Orantısız kuvvet, muktedir mağduriyet

Bir öğrenci çalışması üzerinden bir bardak suda koparılmaya çalışılan bu fırtına, iktidarın her kriz anında olduğu gibi bu sefer de, hiçbir inandırıcılığı olmasa dahi “camiye ayakkabıyla girdiler, bira içtiler”, “Taksim’de feministler ezan okunurken slogan attılar”, “minareden Çav Bella çaldılar”, “başörtülü bacılarımıza saldırdılar” senaryolarının yarattığı duygu birliğine umarsızca ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.

Boğaziçi Üniversitesi önünde yere Kâbe fotoğrafı sermekle suçlanan Güzel Sanatlar Kulübü ve LGBTİ+ Kulübü üyesi öğrenciler, önce troll sosyal medya hesaplarında ve havuz medyasında hedef gösterildiler, daha sonra gözaltına alındılar ve nihayetinde aralarında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Boğaziçi’nin kayyum rektörü Melih Bulu ve CHP sözcüsü Faik Öztrak’ın da olduğu siyasilerin ağız birliğiyle yaptıkları “kutsal değerlerimize saldırdılar” açıklamalarının ardından tutuklandılar. Yetkili ağızlar, bu öğrencileri “azgın azınlık”, “sapkın düşünce”, “LGBT sapkını”, “sapkın grup” diye adlandırıyor, öğrencilerin protesto ettiği atanmış rektör sonradan nedense sildiği mesajında "#bogazicilgbtrezaleti" etiketini kullanıyordu. Rektörlük önünde toplanıp protesto eden, afiş, döviz, pankartlarla kayyum rektörü istifaya çağıran, şarkılar söyleyip dans eden, slogan atan bir grup gencecik öğrenciye karşı koca koca bakanlar, dokunulmazlık zırhındaki milletvekilleri, ağızlarından dökülen hakaretlerin neredeyse her zaman mahkemelerce ifade özgürlüğü sayılacağından emin siyasiler… Bu orantısız kuvvet elçileri, elbirliğiyle, farklı cinsel yönelimleri olan bir grup insana karşı halkı kin ve düşmanlığa sevk eden açıklamalar, hakaretler saçıyorlardı ortalığa: Öyle ya, bu gençler insanlıktan nasiplerini almamış kendini bilmezlerdi; hadsizlerdi; İslamiyet’in kutsallarına, insanlığın mukaddes değerlerine saldırmışlar, sapkın düşünce ve yaşam tarzlarıyla nesillerimizi ifrat etmişlerdi. Yetkililer, elbette hükümet olarak üzerlerine düşeni yapacaklarını ifade ettikten sonra, Türk yargısını göreve çağırıyorlardı. Aslına bakarsanız, öğrenciler o kadar suçluydular ki, gözaltına alındıklarında İstanbul Valiliği suç delili olarak LGBTİ bayraklarının ele geçirildiğini açıklayarak kamuoyunun vicdanını bir nebze olsun rahatlatmaya çalışıyordu.

Böylece, yaşam tarzlarına müdahalesi herkesçe kabul görüp onaylanmadığı sürece kendini tamamlanmış görmeyen, 'kültürel iktidar olamadık' diye sızlanıp duran bu nefret ve kutuplaşma dilinin sözcüleri bir kez daha, “manevi değerlerimiz, kutsallarımız” söyleminin ardında sıraya geçmesi beklenen iktidar ve muhalefetin ağızbirliğini talep etti ve istediğini aldı: Koca koca adamlara göre bu büyük insanlık suçunu işlemiş olan gencecik öğrenciler, Kerem Altıparmak’ın Twitter’da belirttiği gibi önce cezası 6 ay ile 1 yıl arasında olan TCK 216/3’e göre dini değerleri aşağılama suçlamasıyla gözaltına alınıp sonra 216/1’den halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten tutuklandılar.

