Orhan Boran: İşitsel bir abide, siyah ve gümüşün siyahı
Orhan Boran, iletişim araçlarının yazılı, işitsel ve görsel üç türünde de iş yaptı, sevildi ama o en çok radyoyu sevmiş, severmiş. Radyomuz bozulmuştu. Orhan Boran ve Yuki’ye yetişmek için, Tavukuçmaz Yokuşu’ndaki tamirciden eve koşuyorduk abimle. Radyo kucağımızda, çocukluk battaniyemize sarılı… Bizim kuşak için bir süreklilik duygusuydu Orhan Boran. Hayatlarımız darbelerle, yasaklarla bunca kesintiye uğrarken, o sürüyordu. Orhan Boran sesi, şovu. Benim için bu böyleydi mesela. Süreklilik yani.
Türkiye’de bir Radyo Günleri vardıysa - ki vardı -
rengi 1950’lerden itibaren siyah ve gümüştü. Sonra da hep öyle
kaldı. Siyah Orhan Boran, Gümüş Halit Kıvanç…
Orhan Boran, Halit Kıvanç
Bu iki insan bu toplum için öyle iki audio -
visuel(işitsel – görsel) imge, sonrasında da abide
oldu ki, anlatacak çok şey var ikisine de dair. Halit Kıvanç’ı bir
başka yazıya bırakıp, Orhan Boran’ı yazıyorum işte şimdi bu yüzden…
İkisine de saygı ve sevgiyle elbette…
Batı’nın zengin ülkelerinde televizyon yayınları 1950’lerden
itibaren renklenirken, biz 80’lere kadar siyahbeyaz
seyredecektik televizyonu burada ama çoktandır da renklinin
sabırsız beklentisi içine girmiştik, handiyse daha televizyon
seyirciliğine geçiş yapar yapmaz hem de. Sadece Halit Kıvanç’ın
gümüşî sık saçları, Orhan Boran’ın ince bıyığı ile
vurgulanmış siyahı kalsındı artık televizyona
geçtiklerinde onlar da, gerisi hep rengârenk olsundu. O ikisi,
radyodan televizyona geçerken bize yol göstermiş iki eski dosttu
çünkü.
Bana soracak olursanız, insan zihnini en fazla ve en hızlı
geliştiren algı tipografik algıdır. Ve radyonun
işitsel algısı hiçbir zaman tipografik algıya
televizyonun görsel algısı kadar agresif biçimde
saldırmamıştır. Annemi akşamları odanın bir köşesinde kitap, babamı
diğer köşede gazete okurken hatırlarım ve radyo açıktır. Radyoya
kulak verişleri, soluklanmaları gibiydi annemin, babamın.
Tipografik algı, manzarayı bütün netliğiyle gördüğümüz çok
hızlı bir koşudur, radyonun sunduğu işitsel algı ise asla
hızdan düşürmez okuyucu-koşucuyu, televizyon ise sunmaz,
dayatır görsel algısını, çelme takar.
Orhan Boran ve Halit Kıvanç öyle iki sesti ki, televizyonun
agresyonunu bile düşürürler, soluklandırırlardı izleyiciyi,
televizyona geçtikten sonra da. Visuel olandaki audio’ydu ikisi
de. Görsel olandaki işitsel. İletişim çağında her
dönemin siyah ve gümüşü.
Orhan Boran, iletişim araçlarının yazılı, işitsel ve görsel üç
türünde de iş yaptı, sevildi ama o en çok radyoyu sevmiş,
severmiş.
Benim de ona dair en çok anım radyodan, çocukluk yıllarımdan
yani.
Orhan Boran
Yetişkinler onun üslûbunu ve hayat yolunu belirleyen, kıpır
kıpır hayat adamı – lebensmensch niteliğine, metalik
pürüzsüz sesine, erkek zarafetine tutulmuş olmalılar,
benim için hep ilginç hikâyeler anlatan tatlısert bir
amcaydı. Yuki’yi beraberinde getirdiğine sevinirdim, kızıp da
o tatlı, haşarı, muzip tavşan kardeşi tokatlayıp viklettiğinde
aniden ürksem de, radyoya iyice yanaşmış, halının üstünde, sehpanın
dibinde kulak kesilmişken.
Orhan Boran, 1928 yılında İstanbul’da doğdu. Sivas Kongre’sinde
yaptığı manda karşıtı konuşmasıyla tanınan askeri doktor Hikmet
Boran’ın ve Talia Yaraman’ın oğludur. Hikmet Boran İstanbul’da
İngiliz işgalcilere karşı direnişte önemli roller üstlenmiştir. Ama
bunların yanı sıra Ankara Cebeci Hastanesi’nde Tabip Albay İbrahim
Tali (Öngören) öncülüğünde yaptıkları tifüs aşısı üretme
çalışmalarında yakın arkadaşı Yusuf Balkan ile beraber aşıyı kendi
bedenlerinde denemiş olmaları Hikmet Boran’ın bilime verdiği değeri
gösteriyor ki, esas buna çok saygı duydum. Hikmet Boran, 14 Mart
Tıp Bayramı’nın Türkiye’de kutlanmasına da öncülük
yapanlardandır.
