“Çöl büyür; yazık içinde çöller saklayana.”
Friedrich Nietzsche
Bir Afrika atasözü, “Bir çocuk büyütmek için bir köy gerekir,” der. Bir çocuğun fiziksel, sosyal, duygusal ve bilişsel açıdan büyüyüp gelişme sürecinde çok farklı kanallardan desteğe ve yardıma gereksinimi oluyor.
Çocukların gelişiminin desteklenmesinde aileden sonra en önemli rol, kuşkusuz öğretmenlere düşüyor. Öğretmen, çocuk açısından bir rol model, bir referans noktası... Anaokul sıralarından itibaren bir çocukla doğru, etkin ve bilimsel bir bağ kuran öğretmen, o çocuğun gelecekteki meslek seçimine, okulu sevmesine, öğrenme hevesine dek birçok duyguyu, hayali ve hedefi de tetikliyor.
Ancak son dönemde giderek daha çok ön plana çıkan “fenomen öğretmenler”in her bir çocuğa verdiği zararı düzeltmek için de bir süre sonra birden çok köy gerekebilir.
Birçok çocuk “ileride ne olmak istiyorsun?” sorusuna, “fenomen” yanıtını veriyorsa, bunda sosyal medyanın kontrolsüz kullanımının büyük payı var ve öğretmenler de bu gidişattan sorumlu.
Fenomen öğretmen ile; öğrencilerin ve velilerin izni, rızası ve hatta bilgisi olmaksızın kendi özel sosyal medya hesaplarında ders sırasında veya teneffüslerde öğrencilerle ilgili kamuya açık paylaşımlar yapıp içerik üreten, yüksek takipçi sayısına sahip öğretmenler kastediliyor.
Amaç, sosyal medyada alınan etkileşimlerin artması, beyinlerde “ödül mekanizmasının” basılan “beğeni” tuşlarıyla pohpohlanması, hem çocuğun hem de öğretmenin başkaları tarafından “beğendirilecek” nesnelere dönüştürülmesi…
Bu içeriklerin kötü amaçlı olarak kullanımı, siber zorbalığa konu olması, öğrencinin dijital istismarına zemin hazırlaması, kişisel verilerin korunmaması, öğrencide kaygı veya kendini aşırı beğenme, hatta narsisizm gibi ruh hallerini doğurması, çocukların kendi aralarında sağlıksız bir rekabet ortamının oluşması, “popüler öğrenci” algısının suni bir şekilde inşa edilmesi, yetişkin olduklarında arkalarında ciddi bir dijital ayak izi kalması, unutulma hakkının ihlali gibi birçok doğrudan etkisi var.
Örneğin öğretmeninin sosyal medya hesabında akranlarına göre daha az paylaşılan ya da sıra arkadaşı göklere çıkarılırken kendisinin bir konserdeki performansına yer verilmeyen bir çocukta dışlanmışlık, kendini beğenmeme, takdir görme açlığı gibi sorunlar da tetiklenebiliyor.
Ya da fenomen öğretmen “çok şeker” bulduğu için “ilginç şivesi” paylaşılan bir çocuk, bu paylaşımın altındaki yorumları görüp konuşmaya, diyaloğa, kendini ifade etme kanallarına ve hatta kimliğine küsebiliyor; benlik duygusu ciddi zarar görüyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi ve Dijital Medya ve Çocuk Platformu kurucusu Dr. Esra Ercan Bilgiç, fenomen öğretmenler konusunun, aslında toplumun genelinde öğrenci veya çocukların dijital haklarına dair bilinçlilik halinin zayıf olmasıyla bağlantılı olduğunu belirtiyor:
“Öğrencileri dijital ortamda uygun, sorumlu ve güvenli davranışlara yönlendirmek konusunda eğitmek tüm dünyada bir öncelik halini aldı ve elbette bu süreçte öncelikle öğretmenlerin eğitilmesi, dijital hak, çevrimiçi mahremiyet gibi konularda bilinçlendirilmesi gerekiyor. Söz konusu fenomen öğretmenler olduğunda, bir meslek içi eğitim içeriğinde öğrenci mahremiyeti, öğrencilerin kişisel verileri, özel hayatın gizliliği gibi konuların yer alması gerektiği muhakkak. Bu konulara dair farkındalık hukuki, psikolojik ve ekonomik bağlamlar içinde ve etik-felsefi bir temelde tartışılarak sağlanabilir. Ayrıca dijital dünyanın potansiyel risklerinin öğretmenler tarafından çok iyi anlaşılması gerekiyor. Öğretmenler, öğrencilerin tüm kişisel bilgilerinin öğrenciye ait olduğunu ve bu nedenle gizli tutulması gerektiğini çok iyi anlamalı. Bu bilgiler öğrencilerin görüntüleri, sınav kağıtları, notları veya demografik bilgileri gibi şeylerin hepsiyle ilgili olabilir.”
