Coğrafya kaderdir, tamam da, ya isimlerimiz ne kadar kaderdir?
Bir bölümüyle yanı başımızda durur, bizi uyarır, çelmeler, silkeler
isimlerimiz. Bir yanıyla da onun tam hilafına bir hayat
yaşadığımızı fark ettiriverir. Yahut çıkar biri söyler ismimizin
gerçek manasını; belki ömür boyu yanlış bilmişizdir. Küçükken
baktığımız sözlük bize yalan söylemiştir ve hayatımızın devamında
bir kere olsun, başka sözlüğe ‘gitmek’ aklımıza gelmemiştir.
Türkiye’de şu an 500 bin kişiden fazla insanın adı İbrahim. Kökü
çok doğurgan, üstelik birçok dilden takip edilebiliyor. Rahman,
rahim, rahmet, merhamet, istirham, merhum... hep aynı RHM kökünden.
Üç kutsal kitapta da geçiyor; Kur’an’da peygamber olarak var;
kurban bayramı münasebetiyle tekrar dolaşıma giren kıssa da malum
[“kurban” kökünden de tanıdık bir kelime var; “akraba” olan.
“Kurbiyet” yakınlaşmak demek]. İbrahim Peygamber bir rüya görür,
oğlu İsmail’i kurban edecekken, gökten bir koç iner. Nemrut’un
düşmanıdır, Allah’ın dostu, yani “halil”idir; en çok “Şan”ının
kerameti kendinden menkul Urfa’da kullanılagelmiştir Halil ve/yahut
İbrahim. Sofrası bereketlidir, dost sofrasıdır, rahmanı boldur,
merhameti büyüktür, geleneğe göre. Urfa, zaten meclislerin,
muhabbetin, gecelerin, dağ bezmlerinin mekânı olmuştur yüzyıllarca.
Şimdi bağımsız adayları, isotu ve kebabıyla meşhur daha çok. Bir de
müzisyenleriyle.
Bir türkü: “Ayağında Kundura”. Ben en çok “çıktım kerpiç dîwara”
kısmını severim nedense. Sanırım bana muhteşem bir Diyarbakır
türküsü olan “Kerpiç Kerpiç Üstüne”yi anımsattığı için “kerpiç”
kısmıyla. O türkü daha âşıkanedir “Ayağında Kundura”ya göre:
“Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı/ Binayı kurar iken gördüm
Leylâ’yı” diye başlar; Yusuf Tapan’dan derlendiği kaydedilmiş.
“Ayağında Kundura”nın derleyeni de, derleneni de belli. Mukim
(“Muqim”) Tahir’den derleyen Mehmet Özbek. İsim kaderse, Mukim
Tahir’de soy isim kadere dönüşüyor. 1900 doğumlu, 45’indeyken
Zonguldak’ta vefat eden bu üstadın soyadı, cumhuriyetin ilanın
müteakip dayatılan soyadı kanunuyla “Oturan” oluyor. Lakabı, soyadı
oluyor bir bakıma. Mukim, ikamet eden, konaklayan, duran, oturan
diye lakabı var; sonra hop, soyadı oluyor. "Türk Halk Müziği" diye
olağanüstü yanlış isimlendirilmiş müziğin, Urfa yöresindeki en
büyük kaynağı oluyor sonra. Mehmet Özbek’le beraber Muzaffer
Sarısözen epey yararlanıyor Muqim Tahir’den, epeyi türkü derliyor
onun icrasıyla. Tahir üstat fukaralık içinde, hatta “delidir o”
suçlamalarıyla göz yumuyor dünyaya; yıllar sonra biri çıkıp o
türküyle nam ediyor, şan eyliyor, şöhret kucaklıyor. İbrahim. Henüz
soyadı Tatlıses değil. Kel Hamza (Hamza Şenses), Bekçi Bakır (Bakır
Yurtsever), Kazancı Bedih (Bedih Yoluk) isimli müzisyenleri var o
toprakların. Çoğu genç yaşta ölmüş, besteler yapmış: “Buradan Bir
Atlı Geçti”, “Kışlalar Doldu Bugün”, “Ayağında Kundura” sadece
birkaçı.
1 Ocak 1952’de doğmuş. 1 Ocak kısmının netamesi belli. Ülkenin
“doğusunda” doğan birçok insan gibi, nüfusa geç kaydediliyor ve
memur 1 Ocak yazıveriyor. Dünyada İsevî takvime bunca hürmet edip,
İsa Peygamber’in doğum gününü kutlamaya bu kadar hevesli başka
coğrafya bulmak güçtür. Ona göre “mağara”da ama muhtemelen mecaz
olarak mağaraya benzer bir yerde doğuyor. Urfa’da. Şanlı meselesini
geçmiştik, tekrar etmeyeceğim. Yedi kardeşler, o en büyüğü. Babası
Ahmet Tatlı, ciğerci.
İlk plağı “Kara Kız”.
