Onurluyuz ve Değerliyiz

Bu ülke değerlerini öldürüyor. Onuruyla çalışıp yaşayan Onur’ları, şarkılarıyla kendince hayata değer katan Değer’leri öldürüyor. Değerli, dürüst, düzgün, işinde gücünde, kendi halinde onurlu insanları öldürüyor. Bu ülke yetenekli insanlarını öldürüyor. Yeteneği öldürüyor.

Can Sertoğlu csertoglu@gazeteduvar.com.tr

Laf ola değil, hakikaten korkunç bir olay daha yaşandı ülkemizde geçen hafta sonu. Onur Şener adlı Ankaralı bir müzisyen, çalıştığı mekâna gelen müşteri kılığındaki birtakım tuhaf tipler tarafından öldürüldü. Konuya ilişkin haberlere göre, bir istek şarkı üzerinden çıkan anlaşmazlık sonucu meydana gelen olayda Onur Şener işini yaparken, bir başka deyişle görev başındayken öldürüldü. Çoğu haber kaynağının güvenilmezliği ve haber metinlerinin belirsizliğinden ötürü tam olarak neler yaşandığını hâlâ bilemiyoruz. Ancak üç erkek, iki kadından oluşan beş kişilik grubun isteğine olumlu cevap vermeyen Şener’in program bitiminde çıkan kavgada boğazına aldığı bir kırık bardak kesiğiyle kaldırıldığı hastanede vefat ettiğini biliyoruz. Cuma itibariyle basına yansıyan, sanık ve çelişkili görgü tanığı ifadeleri de neler olup bittiğine ancak bir noktaya kadar ışık tutuyor.

Bu olayı ilk duyduğumdan beri birçok açıdan anlamakta güçlük çekiyorum. Twitter’a koşturup eksik bilgilerle bazı çok kesin kanaatlere varmak bana göre değil. Ama bir müzisyenin, işini icra ederken katledilmiş olması da hiçbir şekilde yenilir yutulur gibi değil. Üstelik olaya karışan üç erkekten ikisinin Çalışma Bakanlığı çalışanı, yani devlet memuru olduğu bilgisi sabitken. Görev başındayken öldürülenin bir devlet memuru ve failin de bir müzisyen olduğunu düşünün. Olayın adlî seyri bir yana, sosyal ve toplumsal boyutunun neye benzeyeceğini hayal edebiliyorsunuz değil mi?

Onur Şener

Ne olmuş, ne söylenmiş, ne yaşanmış olursa olsun bir insanı öldürmek ne demek? Taksirle maksirle de değil, düpedüz kasten işlenen bir cinayet olduğu anlaşılıyor Onur’un öldürülme biçiminden. Programını, yani mesaisini, bitirmiş bir müzisyenden çalıp söylemeye devam etmesini istemiş beyefendiler ve hanımefendiler. Veya şarkıyı bir şekilde söylemesini, bir başka şekilde söylememesini. Veya her ne istedilerse… Tartışmaya ve ardından cinayet gerekçesine bakın! Şahısların alkol ve/veya madde etkisinde olabileceği tartışılıyor. Bir kesim tarafından istenen ve reddedilen şarkının “Ölürüm Türkiye’m” olduğu söyleniyor. İsterse İstiklâl Marşı olsun. Bu nasıl bir ölme, öldürme sevdasıdır!

Bu olayın ardından yazılıp çizilen birçok yorumda ülkemizde zorbalığın sıradanlaştırıldığı, vahşetin normalleştirildiği ve bunun 20 yıldır süregelen yönetim ve iletişim tarzına bağlı olduğundan bahsediliyor. Tam katılmıyorum. Bu ülkenin her zaman böyle bir damarı vardı. Bugün yönetenler henüz palazlanırken mahallelerimizde genç dava arkadaşlarının zorbalığı hüküm sürerdi. Siz karşılaşmamış olabilirsiniz, farkında olmayabilirsiniz ama belki her mahallede vardır bunlardan. Seçimle değil kaba kuvvetle kendisini başına geçirdiği mahalleyi demir yumrukla yönetmeye çalışmasının yanında annelerimizin başı açık olduğu için cehenneme gideceklerini söyleyen biriyle geçti benim çocukluğum. Yaz mevsiminde gitmeye zorlandığı Kuran kursu çıkışlarında iyice sıklaşır ve sertleşirdi bu söylem. Maalesef bazı şeyleri sadece kitaplardan öğrenmeye çalışınca böyle karakterlerin müzmin mazlum ve mağdur, hatta demokrasiyle ülke yönetmeye de kadir olduklarına inanma gafletine düşülebiliyor; o gafletle de bugünkü kara kuyulara.        

Ya ne olacaktı? Demokrasi için “varılacak durağa geldiğinde inilecek bir tren” diyen bir zihniyetin kuracağı anlayıştan ne umuluyordu? Yeni yüzyılın başından beri dünyayı yeniden sarmalayan, kaynaklar azaldıkça ve nüfus arttıkça, kapitalizmin kısır döngüsüyle şiddeti iyice artan sağcı ve neoliberal hakimiyet dört bir yanda kavgayı, şiddeti çağırıyor. 80’lerin ortalarıydı ve 10 yaşında falandım, bir inşaattan mahallemizin caddelerine taşan bir kavgaya şahit olmuştum. O günden beri toplumumuzdaki “kavga etme” yetisine ve başvurulan şiddetin boyutuna dair sağlam bir fikrim var. Bugün olan, bir yanıyla da bu tip olayların sosyal medya sayesinde kitlelerce iyice görünür hale gelmesidir. İçinden çıkamadığı her meseleyi kavgayla çözmekten başka hayatında yol bilmemiş bir sürü adamın kurduğu bir düzenden ne bekleniyordu?