İnsanın aklına ister istemez, "dönem sonu sınavlarına girdikleri bugünlerde sınav salonu yerine cezaevine giden bu öğrenciler ne gibi bir suç işlemiş olabilirler ki bu cezayı hak etsinler", sorusu geliyor. Haberlere yansıdığı kadarıyla ve daha sonra öğrencilerin bu konuda yaptıkları açıklamaya bakacak olursak, bunca gürültü öğrencilerin hazırladıkları bir sergi nedeniyle kopuyor. Güney Kampüsü’ndeki protestolara üniversitenin Güzel Sanatlar Kulübü öğrencileri bir açık hava sergisiyle destek veriyorlar. Mandallarla çalılara tutturdukları, şövalelere, portatif tablalara yerleştirdikleri, duvarlara yapıştırdıkları, yerlere serdikleri resimlerini, eserlerini açık havada sergiliyorlar. Kendi beyanlarına göre, bu sırada üzerinde Kâbe resminin bulunduğu bir kolaj çalışması, bir süreliğine yerde kalıyor ve sergileniyor. Daha sonra eser sahibinin bu çalışma ile ne ifade etmeyi amaçladığını içeren bir açıklama metni ile birlikte bir yere asılıyor. Kolaj çalışmasında Kâbe resminin üzerinde Şahmeran figürü ve LGBTİ+ bayrakları yer alıyor. Anladığım kadarıyla, LGBTİ+ kulübünün hedefe konmasının sebebi bu görsel tasarım. Elbette, bir sanat eserinin belli bir dinin kutsalını zedelediği, inananları rencide ettiği ya da incittiği ileri sürülebilir. Bunun üzerine, sanat, estetik, ifade özgürlüğü gibi kavramlar üzerinden geniş çaplı bir tartışma yürütülebilir ya da rencide olanlar tarafından yasal süreç başlatılabilir. Ancak tam tersine, LGBTİ+ bayrağını ya da Anadolu’da yüzyıllardır kullanılan Şahmeran figürünü bir hakaret unsuru, hem de dine yapılmış bir hakaret olarak görmek de tartışmaya açıktır. Eserin yerde olmasında ise bir kasıt olmadığı, öğrenciler tarafından da ifade ediliyor. Buna karşılık, ortada kastını aşan bir hakaret olduğu kabul edilse bile, ağız birliğiyle LGBTİ+’lere yönelik nefret söyleminin dolaşıma sokulmasını, hedef gösterilmelerini, hakaretlere uğramalarını haklı göstermez. Hepsi bir yana, eninde sonunda bir öğrenci çalışması olan bu eserin İçişleri ve Adalet Bakanlarının, Diyanet İşleri Başkanı’nın, iktidar sözcülerinin ve hatta Ana Muhalefet Partisi sözcüsünün gündeminde yer tutması, gerçekte linç edilerek cezalandırılmaya çalışılanın sadece birkaç öğrenci olmadığını gösteriyor.