Şöhret hikâyesini, ülkede yaşayan dört kuşak tekmili birden biliyor
olmalı. Hatta tekmili birden, bir şöhret hikâyesinin katharsisi
temsili sayılabilir: Mağarada doğmuş, sinemalarda çığırtkanlık
yapmış, inşaatlarda soğuk demircilik yaparken film yapımcısı kimse
tarafından keşfedilmiş, Adana-Ankara-İstanbul hattında basamakları
ikişer üçer çıkıp Hülya filminde İstanbul’a “Çok büyüksün
İstanbul. Kim bilir kimleri yuttun? Ama beni yutamayacaksın. Bir
gün o kadar büyüyeceğim ki, sen bile bana dar geleceksin,” diye
seslenmiş, nihayet İstanbul’da soyadını değiştirmiş [onu esas
meşhur eden müzisyen Yılmaz Tatlıses’ten devralmış], Ortadoğu
isimli coğrafyada çok büyük şöhrete ulaşmış, hanlar hamamlar almış,
onlar için minibüs şarkısı söylemiş, bunlar için gazino şansonu
icra etmiş, şunlar için opera manipüle etmiş, işadamı olmuş ve
siyasete girmiş. Siyasete girmek kısmında biraz duraklamamız
gerekiyor.
Kasım 2013. Diyarbakır’da toplu açılış töreni var. Sahnede o ve
Şivan Perwer. Önce “Canê Canê”yi icra edecekler [ki, kendisi iğdiş
etmiş yıllarca şarkıyı “işte meydaney/ iyi günün dostu nerdesin
haney” ile], sonra da dünyanın en sakil düetlerinden biri olan
“Megrî Megrî” farsı başlayacak. Perwer açılış töreninin kendine
ayrılan kısmında ulusal kıyafet giymiş, bir pêşmergeyi temsil
ediyor. Tatlıses takım elbiseli, beyaz mendilli. Perwer “zimanê
zikmakî” ile iki lidere teşekkür ediyor, Tatlıses Türkçe ile.
“Buraya ayak bastıkları için iki liderimize de teşekkür ederim;
sayın başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere.”
Telaffuzuna, “k” harfinin gırtlaktaki haline bakılınca, rahatladığı
görünüyor. İstediği, bildiği, aslında unutmadığı telaffuz bu.
İstanbul’un yutmadığı ama vatanına dönünce “hoş geldiniz” diyen.
Vatanı neresi? Urfa mı?
O gün, açılış töreni
sonrası düet yaptıklarında, Perwer iki lidere anadiliyle teşekkür
ettiği esnada, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Bismilli Mehdi Eker’in
Erdoğan’a iki kişinin arada oturmasını dinlemeden eğilip bir şeyler
söylediği sahne var. Kuvvetle muhtemel tercüme ediyor, pek
heyecanlı bir karşılık almayınca da doğrulup sırtını sandalyesine
yaslıyor. Yıl 2000; Siyaset Meydanı’nın gündem belirlediği,
ortalama bir diziden çok daha fazla izlendiği zamanlar. Kırca’nın
konuğu Tatlıses. Can Dündar da araştırmacı gazeteci olarak orada.
Bir yerde Dündar “fenomen” lafzı ediyor. O esnada Tatlıses,
Kırca’ya eğiliyor kadrajdan çıktığını sanarak. Belli ki lafzın
manasını soruyor. Sonra Kırca tarafından ifşa ediliyor soru,
gülünüyor, “içtenlik” hanesine yazılıyor bu puan. O gülüşmelerin
sonunda sırtını oturduğu koltuğa yaslıyor, o da.
Cemal Süreya, onun için yazdığı portrede “Daha çok zordaki
erkeğe, mahpus görmüş kişiye seslenen Orhan Gencebay, hep kendi
görüntüsünü gizli tutma eğiliminde olmuştur. Ondaki belirsizlikte
canavarsı bir yaratığın soluk alışını da duyumsarız. Kentleşmeyle
ek yükler de alan bu acımasızlığın parçalı görünümlerine tanık
oluruz. Ferdi Tayfur gözyaşıyla terledi ve o canavarı şeytansı bir
konuma getirmenin yollarını aradı. Bununla sanki yan kültürü
temizlemiş de oluyordu. Ferdi Tayfur’la arabeske hafif müzikten
ayrıntı yansıları da geldi. İbrahim Tatlıses ise spor bağlamında
olmayan bir koşu içinde belirdi. Aslında arabeskin bir örneği,
uyması gereken biçimleri, göndermeleri yoktur. Tatlıses’te hiç yok.
Kendi kendinin taklidi. Yine de Yılmaz Güney söylencesini içinde
taşıyıp durduğu bir gerçek.” diyordu.
Yılmaz Güney
eğretilemesinden neyin murat edildiği açık burada. Ama bendeki
“fotoğraf”, halen şudur –ve bunun kusurlu bir anımsama işlemi
olduğunun farkındayım. Güney cezaevindedir, küçük yatağının
üzerinde kitaplar ve elinde bir kitap. Evet, İsyan.
Tatlıses’in kaç fotoğrafı var bende? En çok Yıldız Tilbe’li o gün.