Millî Eğitim Bakanlığı’nın yeni hazırladığı Öğretmenlik Meslek Kanunu taslağında fenomen öğretmenler için kınama cezası getirebileceği ve bu cezanın da öğretmenin sicil dosyasında beş yıl kadar kalabileceği gündemde.
Zaten halihazırda 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’na ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın 2017 tarihli Okullarda Sosyal Medyanın Kullanımı konulu genelgesine aykırı olan bu paylaşımlar sonucunda, çocuk bir yetişkin olduğunda “unutulma hakkı”nı öne sürerek, öğretmeninin zamanında kendisiyle ilgili haber, fotoğraf, video, bilgi ve belge paylaşımlarının İnternet arama sonuçlarından silinmesi için dava açma ve tazminat talep etme hakkına da sahip.
Daha önce gönüllü avukatlar tarafından tek tük şikayetler yapılmış ve bazı fenomen öğretmenler kınama cezası almış olsa da, bu konuda kapsayıcı bir sınırlandırma ve yaptırım alanı getirildiği söylenemez. Velilere imzalatılan onay metinlerinde ise, bu sürecin eğitimin bir parçası olduğu vurgulanıyor; ancak ikincil ve üçüncül etkiler ve çocukta doğurabileceği tahribat konusunda bilgilendirme yapılmıyor.
Dolayısıyla, yasalaştıktan sonra bu kanunun tüm fenomen öğretmenlere amasız fakatsız, “sen benim kimi tanıdığımı biliyor musun?” sorularından azade, net ve objektif şekilde uygulanması, ayrıca velilerin de öğretmenlerin de çocuğun üstün yararını gözeten bir dijital medya okuryazarlığı eğitiminden geçmesi şart.
Esra Ercan Bilgiç’e göre fenomen öğretmenler vakasının son yıllarda yaygınlaşması, “medyatikleşme” kavramıyla bağlantılı okunmalı:
“Neredeyse tüm sosyal ve kültürel kurumları kesen, kültür ve toplumun ve hatta bireyin yoğun bir şekilde medyatikleşmesine tanık oluyoruz. Sosyal medya platformlarının yükselişiyle birlikte bunu güçlü bir şekilde deneyimliyoruz. Bu platformlar aracılığıyla sosyal ilişkiler kurma ve iletişimsel eylem yoluyla dikkat üretme araç ve becerilerine son 10-15 yıldır hepimiz sahibiz, öğretmenler de bunun dışında değil.”
Bu medyatikleşme, bir yandan da maaşlarından memnun olmayan öğretmenler için ekonomik bir fırsat kapısı olarak gerekçelendirilebiliyor.
Ercan-Bilgiç’e göre, öğrencilerin mahremiyetini ihlal etmeden bir “eğitim influencerı” olarak ekstra para kazanmak, niş bir alan ve doğru mecrayı bularak da mümkün olabilir, ancak öğrenci mahremiyeti ve gizliliği ihlal veya ifşa edildiğinde bunun adı apaçık şekilde “sömürü” ve “istismar” oluyor.
“Bakanlık öğrencilerin veri ve gizliliğinin korunmasını garanti altına almaya yönelik kuralları koyarak, bu hususlardaki gerekli proaktif eğitimleri vererek önlemler alabilir,” diyor Esra Ercan Bilgiç ve ekliyor:
“Her bir okulun kendi bağlayıcı kuralları, etik ilkeleri oluşturulabilir. Yaptırımların açık ve bağlayıcı olması da elbette gerekli. Örneğin ABD’de Öğrenci Haklarının Korunması Yasası (PPRA), Çocukların Çevrimiçi Gizliliğini Koruma Yasası (COPPA) ve Aile Eğitim Hakları ve Gizlilik Yasası (FERPA) bir arada bu konularda sağlam bir çerçeve oluşturuyor.”
