var. Bunun gereğinin yerine getirmem gerekir. Zekanın kendinden fazlasını dünyaya çeşitli şekillerde iade etmen gerekir, işte film yapıyorum ben de,” diyor ve öylece kalıyorum.
Bu Şubat’ın başında İstanbul Modern’deki söyleşisini hatırlıyorum. Kendisine ilk kez orada tanıklık ettim. “Tanıklık etmek” olarak bahsediyorum çünkü kendisi o anda orada, bakış açısıyla başka bir boyut oluşturmuş ve insanların katman katman bu duydukları karşısında kendilerini, Onur Ünlü’nün algısının etrafında konumlandırabildiklerini görmüştüm. Oradaki söyleşide de bu algıya benzer bir şeyden bahsetmişti:
"Gezegene bakıyorum. Böyle bir yerde kira vermek zorunda kalmak çok saçma. Bunu gerçekten anlamaya çalışıyorum ve buna kafa yoruyorum. Elbette bir sistem var. Ama oturup bu konuda insanların düşünmesi gerekir bence."
Bunu duyan kalabalık bu düşünceyi öyle benimseyip, öyle memnun kalmıştı ki, o zaman bir söyleşisinde duyduğum şeyi aklıma getirmişti.
"İnsanlar zaten böyleydi, biz bu işleri yaparken oldukları yerden çıktılar. Böyle kafalar çıktı tek tek, sonra hep birden çıkıp bu yaptığımız işleri sahiplendiler."
Bu yüzden kendisine tanıklık ediliyor, demek istiyorum. Düşündüklerimi paylaşmayı bitirdiğimi fark ediyor ve “Estağfurullah, eyvallah,” diyor.
Çayı bitince, bir çay daha içmek isteyip, istemediğini soruyorum. Esasen ben rica etmiştim sohbet edelim, diye. "Haydi," dedi, "son birer çay içelim." Böyle dediğimiz an zaten önlüklü hanımefendi masaya iki çayı bırakıyor. Takımın forvetlerini bulmadan çaylar bitsin istemiyorum.
'ARKADAŞ ZEKAİ ÖZGER KALBİMİZE...'
"Forvete Küçük İskender ile Cahit Zarifoğlu’yu koyarım." Arkadaş Zekai Özger’i getirince aklıma "Özger’i kalbimize," diyor.
Hava hâlâ soğuk. Kadroyu kurunca sahayı boşalttık. Ortada ne toprak saha ne sahadaki kedi ne de plastik banklı tribün kaldı. Aslolan Balat, Balat’taki cafe, cafedeki tahta masa, masadaki çaylar, çayı getiren önlüklü hanımefendi ve kuşkusuz Onur Ünlü ve naçizane ben.