Orhan Boran'ın babası Hikmet Boran, sağda
baba-oğul...
Oğul Orhan Boran ise, Galatasaray Lisesi’nde okurken, sahne ile
tanışır ve İstanbul Şehir Tiyatroları rejisörü Necdet Mahfi
Ayral’ın okulda yönettiği bir Molière oyununda rol alır.
1944 yılında Türkoloji Fakültesi’nde okurken bir yandan da para
kazanmak için Ayral vasıtasıyla tanıştığı Muhsin Ertuğrul
tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları’nda işe başlatılır ve 17
oyunda oynar.
Orhan Boran, meslek hayatının farklı dönemlerinde çok iyi
Fransızca ve İngilizce bilmenin belirleyici faydalarını görür.
Şehir Tiyatroları’ndayken bir Fransız tiyatro kafilesine tercüman
olur ve onların daveti üzerine Paris’te Théâtre des Mathurins’de
bir yıl staj yapar. Ama onun gözü tiyatroda değil, radyodadır.
Yetişkinler kadar biz çocukların da hayatına gireceği yerde.
Önce televizyonculuk, ardından dijital medyanın
yaygınlaşmasıyla, YouTube benzeri mecralarda iyice popülerleşen
sokak röportajlarını Türkiye’de ilk olarak Orhan Boran,
üniversiteyi terk edip Ekrem Reşit Rey’in asistanı olarak girdiği
İstanbul Radyosu’nda 1949-1950 yıllarında başlatır. Temsil
Yayınları Rejisörlüğü yaparken Taksim’e bir kamyon çıkarıp yoldan
geçenleri durdurarak sorular sorar, onları konuşturur.
Orhan Boran’ın radyo ile ilk ilişkisi kısa sürer, yine o
yıllarda İstanbul, Elmadağ’da, Cumhuriyet Caddesi’nde açılan
Kervansaray adlı gece kulübünde sanatçıların sahneye
çıkışlarını organize etmek ve onları sunmaktan ibaret olan bir ek
işi kabul etmesi radyo yönetimince hoş karşılanmaz ve memuriyetten
ayrılmak zorunda kalır. Yazı masamın çekmecesinde o yıllara dair
bir fotoğraf var Kervansaray’da bir geceden. O yıllar
babamın da annemin peşinde Beyoğlu kaldırımlarını ve Ses
Tiyatrosu’nun koltuk kaplamalarını aşındırdığı yıllardır. Ve
fotoğrafta, masadaki grubun en sağında, hemen Orhan Boran’ın
yanında babam Rıza Tulgar oturuyor. Orhan Boran’la bıyıkları aynı
biçim. Ve iyi dostlar ikisi. Grubun diğer ucunda, solda dönemin
ünlü oyuncularından, Ses Tiyatrosu aktrisleri Nimet Alp ve Nevzat
Okçugil oturuyor. Ama masadaki en büyük şöhret sahibi ortada, Orhan
Boran’ın hemen solunda oturan o yılların dünya çapındaki, ABD’li
caz şarkıcısı ve film oyuncusu Eartha Kitt. Orson Welles’in
“dünyadaki en heyecan verici kadın” dediği Eartha Kitt. Biri
ölümünden sonra olmak üzere üç Emmy ödülü sahibi Kitt,
burada kariyerinin henüz 7’nci yılında ve 22 yaşında. 1950’lerin
başında önce ABD’de, sonra bütün dünyada Usku Dara adıyla
meşhur ettiği Katibim şarkısını kendisine öğreten Orhan
Boran ve dostlarıyla Kervansaray’da eğleniyorlar. Annem o
gece Kervansaray’da değil.
En sağda Rıza Tulgar, yanında Orhan Boran ve Eartha
Kitt. Ortada Nevzat Okçugil ve Nimet Alp
Eartha Kitt'in 2008'deki ölümüne kadar müzik, sinema ve
televizyon çalışmalarını sürdüren bir savaş aleyhtarı
aktivist olduğunu söylemeden geçemem. 1968'de Beyaz Saray'daki
resmi bir öğle yemeğindeki Vietnam Savaşı karşıtı
açıklamaları nedeniyle kariyerine ara vermek zorunda kaldı, ara
vermeye zorlandı ve ancak 10 yıl sonra tekrar Timbuktu
müzikali ile Broadway'e döndü.
