“Sinema, TV ve müzik dünyasının ‘en iyi'lerine verilen Pantene Altın Kelebek Ödülleri, 5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü’nde yapılan törenle 47. kez sahiplerini buldu.”
Tabii sorun “en iyi”leri tanımından başlıyor ama orada kalsa keşke. “En iyi”lerin konvansiyonel medyada yer alan dizi ve programlarla sanatçıları kapsadığını, her alanda pek de karmaşık olmayan kanal ilişkilerinin belirleyici olabildiğini ve yer yer de “ünlü olmakla ünlü”, popüler figürlerin ödüle layık görüldüğünü yıllardır biliyoruz. Pek çok dalda halk oylaması yapılsa da bir birbirini ağırlama olayı hep var.
“Ödül”le “adil” zaten birbirini çok andırsa da bir arada iyi geçinebilen kavramlar değil, bizde hiç değil. Çok daha adil seçimlerin beklendiği sinema, edebiyat gibi alanlarda da durum maalesef anlamlı bir farklılık içermiyor çoğu kez. Kayırmacılık, klancılığın irili ufaklı her yapıda kendini gösterdiği Türkiye’de ana akım medyanın ve bu tür ödüllerin önceden de pek parlak olmayan hâliyse AKP döneminde hepten duman oldu.
Her şeyi yer yer aşıp geçebilen bir şey var ama, kadına şiddet meselesi. Bu yıl, bu törenin hakkıyla kazananlarından olan Ezgi Mola’nın da içinde yer aldığı kadın sanatçılar ana akım dizilerde oynamalarına rağmen kadına şiddet, taciz, tecavüz olaylarında çok cesur, doğru şahsi duruşlar sergileyerek gurur ve umut uyandırdılar.
Mesele yeteneğe geldiğinde de elbette kendi kategorilerinde “fazla abartılmışlar” olduğu gibi hakkıyla alanlar da vardı. “TV dizisi dediğin nedir ki?” denip geçilecek bir şey değil nihayetinde. Sürdürülebilir iyi dizilerin sayısı türlü nedenlerle bir elin parmaklarını geçemese de mühim emek, çaba gerektiren kolektif ürünler. O nedenle, görünürlüğün bu denli önemli olduğu bir dönemde bir oyuncuya mesela kolaylıkla “reddetseydin o ödülü!” demek hariçten gazel okumak da olabilir. Öte yandan bazen öyle bir şey olur ki ödülü reddetmek değil de yere atıp salonu hepten terk etmek beklenir. Bu törene damgasını vuran olay öyle yabana atılır cinsten değil.
Kadın gücünün ve kadın sanatçıların öne çıkarıldığı, pek tatlı çocuk oyuncunun bile “şiddetin her türüne hayır!” konuşması yaptığı bu törende “yaşam boyu onur ödülü”nü ülkemizin en ünlü kadına şiddet faillerinden biri aldı: İbrahim Tatlıses. Üstelik bu halk oylamasıyla belirlenen bir kategori de değil. Adam, bildiğiniz “onur ödülü”ne layık görüldü. Kadına şiddete adanmış bir yaşam, her yıl yüzlerce kadının katledildiği ülkede ışıltılar, kelebekler, alkışlarla onurlandırılabildi! Bu durum tabii öncelikle Hürriyet Kelebek’e, oradan beklentiler malum nedenlerle eksilere indiği için de programın isim sponsoru Pantene’e çeviriyor gözleri. Kadına şiddet ayyuka çıkmışken markaların artık “toplumsal cinsiyet eşitliği”ni bir nebze olsun gözettiği bir dönemdeyiz çünkü. Örneğin kısa süre önce Unilever markası Elidor’un Ebrarlı reklamı cesur, yenilikçi bakış açısıyla yürekle çılgın pembe sular serpmişti. Procter&Gamble markası Pantene ise İbo’nun şiddet antolojisi ömrüne “onur” onayını basıvermiş görünüyor. “Bu nasıl iştir?” demeden edemiyorsun. Güçlü/özgür kadın imajını vermek için öyle pıspırıl saçlar, özgüvenli duruşlar yetmiyor. Artan fiyatlarla bu “market ürünleri”ne erişemeyecek denli yoksullukla boğuşan kadınların yanı sıra bu yıl farklı kesimlerden kaç kadın o parlak saçları, gülümseyen fotoğraflarıyla ölüm haberleriyle düştü önümüze.
Baştan sona bir şuursuzluk olduğunu düşünmek mümkün. Ama bu ödül törenlerinin tümünde gözlenen, bu eşitlikçi, şiddet karşıtı konuşmaların arasına özenle sızan çene kasılmalı “taş fırınlar”, şiddet failleri, bu durumların şuursuzlukla falan açıklanamayacağını düşündürüyor. Aile, toplum, kültür, siyaset dörtlüsü kadın kazanımlarının bedelini yine kadınlara ödetirken ana akım da ısrarla sahip çıkıp akladığı bu faillerle artık bilincin altı mı olur, üstü mü, bir mesaj veriyor sanki. “Şekli şemali biraz düzelttik ama hala ‘erk’in her türlü, sonuna kadar arkasındayız.”
