Orhan Pamuk ne yazıyor?

Orhan Pamuk her ne kadar kurgusala yaslansa da romanını kaleme almak için ciddi bir çalışma yapar ve hem bireyselin hem de toplumsalın ardında yatan örtük gerçeği hedef alır.

Abone ol

'Veba Geceleri'ni elime ilk aldığımda ne yazacağımı, hangi gözlükle metne bakacağımı bilmiyordum fakat 'Giriş' bölümünün ilk cümlesi beni bu müphemlikten kurtardı: “Bu hem bir tarihi roman hem de roman biçiminde yazılmış bir tarihtir.” Metnin anlatıcısı Mîna Mingerli’nin söylediği bu cümle beni Pamuk metinlerinin anlatısal tarih olup olmadığı konusuna yönlendirirken yapısal unsurlar çok daha farklı dikkatler sundu. Giriş bölümünde kısaca, Mîna Mingerli isimli tarihçinin 33. Osmanlı Padişahı V. Murat’ın üçüncü kızı Pakize Sultan’ın 1901-1913 yılları arasında ablası Hatice Sultan’a yazdığı 113 mektubu yayına hazırlarken yazdığı önsözün zaman içerisinde büyüyerek bir romana dönüşmesi anlatılır. Mingerli’nin bir tarih kitabından ziyade tarihi romana yönelmesinin sebepleri vardır:

“1901 yılındaki veba salgını sırasında adada olup bitenleri araştırırken, bu kısa ve dramatik sürede kahramanların öznel kararlarını anlamaya tarih biliminin yetmeyeceğini, bunların roman sanatının yardımıyla daha iyi anlaşılabileceğini hissettim ve bu ikisini birleştirmeye çalıştım.”

Öte yandan roman sanatına dair bazı noktalara temas eder. Roman sanatının “kendi yaşadığımız hikâyeleri başkalarının hikâyesi gibi, başkalarının yaşadığı hikâyeleri de kendimiz yaşamışız gibi yazabilme hünerine” dayandığını ve Henry James’in “bir romanın inandırıcılığı için ayrıntıların, her şeyin, tek bir kişinin bakış açısının çevresinde toplanmasının uygun olacağı yolundaki görüşüne” katıldığını belirtir. Nitekim Pamuk, kitabı anlattığı tanıtım videosunda kırk sene boyunca bu adayı ev ev, sokak sokak, bütün ayrıntılarıyla yıllarca hayal edip kurduğunu söylerken ayrıntının önemini vurgular. Pamuk romanının “iğneyle kuyu kazar gibi topladığı hakiki ayrıntılara” sahip olduğunu, tarihçi olurken hayal gücünü de coşturduğunu ifade eder. Oysa Minger Adası diye bir yer yoktur, üstelik V. Murad’ın Pakize adında bir kızı da yoktur. Yine de roman tarihi bilgi sunmakla birlikte tarihyazımına ters düşmez zira 19. yüzyılda Almanya’da bir disiplin haline gelen tarih zamanla farklı biçimlerde ele alınır. 19. yüzyıldaki tarih disiplini, tarihçinin boş bir zihinle arşive girip orada edindiği bulgulardan hareket ederek bir tarih ortaya koymasını belirtir. Ancak arşivlerde tarihin asıl öznesi olan halktan ziyade egemen sınıfa dair kayıtlar yer alır. Üstelik gündelik yaşam da ıskalanmaktadır. Buradan hareketle pek çok tarihçi farklı mekteplere yönelir. Bu müktesebata dair en vurucu makalelerden biri Lawrence Stone’un 1979 tarihli 'The Revival of Narrative: Reflections on a New Old History' (Anlatının Dirilişi: Yeni Bir Eski Tarih Üzerine Düşünceler) isimli çalışmasıdır. Burada Stone, tarihin bir bilim olup olmadığını irdeler, bilimse de nasıl bir bilimdir? Artık, tarihçiler tarihin nesnel gerçeklik sunmadığını öne sürmeye başlar. Yeni tarihyazımının vurgusu merkez ve süreç değil, kültür ve sıradan insandır. Makro tarihin yerini mikro tarih alır, küçük insan tarihe girer, tarihçi iktidar ve çoğunluktan kaçarak sınırlara yöneltir bakışını. Ayrıntı ise Clifford Geertz ile ön plana çıkar çünkü Geertz 'yoğun betimleme' tekniğiyle 'ötekini' anlatmaya, kültürel antropolojiyle tarihi tek potada eritmeye çalışır. Kültüre değil kültürün simgelerine bakılır, göstergebilimin etkisi belirginleşir ve artık 'tahkiye' ile 'tarih' kol kola yürür. Öyle ki 'olgu ve kurgu' dahi masaya yatırılır. İkisi arasında bir sınır var mıdır, varsa bunu nasıl tespit ederiz, bu tespit olanaklı mıdır? Natalie Zemon Davis bu sınırın müphem olduğuna işaret eder ve arşivlerdeki kurgunun peşine düşer. Gerçekliğin nesnel olduğu fikri terk edilir ve tahkiye ile tarih yahut tarih ile tahkiye birbirinin konusu olur. Hatta, kimileri tarihi edebiyatın bir alt kolu olarak görür. Buraya kadar kabaca tarihyazımının gelişimine değinmek istedim zira, bu konu özetlenemeyecek kadar uzun. Ancak bu doğrultuda yazan mikro-tarihçilere yöneltilen eleştiriler, modernizmden uzaklaştıkları, siyasete yeterince değinmedikleri, tarih bilimini tahkiyeye indirgedikleri şeklinde özetlenebilir. Benzer eleştirilerin Orhan Pamuk’a yöneltilmesi dikkat çekicidir. Bu bağlamda onu da bir nevi tarihçi olarak görmek mümkün müdür? Öncelikle mikro tarihçi ya da tahkiye-tarih yazan kişi masal, efsane, destan gibi türlerdeki örtük gerçeğe yönelir yahut mevcut olanı, bir anıyı, bir günlüğü veya daha açık bir örnek vermek gerekirse Robert Darnton’ın 'Büyük Kedi Katliamı' kitabında olduğu gibi -1730 yılında matbaa çalışanlarının güldükleri- müphem bir anlatıyı temel alır. Pamuk da benzer tarzda yazar, her ne kadar kurgusala yaslansa da romanını kaleme almak için ciddi bir çalışma yapar ve hem bireyselin hem de toplumsalın ardında yatan örtük gerçeği hedef alır. Büyük bir yapboz kurduğu söylenebilir fakat bu yapboz kurgusala, başka deyişle 'yalana' dayalıdır. ‘Benim Adım Kırmızı’da şöyle bir paragraf geçer:

