Cemil Meriç Edward Said’in meşhur kitabı Şarkiyatçılık’ı okumuştu. Bu kitabı okuduktan sonra ise böylesi bir kitabın neden bir Türkiyeli tarafından yazılamadığını da dert edinmişti. Ben de son zamanlarda postkolonyal teori olarak adlandırılan bir düşünce geleneğinin bazı temel yapıtlarını okuyorum. Bu gelenek büyük ölçüde Said’in adını andığım kitabıyla başlayan bir düşünce hattı. Yani aslında bir kitap yazarak, ama iyi bir kitap yazarak ciddi bir gelenek oluşturabilmek hâlâ mümkün.
Çoğu Hint kökenli olan postkolonyal düşünürler kendi toplumlarıyla Batı ya da dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırıyorlar. Bir bakıma o meşhur Doğu/Batı meselesini tartışıyorlar. Örneğin ben Dipesh Chakrabarty’nin Avrupa’yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık kitabını yeni bitirdim. Zaten bu yazıyı da bu kitabı okuyabilmiş olmanın verdiği müthiş hazla yazıyorum.
Chakrabarty’nin kitabını okurken aklıma daha önce andığım Cemil Meriç’in Şarkiyatçılık kitabı hakkındaki yorumu geldi. Meriç’in sorusunun tüm postkolonyal düşünürlerin yapıtları için de tekrar edilebilir olduğunu düşündüm. Sahiden, neden Türkiyeli bir düşünür bu konu hakkında bu kapsamda, bu derinlikte kitaplar yazamıyor?
İşin elbette ortam, imkân boyutları var. Hem Said hem de postkolonyal geleneği oluşturan diğer isimler genellikle ABD üniversitelerinde yetişmiş, halen oralarda hocalık yapan kişiler. Yani Batı üniversitelerinin ortam, imkân olanaklarıyla donanmış akademisyenler ve İngilizce pek çoğunun zaten anadili. Bu mazereti göz ardı etmemekle birlikte ben meselenin ortam ve imkân meselesi değil daha çok bir ufuk meselesi olduğunu düşünüyorum. Kimileri buna “vizyon” da diyebilir ama açıkçası ben o kelimeyi hiç sevmediğim için “ufuk” kelimesini tercih ediyorum.
Bence sorunun cevabı çok basit. Türkiye’nin düşünce dünyasının neredeyse artık “genetik” olarak yorumlanabilecek temel bir özelliği var: Cephe biçiminde yapılanmış olmak. Bu özellik kendi içinde belli bir evrime tabi olsa bile bence hâlâ gücünü koruyor. Bir yanda Batı’yı olduğu gibi almak, kabul etmek, taklit etmek gerektiğini düşünenler. Diğer yanda ise Batı’yı total olarak reddedenler. Yani Türkiye Batıcılar ile Doğucular arasında ikiye bölünmüş durumda. Aslında bu bölünme öylesine cepheleşmiş bir durumda ki, bu cepheler artık bir düşünme biçimi bile değil. Tam tersine düşünmeyi durdurma, hatta düşünmeme biçimi haline gelmiş durumda. Ben buna haddimi zorlama pahasına ÖRGÜTLÜ DÜŞÜNCESİZLİK demek istiyorum.
Biyolojik genetik olarak belli bir aileye doğduğunuz gibi, kültürel genetik olarak da belli bir mahalleye, kültüre, ideolojiye, dine, mezhebe, yaşama biçimine doğuyorsunuz. Biyolojik olarak ebeveynler tarafından büyütülmenin konforu gibi, içine doğduğunuz kültürün size sağladığı konfor büyük ölçüde sizi inşa ediyor. Bu tek taraflı kültürel beslenme sizi hayata karşı konumlayacak kanaatlerle yeterince donatıyor. Yani öyle uzun boylu düşünmenize pek gerek kalmıyor. Zaten benim “örgütlü düşüncesizlik” dediğim şey de düşünmeden kanaat sahibi olabilmeyi mümkün kılan ağın bizatihi kendisi.
