Orhan Kemal’in anlatısı: Epik mi roman mı?
Orhan Kemal’in Pehlivan Ali’si, Köse Hasan’ı, Yusuf’u mevcut gerçekliğin içinden bakıyor okuruna. Koşulların altında ezilirken bile birbirine tutunarak direnen karakterler bunlar.
Tümdar Bender
Bizde anlatı türü tartışmak angarya olarak görülüyor. Bir anlatının roman mı epik mi öykü mü olduğunu bilmenin okuma tecrübesine katkısı olmadığını düşünenler çoğunlukta. Ben edebiyatı türler üzerinden okumanın verimli bir okuma olduğuna inananlardanım. “Özel kodlarla yazılan Tasavvuf şiirini doğru yorumlamak için konvansiyonel dilini bilmenin”(1) şiire nüfus etmeyi kolaylaştırması gibi anlatının türünü iyi bilmenin de “yazarın yapıta vermek istediği anlama daha iyi nüfuz etmeyi”(2) kolaylaştırdığını savunabiliriz. Ayrıca türün tarih içindeki doğuşu, gelişimi ve bugüne bıraktığı geleneğin bilinç ve bilincin ortaya koyulma biçimi hakkında veya türün ortaya çıktığı ve yayıldığı toplumlar hakkında geniş bir bakış sağladığını da. Bu yüzden yazınsal bir tür olan romanı modernite ve batılılaşma gibi sosyal kavramlarla beraber tartışıyoruz. Bu yüzden epiği cemaat toplumlarına koşut düşünüyoruz. Kısacası görme biçimlerimiz olarak yazınsal türler neyi nasıl gördüğümüz hakkında da ipucu veriyorlar. Ben bu ipuçlarının izini Orhan Kemal’in ve Perec’in peşinde sürmek istiyorum.
Aslında Bereketli Topraklar Üzerinde’den yola çıkıp Orhan Kemal’in roman değil epik bir anlatı yazdığını iddia ederek epik anlatının çalışma hayatını nasıl ele aldığını anlamak istiyorum. Karşılaştırma yapabilmek için bir romancıya ihtiyacım var. Yardımıma Perec koşuyor. Onun çalışma hayatına yaklaşım biçimini belirleyerek epik ve romanın aynı konu üzerine farklı fo
Bu bağlamda roman ve epik anlatı arasındaki birkaç ayrımı hemen sıralayabiliriz: Roman dağınık, epik bütünsel. Roman arayış, epik buluş. Roman aşkın, epik içkin. Roman iç dünyaya yolculuk, epik dış dünyaya. Roman istikrarsız, epik istikrarlı. Roman oyunun dışında bir yerde, epik oyunun içinde. Roman bilinmezlikle örüyor kurmacayı, epik doğrularıyla. Kısacası roman gerçekliği eğip bükmeye hazırken epik mevcut gerçekliğin içinde kuruyor yazı dünyasını. Orhan Kemal’in Pehlivan Ali’si, Köse Hasan’ı, Yusuf’u mevcut gerçekliğin içinden bakıyor okuruna. Koşulların altında ezilirken bile birbirine tutunarak direnen karakterler bunlar. Uyumlu ve mutlular. Amaçları koşulları düzeltmeye yönelik: Duvar ustası oldukları günün hayalini kurarak yaşıyorlar. Çalışmaktan ölüm döşeğine düştüklerinde bile umutlular. Yabancılaşma uzak bir kavram onlar için. Perec’in Jerome ve Sylvia’sı ise (Şeyler’in iki ana kahramanı) çalışma hayatına aldıkları mesafe kadar varlar. Paris’in lüks mobilyalarına, vitrinlerine yani Şeyler’e duydukları bağımlılık hissi özgürlük duygusunun önüne geçene kadar özgürlüğü çalışmaya tercih ediyorlar. Özgürlükle çalışmak, parayla parasızlık, meta ile metasızlık hakkındaki düşüncelerinde istikrarsızlar. “Her zaman merdivenin alt