Tilbe’nin “büyük öteki”ye başkaldırdığı ve elbette huzurdan
kovulduğu o gün. Canlı yayında ağız kavgası. Canlı yayında olmazsa,
ağız kavgasıyla kalmayacağından herkesin neredeyse emin olduğu bir
kavga. Reklamlar girer, programa dönülür ve görülür ki Tilbe
kovulmuştur. Monolog başlar. Şimdi o monolog için Barthes’a
bağlanıyoruz. “Ağız kavgası bir utku amacıyla yürütülür: her
yanıtın bir gerçeğin utkusuna destek sağlaması ve yavaş yavaş bu
gerçeği kurması söz konusu değildir hiçbir zaman, yalnızca son
yanıtın iyi yanıt olması söz konusudur: önemli olan atılan son
zardır. Kavga hiçbir biçimde satranç oyununa benzemez, daha çok bir
yüzük oyununa benzer [...] tam oyunun durduğu anda yüzüğü avucunda
tutmayı başaran kazanır.”
Konu Gencebay-Tayfur-Tatlıses olduğunda, ben Sen
Aydınlatırsın Geceyi filminde Ali Atay’ın söylediği
şeylerdeyim esasen ama konu şimdilik o değil. Geçelim.
Twitter hesabı varken kullanıcı adı “imparatoribo” idi. Çünkü
herkesin çok büyük sıfatları var. Onunki en büyük olmalı. En
büyüğün ufku da imparator. 87’de Kadınca dergisine verdiği
röportajdan: “Kadının giyinmeye, yiyip içmeye hakkı var ama bunun
dışında eşitlik olmaz.” 12 Eylül’den sonra Aziz Nesin’in öncülük
ettiği “Aydınlar Dilekçesi”ne imza atıyor. Aydınlar bir bir darp
edilerek alınmaya başladıktan sonra Ilıcak ailesinin
Tercüman gazetesi 26 Mayıs 1984 tarihli nüshasından
okuyoruz: “Ben toplu konut dilekçesi sandım.” İbresi pek şaşmıyor
konu devlet olunca. Şaştığı zaman da toplu konutlara bakıyor.
Saddam 2003’te devrildi. Hewlêr, namıyla kaydıyla Hewlêr’di
2005’te. O “Erbil”e gitmeyi tercih etti. Konser salonunun dışında
Türk bayrağı olmadığını gördü. Kameralarla beraber bekledi, bayrak
asıldı, konsere gitti. Orada söyledi: “Babam Türk, annem Kürt, ben
Türk oğlu Türk’üm. Size Türkiye’den selam getirdim.” Oksimoronu
zaten geçelim; ama 2005’ten hemen önce Kanal D’de “Babam Arap,
annem Kürt, ben Türk oğlu Türk’üm” demişti. Güney’de Arap oldu sana
Türk.
Cem Uzan’ın Genç Parti’sinden aday oldu. Seçilemedi.
Milletvekili olmak istiyordu, muhtemelen “bir tek o kaldı, madem
onu da olayım”dı motivasyonu. Yeni Türkiye’de Ak Parti’yi
destekledi. Melih Gökçek’in mahdumunun kanalı Beyaz TV’den çıkarken
vuruldu. Önce “PKK yaptı” dediler, sonra gerçek ortaya çıktı.
Hastane odasında yapılan nikâhı Mustafa Sarıgül kıydı,
şahitlerinden biri Fatih Terim’di. AK Parti’den aday adayı oldu.
Vekil adayı olamadı. Bir daha denedi en son. Gene olamadı.
Instagram’ında Eylül 2015’te "241K" takipçi vardı. Birkaç kişiyi
takip ediyordu sadece. İlk takip ettiği isim Erbakan Malkoç.
Alişan’ın yakın ahbabı. Cumhurbaşkanlığı iftarından Erdoğan’la
fotoğrafı var Malkoç’un. Lüks araba tasarlıyor. Tatlıses, Kadın ve
Aileden Sorumlu Devlet Bakanı olmak istiyor. Malkoç, iftar
fotoğrafının altında herkesin orucunu kutluyor. Yeni Türkiye böyle
böyle oluyor.
Halı sahaya gidenler bilir. Eğer birini gereksizce taltif edip,
onun başarısız olmasını istersen, top onun ayağındayken “or’dan
golü var” diye bağırırsın. “İyi vurur” da nadide örneklerden
biridir. Top ayağındadır, kaleyi karşısına almıştır, arkadan
bağırırsın “iyi vurur!” Mesnetsiz tezahürat. Sonuç başarısızdır.
Top genelde kaleciye ulaşmaz bile. Bu yeni Türkiye figürlerine
bakınca da içimden hep onu tekrarlıyorum. CB iftarına gidiyorlar
mesela lüks arabalarla, arabaya binmeden önce biri sanki bağırıyor
onlara “or’dan golü var”.
Çok uzattım ama sahicisini söyleyeyim de bu bahis kapansın. Son
golü halk atar. Valla bak.
Bu yazı Eylül 2015’te yayımlanmıştı. Birkaç küçük
düzeltmeyle yeniden yayımlanıyor. Yazıda adı geçen Fatih Terim’in
portresi de Ilıcalı, Turan, Mardini gibi isimlerle beraber
yazılmakta.