Üstelik bu örgütlü düşüncesizlik sadece eğitim düzeyi düşük, taşralı toplumsal kesimlere özgü bir değil. Örneğin eğitim kamusal olmak yerine milli olunca, kültür maarif kavramında olduğu gibi eğitimle birlikte düşünüleceğine turizmle birlikte düşünülünce sadece bir uzmanlık, meslek meselesi olarak kalabiliyor. Dolayısıyla eğitimli olup, iyi bir mesleğe ya da uzmanlığa sahip olup aynı zamanda zihnen örgütlü bir düşüncesizlik ağı içinde yaşamaya devam edebiliyorsunuz. Ayrıca geniş bir kültürel kamusallıktan zihni beslenme alışkanlığınız yoksa mahallenizin, ideolojinizin, verili kültürel kodlarınızın egemen olduğu bir kültürel tabldotla yaşayıp gidiyorsunuz.
Bunun sonuçlarının olmaması elbette mümkün değil. Örneğin Oğuz Atay “yaşamadığı için büyümemiş” gibi bir niteleme kullanırken ya da “çocuk kalmış bir millet”ten söz ederken aslında benim “örgütlü düşüncesizlik” derken kastettiğim şeyi çok daha edebi bir biçimde ifade etmiş oluyor. Büyüyememek, çocuk ya da ergen kalmak kültürel bir sınırlama. Mahallesinin hiç dışına çıkmamış, hayatta başka seçenekler olabileceğini hiç kişisel olarak deneyimlememiş biri kültürel olarak büyüyebilir mi?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da “ödünç şahsiyet” diye bir kavramı var. Sosyalleşme sınırları sözünü ettiğim çerçeveyi aşamamış bir profilin aslında bir tür kültürel klonlama olarak nitelenmesi çok mu abartılı olur? Dolayısıyla Türkiye’de kişilik yerine kimliğin çok daha güçlü olması aslında bunun bir tezahürü değil mi? Çünkü şahsiyet biraz da kimliğe rağmen gelişebilir. Yani kimlikle kişilik arasında ters orantılı bir ilişki vardır.
Yazının başında adını andığım Cemil Meriç, “ideolojilerin kinlerimize takılan maskeler” olduğunu da söyler. Ve bence çok da haklıdır. Özellikle de Türkiye tecrübesinde. İdeolojik ayrımlarımız çoğu zaman kültürel kodlar açısından ötekileştirdiğimiz kesimlere duyduğumuz kinden beslenir. Türkiye’de politik olan içinde kültürel olanın nüfuz derecesi oldukça yüksektir.
Genel toplamda içine doğduğumuz, oluşmasına pek de katkı vermediğimiz ama kolay edindiğimiz mahalli, kültürel, ideolojik kodlar aslında düşünmenin önündeki en büyük engeldir. Elbette özellikle toplumsal meseleler açısından ülkenin demokrasi seviyesini, temel haklarını kullanım imkânlarını da buna eklemek gerekir. Düşüncesizliğin örgütlü olmasından kasıt ise hep mahalli, kültürel, ideolojik, dini, mezhebi bir kolektivite tarafından yeniden üretiliyor olmasındandır. Düşünebilmek ise daha çok bir yolculuğa benzer. Turizm gibi cebinde dönüş biletiyle yapılan bir yolculuk değil ama. Gerçek bir yolculukta yol yolcuyu dönüştürür. Düşünmek de öyledir. Bir kez düşünmeye başlayınca nerede mola vereceğinizi, nerede duracağınızı peşinen belirleyemezsiniz.
Koşulsuz, sınırsız bir düşünme alışkanlığı edinmeden de kendinize, toplumunuza, dünyaya çoğunluktan farklı bir noktadan bakamazsınız. Bir bakıma örgütlü düşüncesizliği aşmadan ne Edward Said’in Şarkiyatçılık’ı gibi, ne de Dipesh Chakrabarty’nin Avrupa’yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık’ı gibi kitaplar yazmak mümkündür.