basamaklarında, hep biraz aşağıda”(4) olmaları bakımından Köse Hasan’a, İflahsızın Yusuf’a, Pehlivan Ali’ye benziyorlar. Sahip olma duygusu da onları benzeştirebilir. Ama bu duygu Orhan Kemal’in ırgatlarında “hayata içkin” bir şekildeyken yani eve gazocağı götürme duygusu mutlak bir duyguyken Jerome ve Sylvia’da meta edinme duygusu “aşkın” bir yerde. Yolları Tunus’a düştüğünde anlıyoruz bunu. Paris vitrinlerinden, Şeyler’den uzaktayken dönüşümleri başlıyor, sahip olma duygusunun varlığı ve yaşamı kuvvetlendiren etkisi yok oluyor: “Çok geçmeden tüm yaşamları durmuş gibi oldu. Hiç hareketsiz zaman geçiyordu. Çok eski gazetelerin dışında onları dünyaya bağlayan hiçbir öğe kalmamıştı artık; bu gazetelerdeki yazıların da sevgi dolu yalanlardan, bir başka yaşamın anılarından, bir başka dünyanın yansımalarından başka bir şey olup olmadığından bile emin değillerdi. Hep Sefakis’te yaşamışlardı ve hep orada yaşayacaklardı. Ne bir tasarıları kalmıştı ne de sabırsızlıkları; hiçbir şey beklemiyorlardı; çok uzaktaki tatilleri, Fransa’ya dönüşü bile.”(5) Ama döneceklerdi Fransa’ya. “Büyük mağazaların aralarında sıkışıp kalacaklardı. Ellerini ipek yığınları arasına daldıracaklar, parfüm dolu ağır şişeleri okşayacaklar, kravatların üstünde ellerini gezdireceklerdi(…)
İflahsızın Yusuf ise Köse Hasan ile Pehlivan Ali’yi ardında bırakıp duvar ustası olmanın verdiği gurur ile dönecekti köyüne. Aradığını bularak dönecekti. “Elinde bavul, sırtında yeni urba, ayaklarında potinler, başında etiketi koparılmamış yepyeni kasket, sarı kopya kalemiyle”(7) dönecekti. Hasan ve Ali kurban verilmişti ama oyunun kurallarına dayanabilecek güçleri olsaydı onlar da - sahip olmanın, hayallerini “gerçeğe” dönüştürmenin verdiği gururla - ellerinde gazocağı ile dönebileceklerdi köylerine. Ama bir mücadele verilmiş ve Yusuf’tan başka herkes kaybetmişti. Oyunun kurallarına, koşullara uyum sağlanmaya çalışılmış ama koşullar galip gelmişti.
Özetle, Orhan Kemal’in akışkan zamanının karakterlerin bilinci yerine olayları ve olguları dönüştürdüğünü görürüz. Onun dildeki ve kurgudaki ustalığı daha çok politik bir gerçekçiliğe (buna dış dünyanın gerçekliği de diyebiliriz) hizmet eder ve estetik anlamda epik bir çatı kurar. Perec ise iç dünyayı irdeleyerek kurar anlatısını. Bu da kahramanlarının bilincini yönlendirmesine imkân verir. Hem meta fetişizmini karikatürize ederek politik amacına ulaşır hem de estetik bağlamda bir roman çatısı kurar. Ama epik ile roman arasındaki bütün bu ayrımlar sanatsal anlamda bir hiyerarşi yaratamaz. Her ikisi de kendi yerinde özeldir.
- Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, s.27 (İletişim Yayınları, 2013)
- A.g.e(s.27)
- Ayrıntılar için Bkz:Geog Lukacs, Roman Kuramı,çev.Cem Soydemir (Metis Yayınları, 2014)
- Georges Perec, Şeyler, s.38 ,çev. Sevgi Tamgüç (Metis Yayınları, 2012)
- A.g.e(s.90)
- A.g.e(s.102)
- Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s372 (Everest Yayınları, 2014)