Ali Ağaoğlu’nun hangi tavrı ve sözü sizi şaşırttı? Ondan ne bekliyordunuz da söylemedi? O oturduğu yalıya ve bu konuşmaları yapabilecek duruma dün mü geldi? Onu buralara kim getirdi? Yıllardır neredeydi, neler yapıyordu sizce?
Ünlü İngiliz yazar ve sunucu ve belgeselci ve gezgin ve maceraperest Simon Reeve, BBC için, iki bölümlük bir Türkiye belgeseli hazırlamış. “Gelibolu’dan Suriye Sınırına” isimli ilk bölümünü izledik. (Siz bu satırları okurken, belki ikinci bölümünü de izlemiş oluruz, o kadarını bilemem.)
Belgesel, “Türkiye’ye gidelim; Eminönü, dansöz, fasıl ve mutlaka bir boğaz turu gösterelim. Oradan Bodrum’a uzanalım, plajlarda gerçekten uzanalım. Nemrut’ta güneşin doğuşu, Kapadokya’ya balondan bakış. Karadeniz yaylalarında horona katılalım, beceremeyelim, hep beraber gülelim. İyice kebap da yediysek, kapanış” tarzı tipik Türkiye belgesellerinden değil.
Türkiye’nin özeti gibi bir şey. O çok sevdiğimiz “farklılıkların birlikteliği”nin nasıl bir “birliktelik” olduğunun belgeseli.
Gelibolu’da bir şarap üreticisiyle başlıyor mesela. Tarlalarda, şarap yapmak için üzüm toplayan ama ağzına şarap sürmemiş teyzeler var. Teyzelerin yan yana oturması ve belgesel izler gibi, İstanbul’dan şarap tadımına gelmiş havalı insanları izlemesi var.
Oradan İstanbul’a gidiyor ama Topkapı Sarayı’na ya da boğazda bir balıkçıya değil… Bir gecekondu mahallesine.
Ayakkabılarını dışarıda çıkararak, “misafir terlikleri”ni giyiyor ve yıllar önce İstanbul’a göç etmiş bir ailenin evine giriyor. Aile, bir yandan (sanırım daha “iyi” görünmek için) çamaşır makinesinin üstündeki örtüyü açıyor, bir yandan da Tayyip Erdoğan’ı neden bu kadar çok sevdiklerini anlatıyor.
Görkemli Çamlıca Camisi’nin bütün görkemlerini inceledikten sonra, Ali Ağaoğlu’nun “mütevazı” evine gidiyor. Nefis bir sohbet ve hayat dersi başlıyor. (Bu bölüme, ayrıca geri döneceğim. Az sonra…)
Ünlü Osmangazi Köprüsü’nden geçerek Ege’ye ilerliyor. Köprüde herhangi bir araç olmamasına şaşırarak. (Köprü ücretini görünce, şaşırmasını geri alıyor.)
Turkuaz kıyılar, artık o kıyılara gelmeyen turistler, kriz, terör filan derken; Ege’yi kaçak botlarla geçmeye çalışan mültecilere geliyor konu. İsmini vermek istemeyen bir insan kaçakçısıyla konuşuyor. Adam, anlattıklarının dehşetine inat, son derece sakin.
O bölgede kaçak çalışan Suriyeli işçileri ziyaret ediyor. Hem çalıştıkları hem de yaşamaya çalıştıkları yerleri.
Bu hayatlardan, Mardan Palace isimli, sonsuz bir zevkle döşenmiş, her yerinden görgü akan, avizeli otele geçiyor. Bir gecesi 15 bin euro (yaklaşık 60 bin lira) olan odayı gösteriyorlar ona gururla. Oda lüks, ihtişam ve burada sayamayacağım bir sürü şey dolu.
(Yeri gelmişken, hayatta en işe yaramaz işlerimden biri olan “hesap yapıp şaşırma” işimi gerçekleştirmek istiyorum şimdi. Bu odanın bir geceliği, asgari ücretle çalışan 42 kişinin bir aylık maaşı. Bir kişinin de 3,5 yıllık toplam maaşı.)
Sıradaki durak, Konya. Bir İmam Hatip Lisesi’ni ziyaret edeceklermiş ama son dakikada “Hayır” denmiş. O da Mevlânâ Müzesi’ne gidiyor, Mevlânâ’nın torunuyla konuşuyor. Polisler, Mevlânâ’nın torunuyla fotoğraf çektiriyor, ona dokunuyor filan. “Mevlânâ’nın ruhu illa ki bize de yansır.” diyerek.
Son durak, Suriye sınırı ve bir mülteci “kasabası”. Röportaj, bomba sesleriyle bölünüyor. Gülümseyen, oyun oynayan koca gözlü çocuklar ve atılan roketlerle bitiyor ilk bölüm.
Bu belgeselin, en çok ses getiren bölümü, Ali Ağaoğlu oldu. Ne vardı o bölümde, bakalım...