Onur Şener cinayeti aklıma yaklaşık 7,5 sene önce öldürülen bir başka müzisyeni getirdi. 39 yaşındaki Ankaralı müzisyen Değer Deniz, İstanbul Cihangir’deki evinde 18 yaşından küçük cani tarafından boğularak öldürülmüştü. Kendi halinde, o zaman okuduklarımdan hatırladığım kadarıyla çevresinde çok sevilen ve değerli bir müzisyendi Değer. Kaybı vicdanlarda derin yara açmış, o dönemde adalet sisteminin doğru ve hızlı işleyişiyle, ilk ifadesinde “sözleri erkekliğime dokundu, o yüzden öldürdüm” diyen sanığa “iyi hal” ve “haksız tahrik” vb. akıl dışı takdir indirimleri uygulanmadan verilen 45 yıllık hapis cezası bu yarayı belki biraz olsun hafifletmişti. Buna rağmen, bugün yaşananlara benzer şekilde toplumun bir kısmı tarafından istikrarla bataklığa çevrilen sosyal medyamızda Değer Deniz’in “yalnız yaşayan bir kadın” olmasından tutun “masaj terapisti” olarak çalışmasına kadar “ama o da…” temalı abuk sabuk bir sürü şey yazılmıştı.

Değer Deniz

***

Birkaç yıl projelerinde büyük heyecanla çalıştığım Tori Amos, çalıştığım şirkete uğradığını bildiğim tek seferdeki sohbetimizde unutamadığım bir şeyler söylemişti. 90’lı yıllarda büyük satış başarısı yakalayan dört albümünün [Little Earthquakes (1992), Under the Pink (1994), Boys for Pele (1996), From the Choirgirl Hotel (1998)] ardından özel hayatında geçirdiği zor yıllar ve biraz durağanlaşan kariyeriyle ilgili parçalı bulutlu bir iklim hakimdi. O zaman bilmiyordum ama meğer Atlantic’teki son albümü olacak olan Strange Little Girls üzerinde çalışıyorduk. Bu albümde cesurca olduğu kadar ilginç bir şey yapmayı seçmişti Amos. The Beatles’dan Lou Reed’e, Slayer’dan albüme ismini veren ve daha pek çok şarkısının cinsiyetçi diliyle meşhur The Stranglers’a (bkz. Peaches) kadar uzanan geniş bir müzikal yelpazede tamamı erkekler tarafından yazılmış, bestelenmiş ve icra edilmiş 12 şarkıyı yorumlayacağı bir albüm kaydediyordu. 25 yaşını yeni bitiren ve o zamanlar dünyanın cinsiyet ve erk üzerine kurulu düzenine fazlaca kafa yormayan ben, meraklı bir müzik çaylağı hevesiyle sormuştum, “neden erkekler ve neden bu şarkılar?” diye. Kısa ve öz, bugün dahi sıkça kulaklarımda yankılanan şu minvalde bir cevap vermişti: “Just look around, even here on these very corridors, we’re taken hostage by this male corruption. The more noise we make, the weaker it will become”. (“Etrafına bir bak, bu koridorlarda bile, bu eril çürümüşlük tarafından rehin alınmış durumdayız. Ne kadar fazla ses çıkarırsak o kadar zayıflayacak bu.”) Bugün çok daha iyi anlıyorum söylediklerini… O albüm Tori Amos’un o güne kadarki en az satan albümü oldu. Şaşırdınız mı?

Bu ülke değerlerini öldürüyor. Onuruyla çalışıp yaşayan Onur’ları, şarkılarıyla kendince hayata değer katan Değer’leri öldürüyor. Değerli, dürüst, düzgün, işinde gücünde, kendi halinde onurlu insanları öldürüyor. Bu ülke yetenekli insanlarını öldürüyor. Yeteneği öldürüyor. Başa çıkamayınca küstürüyor. Onlar küsünce de “ya sev ya terket” diyor. Kendilerince ülkelerini uğruna ölecek kadar seviyor, lakin yine ülkesini seven ama farklı duyumsayan, farklı tınlayan, farklı kimseleri sevmiyor. Yanlarında kadın olunca ne yapacağını şaşıran küçücük adamcıkları seviyor ama. Karşısında, önünde, arkasında kadın olunca da ne yapacağını bilemeyenler, bir kadından doğduktan itibaren kadın olgusuyla başa çıkamayarak geçen çaresizlik içerisinde yaşamlar tanıdık geliyor, “bizden” ve “buralı” hissettiriyor. Aksiyse hep öteki, beriki, yabancı, gavur. Ne kadar ayrıştırmaya, örtbas ve yok edilmeye çalışılırsa çalışılsın, Onurlar da Değerler de onurumuz ve değerimizdir, ikisi de bizimdir.

Tüm yazılarını göster