Aslında bu öğrencilerin suçu büyük. Her şeyden önce neredeyse bir aydır yağmur, kar, soğuk demeden kendilerine şirin görünmek adına onca numara yapan, kâh “ben de Boğaziçiliyim, ben de sizlerden biriyim” diyen sevecen sesiyle, kâh kampüs kapısına kelepçe vurduran otoriter tavırlarıyla, olmadı “beni Sayın Cumhurbaşkanımız atadı, neden istifa edeyim ki” pragmatizmiyle koltuğunu bırakmamakta direnen Melih Bulu’yu protesto etmeye devam ediyorlar. Üstelik her siyasi görüşten, her inanç grubundan, her cinsiyet kimliğinden, her sosyal sınıf ve eğilimden öğrenci bir araya gelerek, birbirlerini dışlamadan ve farklılıklarına saygı göstererek yapıyorlar. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde okumaya hak kazanmış, gözlerinin içi ışıldayan bu gencecik insanların sosyal medyada yayınladıkları videoları izlediğinizde ne istediklerini -ya da istemediklerini- hiçbir şüpheye yer vermeyecek açıklıkta ifade edebildiklerini göreceksiniz: “Boğaziçi’ne atanmış rektör istemiyoruz” diyorlar. Bunun Melih Bulu’nun kimliğiyle, akademik yetkinliğiyle veya başka bir şeyle ilgisi olmadığını ifade ediyorlar. Bir aydan bu yana, ısrarla ve hiçbir şüpheye yer vermeksizin aynı talebi dile getiriyorlar. YÖK’ün Bulu’nun “diğer adaylar gibi rektörlük başvuru şartlarını karşıladığı” tespitine, AKP sözcüsü Ömer Çelik’in “Cumhurbaşkanlığı makamının takdiri, yasalar çerçevesinde gelişen bir haktır.” açıklamasına, Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “Burada 2-2,5 yıldır rektörler böyle atanıyor. Burada 'Boğaziçi'ne istisna yapın' demek de herhalde makul bir talep olmayacaktır." sözlerine karşın, onlar tek bir talebi dile getiriyorlar: Rektörün üniversite bileşenlerince seçilmesini istiyorlar. Öğrencilerin, bu taleplerini duyurmak için epeyce zengin bir eylem repertuvarı sergilediklerine yine haberlere yansıdığı kadarıyla tanık oluyoruz. Sosyal medyada yayınladıkları videolar dışında kampüs içinde de her gün bir araya gelip konserler, oyunlar, sergiler, afişler ve dövizlerle dayanışmayı ve protestolarını canlı tutmaya çabalıyorlar.

Bir öğrenci çalışması üzerinden bir bardak suda koparılmaya çalışılan bu fırtına, iktidarın her kriz anında olduğu gibi bu sefer de, hiçbir inandırıcılığı olmasa dahi “camiye ayakkabıyla girdiler, bira içtiler”, “Taksim’de feministler ezan okunurken slogan attılar”, “minareden Çav Bella çaldılar”, “başörtülü bacılarımıza saldırdılar” senaryolarının yarattığı duygu birliğine umarsızca ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. “Kutsal değerlerimize, maneviyatımıza saldırdılar” söylemi, hep çoğunluk olmuş ve bir şekilde çoğunluğun gücünün arkasına sığınmış kalabalıklara onları bir arada tutanın, hayranlıkla arkasına sıralandıkları muktedirin her geçen gün onlardan uzaklaşan imgesi ile özdeşlik kurabilecekleri bir alan sağlıyor: “Biz muktedir olsak da aslında hep mağduruz.” Bir taşla iki kuş… Böylece Boğaziçi’nde kayyum rektöre direnen öğrenciler, daha doğrusu reislik makamının takdiri ile verilen herhangi bir karara direnme ihtimali bulunanlar cezalandırılıyor, direnç gösterenler başlarına aynı şeyin gelebileceği konusunda uyarılmış oluyor. Yalnızca öğrenciler değil, yaşam tarzı dayatmasına karşı çıkan gençler, LGBTİ+’ler, kadınlar…. Aynı zamanda, giderek artan yoksulluk, yolsuzluk çemberinde sıkışan kalabalık, işsizliğinden, aşsızlığından her dem vurduğunda “abartıyorsun” tepkisi veren iktidarla arasındaki mesafenin geri dönüşsüz biçimde açıldığını görmesin diye, üzerinde bir süreliğine oyalanacağı ortak mağduriyetler sunuluyor. İşin garibi, her seferinde muhalefeti de bu kurmaca mağduriyetin arkasında sıralamayı öyle ya da böyle başarıyorlar.

Cezaevine gönderilmeden önce “bizim için endişelenmeyin, bundan sonrası sizde” diyen öğrencilerin mesajını buraya bırakıyorum.

 
 
Tüm yazılarını göster