Belgeselciler, Ali Ağaoğlu’nun evine giriyor. Ali Bey, bahçede. Genç bir kadınla oturmuş, politika tartışıyor. Bu genç kadın, eğitimine yardım ettiği öğrencilerden biri. Durumu olmadığı için, evinde bir oda vermiş ona. Böyle birkaç kişi daha varmış. “Elimden geldiğince, kadınların kendi ayakları üzerinde durmasını, özgürleşmesini sağlamak istiyorum.” diyor.
Evi, son derece mütevazı döşenmiş. Her yerde kitaplar ve okuttuğu öğrencilerin fotoğrafları var. Ali Ağaoğlu, her yıl kaç çocuk okuttuğunu, yardım ettiği dernekleri, yaptırdığı okulları ve hastaneleri anlatıyor biraz utanarak. Cinsiyet ayrımcılığına ne kadar karşı olduğunu vurguluyor her cümlesinde. Sonra, garajındaki tek arabayı gösteriyor. Doğan görünümlü Şahin. “Biraz eski ama ayağımı yerden kesiyor işte!” diyor.
Şaşırdınız mı? Haklısınız. Tam olarak böyle olmadı tabii ki.
Gerçekte mayolu Ali Ağaoğlu, yalısının havuz başında, leopar desen bikinili bir genç kadınla güneşlenirken, belgeselciler giriyor. Haberi yokmuş da basılmış gibi. (Koskoca Ali Ağaoğlu’nun, cüce belgeselcileri kapıda karşılayacak hali yok.)
“Sevgilim!” diye tanıştırıyor leopar bikinili genç kadını. Kadın gülüyor da gülüyor, öyle mutlu ki...
Ali Ağaoğlu, 3 milyon dolar harcayıp, yalıyı gören villayı satın almış. Keyfine ortak olmasınlar diye, oradaki insanların hepsini göndermiş. Öyle diyor gururla. Havuz başında güneşlenen başka bikinililer de var. (Ali Ağaoğlu’nun, “kızlar” dediği kişiler sanırım.)
Kuveyt Kraliçesi, bu yalıya talip olmuş ama ona küfretmiş (“Şey yap git!” demiş). “O gitsin de boklu Thames Nehri’nin kenarında bir yer alsın.” diyor sonra. İngiliz bir sunucuya, İngiliz bir televizyon kanalının çekiminde, İngiltere’nin bir nehri için diyor bunu.
Yatak odasına çıkarıyor mağrur bir edayla. Aaa, odada bir kanepenin üstünde, marka çantalar ve tüyleri uçuşan ayakkabılar duruyor pembe pembe. “Bunlar sizin değil, değil mi?” diyor sunucu. “Hayır ama onları kullananlar benim malım.” diyor Ali Ağaoğlu. Onun malı. Onun. Malı.
Sonra İngiltere ekonomisini batmaktan kurtaran diğer mallarını sayıyor: 12 Rolls Royce, 10 küsur Bentley otomobil filan.
Şimdi… Bunlar neden bu kadar “sürpriz” olarak algılandı, gerçekten anlamadım.
Ali Ağaoğlu’nun hangi tavrı ve sözü sizi şaşırttı? Ondan ne bekliyordunuz da söylemedi? O oturduğu yalıya ve bu konuşmaları yapabilecek duruma dün mü geldi? Onu buralara kim getirdi? Yıllardır neredeydi, neler yapıyordu sizce? Bugüne kadar, insana (özellikle kadına) saygısıyla mı ünlenmişti bu adam?
Memlekette hiç böyle davranan, böyle yaşayanlar da yok değil mi zaten? Her şey toz pembeydi ve Ali Ağaoğlu bu güzellikleri bozuverdi.
Bir yere girdiği an, son model telefonunu, son model araba anahtarını ve son marka güneş gözlüğünü masaya koyan; pahalı saati görünsün diye devamlı saçlarını düzelten abilerden ne farkı var bunun? Peki, her yediğinin fotoğrafını sosyal medyaya koyanlardan farkı var mı? Herkes, parasının yettiği seviyede görgüsüzlük yapıyor işte.
Şaşırtıcı olan, belgeselin Ali Ağaoğlu bölümü değil. Koca belgeselde, sadece bu bölüme şaşıran insanlar. Memleketin “şaşırtıcı” hale gelmesine (bilerek ya da bilmeyerek, susarak ya da konuşarak) katkıda bulunup, sonra şaşıranlar.
Canınız şaşırmak istiyorsa, belgeselin diğer bölümlerinde şaşıracak bir sürü başka şey var. Hepsi, farkında olduğumuz ama uzak durmayı ve (mümkünse hemen) unutmayı tercih ettiğimiz şeyler.
Bazı şeyleri görmezden gele gele, rahatça uyurken, biri kalkıyor, her şeyi bütün çıplaklığıyla gözümüzün önüne getiriyor.