Orhan Boran, 1956 yılında BBC’nin sınavını kazandı ve Londra’ya
gitti. BBC Türkçe servisinde çalıştı, haber okudu, programlar
yaptı. Şakir Eczacıbaşı’nın çağrısıyla 4 yıl sonra Türkiye’ye
döndü. Bugün de Eczacıbaşı markasının İKSV gibi kurumların
etkinliklerinde olduğu gibi yoğun biçimde sürdürdüğü
sponsorluk işinin Türkiye’de yeni yeni başlıyor olduğu
dönem olması gereken 1960’ların başında firmaların ve bankaların
finanse ettiği bilgi yarışmaları ve sohbet programları sunmaya
girişti.
Orhan Boran'ın BBC yılları
İşte Yuki o zaman hayatımıza girdi. Hızlı devirde döndürülen
kendi sesi olan Yuki’yi, Orhan Boran tavşan – sincap arası bir
egzotik hayvan olarak tanıtır. Orhan Boran ile program boyunca
sohbet ederler. Yetişkinler Orhan Boran ve Yuki programına
ilgi gösterirlerdi, dinlerlerdi ama benim için o bir çocuk programı
olmuştu. İçeriğini pek önemsemezdim, korku ve arzunun karışımı bir
duygu ile Orhan Boran’ın Yuki’ye tokat atacağı ve Yuki’nin de
vikk sesi çıkaracağı anı beklerdim. Yuki’de çocuğun
yetişkinlere teslimiyetinin getirdiği mazoşist güvenceyi
hissederdim. O tokat, pedagojide cezanın hâlâ (belki hâlâ)
eğitim metodu olduğu o yıllarda normal karşılanırdı. Pedagoji,
modern çağın büyük bir kısmında, çocuklara, yetişkinliklerinde,
yurttaş olarak, emekçi olarak, âşık olarak çok faydasını
görecekleri bir mazoşizm kazandırmaya çalışırdı. Biz çocuklara
yalnız olmadığımızı, teslim olduğumuz ebeveynlerimizin güvencesi
altında olduğumuzu hissettiriyor olmalıydı ki bu, Yuki’ye tatlı
sert Orhan Amca’nın atacağı tokatı mazoşistçe(asla sadistçe değil) bir arzu ile beklerdik.
Vikk.
Orhan Boran ve 'temsili' Yuki
Orhan Boran ve Yuki radyoda 14 yıl sürdü. Yazılı basına
da transfer oldu. Safa Kılıçlıoğlu'nun Pazar adlı
dergisinde 1960'lı yıllarda Orhan Boran ve Yuki başlıklı
bir köşede ve 1977'den itibaren Milliyet Çocuk dergisinde
Yuki'nin Şen Serüvenleri başlığıyla yer aldı.
Orhan Boran, 1966 yılında radyoda, Fransa’ya staja gittiğinde
izlediği tiyatrocuların tek kişilik sahne şovlarından esinlenerek
yapmayı planlamış olduğu stand-up şovlarına başladı, bunu
sahneye de taşıdı. Türkiye’nin ilk stand-up'çısı oldu.
Şovlarında şu bizim kayınbirader diyerek işaret ettiği
hayali bir tipleme ile iletişim-ilişkisinden anekdotları
kullanırdı Orhan Boran.
Orhan Boran sahne şovunda
Orhan Boran, 90’lı yıllarda hâlâ televizyonda programlar
yapıyor, genç kuşaklarla da buluşmaya devam ediyordu. Dönemin
heavy metal müzisyeni gençlerle yaptığı talk show
kısa sürede metalci gençler arasında kült niteliğine
ulaşmıştı.
Hayata, medyaya, şov dünyasına ilgisini yitirmiyordu Orhan
Boran. 2000’li yılların ilk yarısında hâlâ işini yapıyordu.
Bizim kuşak için bir süreklilik duygusuydu Orhan Boran.
Hayatlarımız darbelerle, yasaklarla bunca kesintiye uğrarken, o
sürüyordu. Orhan Boran sesi, şovu. Benim için bu böyleydi
mesela. Süreklilik yani.
Orhan Boran, Hürriyet ve Milliyet
gazetelerinde 25 yıl muhabir ve yazar olarak çalıştı.
Milliyet’teki köşe yazılarından derlenen Leyleğin Ömrü
adlı kitabı 1978’de Milliyet Yayınları’ndan çıktı.
2002 yılında kanser tanısı konuldu
Orhan Boran’a. "Hayatımın son yıllarını saçlarım dökülmüş olarak
geçirmek istemiyorum. Öleceksem insan gibi bu halimle öleyim. Şu
dünyayı sefil halde terk etmek istemiyorum. Hayranlarım beni hep bu
halimle hatırlayacak, saçları dökülmüş olarak değil” dedi ve
kemoterapi almayı reddetti. 2012 yılında öldü.
Radyomuz bozulmuştu. Orhan Boran ve Yuki’ye yetişmek
için, Tavukuçmaz Yokuşu’ndaki tamirciden eve koşuyorduk abimle.
Radyo kucağımızda, çocukluk battaniyemize sarılı…