Türk Silahlı Kuvvetleri Pençe-Kartal-2 harekatı adını verdiği ve
Gare yöresinde sürdürdüğü askeri operasyonu sonlandırdığını
duyurdu. Ardından yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla
harekat sırasında hedef bölgede alan hakimiyeti kurmak, karşı
tarafa olası en büyük zararı vermek gibi açık askeri amaçların yanı
sıra bir kurtarma operasyonu yapma amacı da güdülmüştü. 5 yıldan
uzun süredir PKK kamplarında esir tutulan 13 kişinin özel bir
operasyonla kurtarılması planlanmış, ama ne yazık ki esirlerin
tutulduğu mağaradan hiç kimse canlı olarak kurtarılamamıştı. Elleri
kolları bağlı insanların bu şekilde ölmesinin yarattığı sarsıntı o
kadar büyük oldu ki elinde tuttuğu medya gücüyle kamuoyunu manipüle
etmede ustalaşmış iktidarı bile afallattı. Tartışma bir askeri
operasyonun kendi başına taşıyabileceği siyasi anlamı katbekat
aştı, sorulan sorular kapsamlı bir sorgulamanın ilk işaretlerini
verir gibi oldu. Şimdi yaşanan başarısızlığın sorumluluğunun
iktidar ile muhalefet, devlet ile hak örgütleri ve bireyler ile
toplum arasında nasıl paylaştırılması gerektiği konusunda genel bir
tartışma başlamış durumda. Öyle ki mantıksal sonuçlarına
vardırılırsa süreç sadece hükümetin uyguladığı ölüm ve şiddet
siyasetinin sınırlılıklarını açığa çıkarmakla kalmayacak, uzun
zamandır etkili bir şekilde kullanılan beka söylemine de güçlü bir
meydan okuma biçimini alacak.
Etkisi kısmen aşınsa da halen yürürlükte olan iktidar dilinin
çatısını devletin bekası için izlenen politikaların bir milli
mesele olduğu ve tartışma dışı tutulması gerektiği düşüncesi
oluşturuyor. Bu argümansa toplumda güçlü duygular açığa çıkaran,
herkesin değeri ve kutsiyeti konusunda hemfikir göründüğü şehitlik
söyleminden destek alıyor. Şehitlik söylemi derken bir siyasi
idealin gücünü onun uğruna canını feda etmeyi göze almış insanların
sayısıyla belirleyen yaklaşımı kastediyorum. Şehit, kelime
anlamıyla ölümü bir gerçeğin varlığına veya bir inancın doğruluğuna
tanıklık eden kişiyi anlatıyor. Aslında inanca dayalı her insan
ediminin altı boştur, çünkü bir inancın geçerliliğini kendisine
karşı sınayacağımız hiçbir olgusal temel yoktur. Bu yüzden insanlar
siyasi bir idealin “doğruluğunu” o yolda yürüyenlerin inancında ne
ölçüde samimi olduğundan hareketle ölçerler. Başka bir ifadeyle,
bir insanın hayatını inancı uğruna feda etmesi o inancın
çekirdeğini oluşturan düşünce için bir hakikat testi gibi işlev
görür. Bunun gerçekleşmiş olması için şehidin çok önemli bir
gerçeğe tanıklık etmiş olması gerektiğine inanılır. Ne var ki
ölüler konuşamaz ve şehitler gördükleri hakikati bize anlatamaz.
Tanıklığın bize aktarılmasını onun ölümünün ne anlama geldiği
üzerine söylem geliştirenler yaparlar. Ancak bu aktarım sırasında
şehidin konumu çok önemli bir değişime maruz kalır: Şehit bir
kanıtın varlığını gören tanık olmaktan çıkar, bizzat kanıtın
kendisi olarak gösterilmeye başlanır.
Şimdi şehitlik söyleminin beka siyaseti için taşıdığı önemi daha
net görebildiğimizi umuyorum. Şehit kayıpların boşuna
verilmediğinin, yapılanların bir anlamı olduğunun kanıtıdır.