Bu ülkede erkek şiddeti kadar kolay aklanan, unutulan bir şey yok. Yılların tacizcileri, uzak yakın dönemde hayatlarındaki kadınlara şiddet uygulamış adamlar asla düşmüyor tahtlarından. Birkaç örnek haricinde cidden “ünlü erkeğin elinin kiri” olarak kalabiliyor hâlâ bu dehşet. Başka türlü hayatına girmiş her kadını dövdüğü, hastanelik ettiği, kurşunla vurdurttuğu iddialar ötesinde bilinen, kupür kupür ortalarda dolaşan Tatlıses gibi bir adam, gücü ne olursa olsun nasıl “onur ödülü” alabilir?
İbrahim Tatlıses başlı başına makale değil tez konusu zaten. 2018’de bir başka bağlamda üzerine yazmıştım, “yalancı”nın tahtının asla sarsılmamasını anlatırken:
“Sağlam bir eleştiri kültürünün hiçbir zaman hiçbir mahallede gelişememiş olmasından gerçeklik ve liyakatin çıkarlar/yakınlıklar doğrultusunda şekillendirilmesine ve en başta acılarla, travmalarla dolu tarihimizle hiçbir zaman tam manasıyla yüzleşememiş olmamıza uzanan, kökü çok derinde bir ‘yalan olma’ durumu var…”
En basitinden “mağarada” doğduğunu basa basa söylemeyi hep tercih eden İbrahim Tatlıses açılım dönemindeki küçük bir aralık haricinde hiçbir zaman Kürt kimliğiyle barışmış bir sanatçı değil. Bununla barışıp Türklük, Türkiyelilik üzerinden de devam edebilirdi, sorun bana göre bu değil, bunun bir seçenek bile olmaması. Kendini var edişinin önemli bir parçasını bir lahmacun sosu, yenebilir ve şarkı malzemesi olarak kullanılabilir bir ‘acı’, hoşa giden bir folklorik öğe olarak sonuna kadar kullanırken gerçekte kim olduğuna dair fikri belki çoktan kendisinin bile yitirmiş oluşu… Bu yitiklik içinde işte, dönemler değişse de her iktidarla sonuna kadar barışık, oturmuş bir uzlaşmacılık üstünden gemisini yürütmesi…
İşte bu örtbas soslu yandaş varoluşlar cennetinde “inşaat işçiliğinden, toplumun en dibinden” geldiğini her fırsatta söyleyen bir “sanatçı”, inşaatlarını yaptırtıp hakkını ödemeyerek sömürdüğünü iddia eden taşeronun isyanıyla da haber olabiliyor. Ulaştığı imparatorlukta hâlâ şiddet ve sömürünün her türünü kullanabilirken birçok insanın “ama sesi…/büyük yetenek” diye sahip çıktığı Tatlıses, yanık türkülerine konu etmelere doyamadığı “kadın”ın da büyük düşmanı. Ufak bir internet taramasıyla kadınlara dair ettiği korkunç sözler bir bir dökülebilir. “Kadına saygım sonsuz ama döverim,” en basiti mesela. Dayakçı alkolik babalar misali gözyaşlarıyla bir de af bekleyen bu adamın son dönemlerde yaptığı “bir hatadır oldu, pişmanım” türünden sözleri de hiçbir anlam ve inandırıcılık içermiyor. Güç sarhoşluğunun doğurduğu karmaşık kokteylin duygusallığı aman evlerden ırak olsun.
Beni dün gece aynı ödül töreninde bulunan, İbrahim Tatlıses’le evliliğinde ve sonrasında defalarca ağır şiddet görmüş Perihan Savaş’ın timsah gözyaşlarına dökülememiş duyguları ilgilendiriyor. Oradaki kadınların, ne tür bir çark içinde olurlarsa olsunlar en azından bir kısmının, kadın olarak türlü dezavantajla, rekabetle cebelleşerek hakkıyla aldıkları bir ödülün töreninde ünlü bir şiddet faili böyle yüksek perdeden onurlandırılınca ne hissettikleri de. Pek bilemiyoruz çünkü bu konuda atlamadıysam rastladığım bir tepki yok. Hayatımız ayrı ayrı departmanlardan oluşuyor. Bir yerde gösterilen cesaret diğer alanda ufak bir tepkiyle bile gösterilemeyebiliyor. Umarım yakında bir gün o noktaya da erişiriz. Cesaret güzeldir ve son kertede kazandırır. Bu notu düşmekle birlikte son tahlilde topu salondakilerde bırakmak istemem yine de.
2020’de “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” filminin oyuncusu Adele Haenel, çocuk istismarı ve tecavüzden suçlu bulunan yönetmen Roman Polanski’nin en iyi yönetmen ödülünü aldığı Cesar törenini “bravo pedofil!” diyerek terk etmişti. Ne görkemli, ne umut verici bir gidişti o. Tabii şartlarımız da olaylarla yüzleşebilme biçimlerimiz de epey farklı ama bize de nasip olsun istiyor insan böyle onurlu hareketler. Onursuzluğun ödüllendirilmesi cezasız kalmasın.
Tatlıses’in ödülü sosyal medyada büyük tepkiyle karşılandı, Pantene’i boykot etme çağrıları yapıldı. Bu yüksek çıkan ses elbette umut veriyor. Bu ödülün iptal edilmesinin yolu var mı, bilmiyorum. Ama şiddet faillerini ömürlerinin sonuna kadar pamuklara saran bu bozuk düzen bir gün değişecek, buna inanıyorum. Logolar, ödül törenleri değil içimizdeki kanat çırpmaktan hiç vazgeçmeyen mücadeleci kelebekler söylüyor bunu.