“Her zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç korkmaz. Bu yüzden Kara’yı olduğundan şaşkın, hayatlarımızı olduğundan zor, Şevket’i kötü ve beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın Orhan’a. Çünkü hikayesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur.”

ROMAN VE ‘YALAN’

Pamuk romanlarındaki tarihi unsuru böylece yalan tehdit eder. Karşımızda yalanı en ince ayrıntılarla kurgulayan, kurgusalı gerçeğin içinde var eden bir yazar vardır, yalan-tarihi arasındaki gerilimden beslenir metinleri. Bu gerilim “Masumiyet Müzesi”nde -hem romanda hem müzede- ete kemiğe bürünmüştür. Üstelik, romanlarında gerçek isimleri zikretmesi daha da çelişkili bir hal yaratır. ‘Veba Geceleri’nde başta Abdülhamit olmak üzere zikredilen isimler, ince tarihi ayrıntılar önünde sonunda insanı şüpheye düşürerek yalan ile gerçek arasında bir konuma sürükler, bu da yetkin okura haz verir.

ORHAN PAMUK’UN DİLİ

Ancak yapı böyle kurulurken dil ve üslup nasıldır? Pamuk’un dili birçok tartışmaya sebep olmuştur. Bu tartışma konuları birkaç noktada toplanır, kimisi çevrilmek için yazdığını söyler, kimisi önce İngilizce yazdığını, kimisi de Türkçesinin yeterince iyi olmadığını. Ben, bu üçüne de katılmıyorum, aksine Pamuk’un dilinin yaratmak istediği gerilimlere uygun düştüğünü savunuyorum. ‘Veba Geceleri’nde dikkatimi üç unsur çekti: İlki özne kullanımının fazla olması, ikincisi edilgen cümlelerin yapısı, üçüncüsü ‘ve’ bağlacının sık kullanımı.

“Şeyh gelince Bayram Efendi onu az önce öğle namazında gördüğünü hatırladı. Şeyh hem şişkoydu hem de upuzun beyaz saçları ve sakalları vardı. Bayram Efendi’ye tatlılıkla gülümsedikten sonra Şeyh dua kâğıtlarının nasıl okunacağını anlatmaya başladı:” (s.27)

Yukarıdaki alıntıda görüldüğü üzere üç 'şeyh' kelimesinden ikisi çıkarıldığı takdirde anlatım bozulmaz. Özne kullanımının sıfatlı anlatımın olduğu yerlerde daha da fazla olduğunu belirtelim. Aşağıdaki alıntı da edilgen yapıya bir örnek:

“‘Vali Paşa hazretleri’ dedi Eczacı Nikiforo, söylediklerinin yan odadan biri tarafından dinlenildiğini bildiğini gösteren sevimli bir hareketle göz kırptı iki konuğuna (…)” (s.54)