Şehadet etrafında tanımlanan değerlere tanıdığımız dokunulmazlık da
şehitlere olan anlam borcumuzun bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Böylelikle şehidin takipçileri için o inanç saygı duyulan,
yüceltilen ama üzerine düşünülemeyen ve tartışma alanın dışında
tutulan bir fikirler kümesine dönüştürülür. İzlediği politikaları
milli olarak vasıflandırdığı için “siyaset üstü” tutmamız
gerektiğini savunan iktidarın beka anlayışının şehitsiz
kalamamasının nedenini de bu boyut oluşturur. Burada demokratik bir
siyasetin ön koşulunun her şeyden önce düşünülemez olanı yeniden
düşünülür kılmak olduğu gerçeği, tüm çarpıcılığıyla karşımıza
çıkar. Zira demokratik bir toplum her şeyden önce nelerin tartışma
dışı tutulacağının tartışmaya açılabildiği ve tartışma sınırlarının
her aşamada yeniden müzakere edilebildiği bir toplumdur.
Böyle bir toplum, siyaseti halkın katılımı ve düşüncenin
özgürleşmesi yoluyla dünyevileştirir. Ancak bugün yaşadığımız şey
böylesi bir büyü bozumu veya kutsallıktan arınma süreci değil.
Fakat en azından insanların doğru sorular sormaya başladığını
görmek de umut verici. Çünkü beka siyaseti ve şehitlik kültünün
yarattığı hipnotik atmosferde bazı gedikler açılmaya başladığını
gösteriyor. Muhalefet, aydınlar ve aileler hükümete cevabı kolay
olmayan sorular yöneltmeye başladılar. Bu sorular karşısında
iktidar yine şehitlik söyleminin gücü arkasına saklanmak istese de
bu sefer önceki kadar başarılı olamadığını görüyoruz. AKP beka ve
güvenlik siyasetini benimsediği günden bu yana elindeki medya
olanaklarını da kullanarak şehitliği arzu edilen, insanların
ulaşmak için koşa koşa gideceği bir makam olarak takdim ediyor.
Oysa şehitlik makamındaki hakikatler bu propagandanın
yansıttığından çok daha farklı gerçekleri içeriyor. Şehit olmak ile
göz göre göre riske edilmek arasındaki fark hiçbir ajitasyonun
gözden saklayamayacağı kadar büyük. İktidarın bu farkı görünmez
kılmak için CHP’ye yüklenmesi, yaşanan büyük sarsıntıyı HDP’yi
kapatmak için bir fırsata dönüştürmeye çalışmasıysa durumu
değiştirmiyor.
Çünkü Türkiye’de devlet memurları ilk defa kaçırılmıyor. Bundan
önceki olaylarda esir alınan asker, polis veya diğer kamu
görevlileri askeri olmayan yollardan ve can kaybına mahal vermeden
kurtarılabilmişti. Bu konuda en çok gösterilen örnek 1996 yılında
Refah Partisi Milletvekili Fethullah Erbaş’ın insan hakları
örgütleriyle beraber 8 askeri kurtardığı girişimdir. Yine silahlı
bir güç tarafından rehin veya esir alınma vakalarında diğer ülke
deneyimleri insanların sağ kurtarılması için takas da dahil farklı
pazarlık yöntemlerine başvurmanın askeri operasyon düzenlemekten
çok daha etkili olduğunu gösteriyor. Türkiye’de hükümet olası tüm
yöntemler arasında başarı şansı en az, dolayısıyla da riski en
yüksek olanı seçmiştir. Bu risk de öyle gelişigüzel bir şekilde
üstlenilmemiş, çözüm süreci bitirildikten sonra benimsenen “muhatap
almama” siyasetinin zorunlu bir bileşeni olarak benimsenmiştir.
Ancak hükümet bu siyasi tercihe rağmen kendisinin sorumluluğunu
kabul etmemekte ve ortaya çıkan sonucun nihai sorumluluğunun
örgütün üzerinde olduğunu belirtmektedir. Buna rağmen
Cumhurbaşkanı’nın siyasi sorumluluğuna vurgu yapanlarsa
“terbiyesizlik yapmak”la suçlanmakta ya da “ayıp” ettiği için
kınanmaktadırlar.