Eğitimin günbegün yaşadığı bu çürüme ve çöküş halinde bizim fenomen öğretmenler konusunu net bir şekilde çözüp, artık eğitimde iyi örneklerin yaygınlaşmasına, çocukların bilişsel, eğitsel, fiziksel becerilerinin “niş alanlarda” nasıl daha iyi desteklenip geliştirileceğine odaklanmamız gerekiyor.
Öğretmenlerin özellikle Öğretmen Ağı gibi yenilikçi, güçlü, sürdürülebilir ve çağdaş uygulamalar aracılığıyla aslında dijital araçları ne kadar düzgün kullanabildiğine de vurgu yapmak şart. Benim de zamanım el verdikçe gözlem yapmak üzere katıldığım bu çevrimiçi platformlarda öğretmen topluluğu içinde deneyim aktarımı, sorunlara dair fikir alışverişi, sınıflarda uygulanan eğitim stratejileri gibi mekanizmalar çok güçlü bir şekilde işletiliyor.
Benzer şekilde, Aylin Anne olarak da bilinen rehber öğretmen Aylin Çalışkan’ın da YouTube kanalında özellikle dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu başta olmak üzere öğrencilerin yaşadığı birçok soruna dair açıklamalar, çözüm önerileri ve nitelikli tartışmalar eşliğinde uzman görüşlerini de bulmak mümkün.
Bazı öğretmenler de, çocukların yüzlerini ve kimlik bilgilerini kullanmaksızın, doğa dostu eğitim uygulamalarını paylaşarak, “başka bir eğitim mümkün” mesajı veriyor ki bunlar da son derece kıymetli ve çocuk dostu girişimler… Zira bu şekilde başka öğretmenlere de benzer eğitim modülleri ve uygulamaları açısından ilham kaynağı oluyorlar; çocuğun üstün yararı ve mutluluğu da bu şekilde her şeyden üstün tutuluyor.
Böylelikle, çocuğun büyütülmesinde ihtiyaç duyulan o köy, spot ışıkları altında yaşamayı tercih etmeyen, duyarlı ve etik değerlere saygılı öğretmenler tarafından inşa ediliyor.
Eğitimcinin bir sosyal medya paylaşımı öncesi kendisine ve mantık süzgecine yönelteceği sorular net:
Yaptığım paylaşım, uyguladığım eğitim yöntemi, önerdiğim aktivite, çocuğun üstün yararına hizmet ediyor mu?
Velisi izin vermiş olsa bile, çocukla ilgili böyle bir paylaşım yapılması, ona yarar sağlayacak mı? Veli, bu konuda bilinçli bir şekilde onay vermemiş olabilir mi?
Yoksa bu paylaşımın kötü niyetli kişiler tarafından kullanılarak başka amaçlara hizmet etmesi riski var mı?
Peki öğrencim ve velisinin bugün hoşuna giden bir görsel veya videodan yarın rahatsızlık duymayacaklarının garantisi var mı?
Kısacası, “Ben niçin bu paylaşımı yapıyorum?” “Sahneye çıkma imkanı bulmuş narsistik birey yönüm mü besleniyor bu paylaşımlardan?” “Bu paylaşımım, öğrencimi nesneleştirmek ve hatta araçsallaştırmak suretiyle kendimi sosyal medyada görünür kılmak ve reklam çekmek için mi, yoksa eğitime bir faydam olsun diye mi?”
Mesele, dijital devrimin dur durak bilmeden devam ettiği bir çağda, bizim çocuk haklarını ne kadar içselleştirdiğimiz ve eğitimi her türlü yozlaşmadan, kapitalist döngüden ve yetişkinlerin kişisel çıkar hırsından ne kadar koruyabildiğimizle alakalı…
Geçen gün eski bir mankenin çocuğuyla yaşadığı ve sosyal medyaya yansıttığı olay üzerinden yaşanan tartışma, aslında bir dönüm noktasıydı. Sosyal medyada çocuklara dair tüm paylaşımların etik, psikolojik ve hukuki bir sınırı olmalı. Bu sınır ortadan kalktığında çocukların iyi olma halinden hukuki haklarına dek birçok alana yayılan bir bataklık ortaya çıkıyor. Doyurulan ise sadece “büyüklerin” narsistik duyguları ve spot ışıklarını çocukları hiçe sayarak üstlerine çekerek “medyatikleşme arzuları” oluyor.
Sahi, orada bir köy var uzakta… O köydeki çocukları dijital dünyada yeterince koruyabiliyor muyuz?