Burada görüldüğü üzere “tarafından” kelimesinin kattığı edilgenlik, “dinlen-” fiiline eklenen edilgen çatıyla, “-l” ekiyle pekiştirilmiştir. Hem özne kullanımı hem de edilgen çatılardaki pekiştirme ‘Veba Geceleri’ni herhangi bir gösterge çıkarıldığı takdirde bozulan her göstergenin yapıya hizmet ettiği rafine romanlardan ayırır gibi gözükmekte. Üstelik edilgen yapı yabancı dillerin dil bilgisine göz kırparken ‘ve’ bağlacının kullanımı Osmanlı süslü nesrini akla getirir. Pamuk’un çevrilme maksadıyla bunu yaptığı kanaatinde değilim, hatta bu kanaati çeviriyle hemhâl olan herkesin bulacağı kadar sığ bulmaktayım zira bu kullanımın çevirmene ahım şahım bir yardımı olmaz, hem Orhan Pamuk’u çevirecek birçok yetkin çevirmen mevcut. Türkçesinin kötü olduğu kanaatinde de değilim çünkü böyle bir durum varsa bile editörler zaten gerekli düzeltiyi yapacaklardır. Üstelik Orhan Pamuk’u dinlediğiniz vakit, gündelik konuşmasında da bu özelliklerin mevcut olduğunu görmekteyiz. ‘Ben/kendim’ zamirlerini sıklıkla vurgular. O zaman bu kullanımı nasıl açıklarız? Tarih/tahkiye bize bir yol gösterebilir. Umberto Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti” kitabında şöyle demektedir:

“Ancak Jerome Bruner gibi psikologlar, günlük deneyimleri normal algılama tarzımızın da bir öykü biçimini aldığını düşünmektedirler; aynı şey, historia renim gestarum (geçmişteki gerçek olayların anlatılması) olarak anlaşılan Tarih'te de görülmektedir. Arthur Danto tarihin öyküler anlattığını söylemiş, Hayden White ‘yazınsal bir yapıt olarak tarihyazıcılığından’ söz etmiştir. Greimas tüm göstergebilimsel kuramını bir ‘eyleyen modeli’ üzerine kurmuştur; bu, her göstergesel sürecin derin yapısını temsil eden bir tür anlatısal iskelettir.” (s.147)

Buradan hareketle bahsettiğim unsurları birer gösterge olarak ele alıp anlatının derin yapısına dahil edebilir miyiz? Başka bir deyişle yazarın dil yapısı anlatının yapısına hizmet eder mi? Deleuze ve Guattari, Kafka izleğinde minör edebiyatın izini sürerken dildeki heterojen kırılmalara yoğunlaşır. Kafka’nın Goethe hayranlığına rağmen eserlerini Prag Almancasıyla kaleme alarak dili kasten yersiz yurtsuzlaştırması ve majör dili değiştirmesi metinlerini minörleştirir.  Deleuze ve Guattari de Prag Almancasını ‘tuhaf minör kullanımlara uygun, yersizyurtsuzlaşmış bir dil’ olarak tanımlar. Minör edebiyatın iki ana özelliği daha vardır: Bireyselin her daim siyasala geçmesi ve her şeyin kolektif değer taşıması. Dikkatli okur Pamuk metinlerinde de bu iki özelliği fark edecektir. Ancak minör edebiyatta biçim içeriği yaratırken Pamuk’ta tam tersi bir durum söz konusudur. Dolayısıyla, dildeki kırılmalar majör dili değiştirme kuvvetine sahip olmasa da yazarın dili minörleşme gayreti olarak okunabilir. Yahut minör tekniğin majör edebiyatta kullanılmasıyla bir gerilim yaratılır çünkü zaten üst kurmaca olan metin daha da edilgen kılınmıştır. Ayrıca bu kullanım yazarın roman türünü diğer türlerden ayırma istediğinden kaynaklanıyor olabilir çünkü bahsettiğim özelliklerle birlikte yapı dili yapaylaştırır. Pamuk sanki tahkiye içinde tahkiyeyi imler, dili yer yer yapaylaştırarak kurgunun, matematiğin altını çizer, estetik yalanla bezeli yapay bir dünya yarattığını vurgular. Yahut okurun metne yer yer yabancılaşmasını istemiştir. ‘Veba Geceleri’nde bu kullanımın gerilime hizmet ettiğini düşünüyorum çünkü yazar cinayetleri önceden söyler, okur ileride hangi kahramanların öleceğinden haberdardır, yine de okumaya devam eder çünkü gerilim sürer.  Belki de sadece yazar değil anlatıcıdır buna sebebiyet veren, emin olmak güç. Bildiğim, Pamuk metinlerine üstünkörü yaklaşmamak gerektiği ve bu özelliklerin yetkin okuru gerçek-kurgu arasında bir yerde bırakmasının, metindeki yapının çözülememesinden doğan gerilimin verdiği edebi haz.