Yaratılan kafa karışıklığının ötesine geçebilmek için risk ve
sorumluluk arasındaki ilişki üzerine düşünmekte yarar var. Risk,
istenmeyen olumsuz bir gelişmenin gerçekleşme olasılığıyla
ilgilidir. Yani mümkün olsa da gerçekleşmesi zorunlu olmayan
tehlikeleri risk olarak değerlendiriyoruz. Bu açıdan bakıldığında
siyasi risklerin iktidarın modern toplumsal hayatın yarattığı
belirsizlikler ve tehlikeleri nasıl algıladığıyla ilgili olduğunu
söyleyebiliriz. O halde modern iktidarın işleyiş mantığı gereği
risk ile siyasi karar arasında zorunlu bir ilişki vardır. Zira
ortaya çıkan sonucun iktidarın siyasi tercihlerinden bağımsız
olarak anlaşılması mümkün değildir. Bu gerçek siyasetçinin
sonuçtaki payıyla ilgili farklı sorumluluk düzeyleri arasında ayrım
yapmamızı gerektirir. Çünkü sorumluluk sadece sonucun ortaya
çıkmasına yol açan “failin sorumluluğu”ndan ibaret değildir.
Diyelim ki AKP’liler haklı ve esirler mağara ele geçirildiğinde
zaten ölü bulundular. Yine de siyasetçinin alınan kararın
başlattığı süreçten kaynaklanan bir “süreç sorumluluğu”, nihai
otorite rolünü üstüne almaktan ve her vatandaşının can güvenliğini
sağlama ödevinden kaynaklanan bir “egemenlik sorumluluğu” ve son
olarak aldığı kararın değişen sonuçlarına göre üstlenmesi gereken
bir “ahlaki sorumluluğu” vardır. Söz gelişi askerleri kurtarmak
için alınan bu operasyon kararı başarılı olsaydı tüm ödülleri
toplayacak olan taraf, başarısız olması durumunda ortaya çıkan
sonuçtan da etik açıdan sorumludur.
Öz olarak söylersek riskin olduğu her yerde bir de alınmış bir
karar vardır. Yani sorumluluk ile karar arasında özsel bir bağlantı
vardır. Fakat karar alma süreçlerine hiçbir dahli olmasa da insanın
özgürlüklerine ve haklarına yönelik her saldırıda kendini taraf
olarak gören hak savunucularının varlığı bizi bu bağlantının
ötesinde bir sorumluluk anlayışı üzerinde de düşünmeye sevk ediyor.
Burada özellikle ölüm ve şiddet siyasetinin insanların vicdanını
körelttiği karanlık dönemlerde sözünü esirgemeyen, insan yaşamını
her koşul altında ölüme karşı savunan insanların davranışından söz
ediyorum. Hükümet sözcülerinin “canı çıkasıca” diye lanet okuduğu
hak örgütleri, içinde yaşadığımız dünyayı diğer insanlarla
paylaştığımızı, bu dünyayı tahrip eden şiddeti engellemek için
bireysel ve kolektif sorumluluklarımız olduğunu bize hem
eylemleriyle hem sözleriyle sürekli hatırlatıyorlar. Toplumun büyük
bir kesimi bu 13 insanın 5 yıldır ortada olmadığından sanki yeni
haberdar olmuş gibi tepki veriyor. Oysa aileler, insan hakları
örgütleri bu insanların canlı olarak kurtarılması için çalmadık
kapı bırakmamışlar ve belli aralıklarla konuyu hep gündemde tutmaya
çalışmışlar, haber haline getirmişler. Tüm bunlara rağmen
olanlardan bihaber olmak aldatılmak yahut bilgisizlik olarak
değerlendirilemez. Çünkü böylesi bir bilgisizlik sadece dünyaya
karşı sorumluluğundan vazgeçmek yönünde alınmış bir kararın eseri
olabilir. Evimiz olan dünyayı sevmek ve korumak ödevimiz bize hem
geçmişe hem de geleceğe dönük ödevler yüklüyor. Bugün toplumsal
sorumluluğun bilincinde olmak, ilk önce kamu hayatımızın üzerine
çöken karanlığa ve yaşam karşısında ölümün kutsanmasına karşı
olmayı gerektiriyor.