1.
Kamuda tasarruf dönemi… Ekonomi bakanımız, tasarruf tedbirleri açıklıyor. Okuyoruz, okuyoruz… Okudukça, memurların ekonomiyi batırdığını düşünmeye başlıyoruz. Ne o öyle, lojmanda kalıyorlar mesela. Kendilerine ait sosyal tesisleri var. Otobüs geçen yerden servise biniyorlar. Bunlar nasıl imtiyazlar yahu? Kara delik bunlar.
Bir daha lojman yapılmasın; mevcutlar ekonomiye kazandırılsın. Servisler kaldırılsın. Bundan sonra otelde eğitim falan da verilmesin onlara; ne gerek var, herkes kendi bakanlığının tesisinde eğitilsin. Bir dakika, o tesisler ekonomiye kazandırılmayacak mıydı? Neyse bakarız ona.
Daha birçok kalem var. Lüks araçların iadesi ağızda sakız, onlar konuşuldukça konuşuluyor. Sanki milyonlarca memur her gün o araçlara biniyormuş gibi. Memurlar lüks araçlara değil de, sabahın ayazında bekledikleri servislere biniyor ama artık binmesinler. Tamam. Ucuza lojmanda kalıyorlar. Kalmasınlar efendim, ne ayıp. Sosyal tesislerde eğleniyorlar. Belki oralardan denize filan giriyorlar. Hem de piyasadan ucuza. Yok artık… Hemen ekonomiye kazandırmalı. Bu memurlar kendilerini ne sanmış? İnsan falan mı?
Bilmem farkında mısınız, bir işi çekilir kılan her şeyi iptal etmiş Bakanlık. Geriye tek bir avantaj bırakmış: Maaş almak… İnsan neden çalışır? İnsan kendini çalıştığı yere nasıl ait hisseder? “Sabah kalktım işe gittim akşam oldu döndüm” yeter mi insana sahiden? Hayatı katlanılır kılan şeylerden tasarruf edilir mi? Tasarruf, kalemleri artık kalemtraşın içinde dönmez olana dek kullanmak, boş kâğıtları arkalı önlü doldurmaktır. Bir yukarı çıkıldığında, tasarruf hakikaten lüks araç almamak, yönetim kurullarını yandaşla doldurmamaktır (maaşlarına ‘tavan’ sınırı geliyormuş, bu arada). Tasarruf, ihalede şeffaflıktır ve gerekliliktir. Tasarruf, nereden geldiği belli olmayan bir büyüklük vehmine kapılarak neo-Osmanî, neo-Selçukî üsluplu yönetim sarayları yaptırmamak, buna ihtiyaç duymamak, ne ihtiyacı bunu aklından bile geçirmemektir.
İktidarcılar aksini savunuyor ama tasarruf tam olarak itibardandır. İnsan fakir bir evde kürkle oturmaz. Ama bir evde, bir sofrada oturur. Eşiyle dostuyla, muhabbetle oturur. İnsan, yaşamaya çalışır çünkü. Hayattan biraz olsun zevk almaya çalışır. Bakanın tasarrufu, belki iki lüks aracı iade ettirmiş ama milyonlarca memurun hayatını katlanılır kılan ufak avantajlara da kast etmiş.
2.
Kamuda bu işler böyledir. Piyasacı ekonomistler hayata böyle bakar. Güya herkes kemer sıkar da bazılarının kemerine önce ekstradan delikler açılır, öyle sıktırırlar kemeri. Bazılarının sıktığı ise kemer de değildir, onlar bellerine ibrişim kuşak dolarlar; sorsak sıkmışlardır… Çok da soramayız zaten. İki üç cümle edip kamera karşısından hızla uzaklaşan bakanlar gibi ortamdan hızla uzaklaşırlar.
Bakanımız hızla uzaklaşmadan, kendisine en azından, hayal gücünün fazla sığ olduğunu söylemeliyim. Ne bu böyle azıcık tedbir, azıcık tasarruf? Bu vergiler hiç yeter mi? Hiç mi kitap okumuyorsunuz sayın Bakan? Okumuş olsanız, durduk yerde para kazandırırdınız Hazine’ye. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okusaydınız; bize özgü müthiş bir vergi sistemini hemen tatbik ederdiniz. Danışmanlarınız not alsın; kitabın baş kahramanı Hayri İrdal anlatıyor, buyrunuz:
" (...) Büyük bir maliyecimiz bu ceza sistemini maliye tarihinde gerçek bir buluş addettiğini resmen bildirmiş ve bundan sonra adımı Doktor Turgot, Necker ve Schacht’la beraber anmakta hiç tereddüt etmeyeceğini her fırsatta tekrarlamıştı.
Hakkı da vardı. Şu itibarla ki, şimdiye kadar halkı mükellef kılan para işlerinde memnuniyetsizlik daima esastır. Hele bu bir ceza şeklinde olursa, daima insanı rahatsız eder. Bizim nakit cezamız ise hiç böyle değildi. Suçlu, kontrol memurumuzdan bunu işitir işitmez, evvelâ şaşırıyor, sonra işin mantığındaki sağlamlığı anlayınca, tebessüme başlıyor, tatbikattaki ciddiliği görür görmez, gülmekten katılıyordu. Kaç kişi memurlarımıza, bilhassa ilk günlerde 'Aman ne olur bir kere de bizim eve gelin, bunu karım behemehal görsün, işte adresim' diye kartını uzatmış, ayrıca otomobil parasını da vermişti.
Nakit cezamızın dayandığı esas, şehre ait umumî saatler başta olmak üzere, açıkta bulunan saatlerden biriyle uymayan her saatten alınan beş kuruştan ibaretti. Fakat bu saat ile bir başka saatin arasında da ayar farkı varsa bu sefer ceza iki misli oluyordu. Böyle komşu olan saatlerin sayısı çoğaldıkça ceza hendesî de nispetle artıyordu. Tam saat ayarı haddizatında imkânsız olduğu için -bu, saatlere mahsus bir ferdî hürriyet meselesidir, bittabi o zaman bunu açıklayamazdım-, hele kalabalık bir yerde yapılan tek bir kontrolde epeyce miktarda bir para tahsili mümkündü."
3.
Sayın Bakan, belki “bunlar uzun iş, biz istesek de saat kulelerini dikip çalıştıramayız” diyeceksiniz. Peki, daha da basiti var. Orhan Veli’nin ‘Bedava’ isimli şiiri. Hem bu şiir insanların hayattan aldıkları azıcık zevklerden bahsediyor, sizin muhakkak ilginizi çeker. Çünkü ne haddimize efendim, bu zevkler nasıl bedava olur?
“Bedava yaşıyoruz, bedava
Hava bedava, bulut bedava
Dere tepe bedava
Yağmur çamur bedava
Otomobillerin dışı
Sinemaların kapısı
Camekânlar bedava
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava
Kelle fiyatına hürriyet
Esirlik bedava
Bedava yaşıyoruz, bedava”
Bir şiircik olsun okumak istemezseniz, bu dizeleri Cem Karaca da pek güzel söyler, şarkı olarak… İstirham ederim, dinleyiniz. Şimdi sorum şu: Bunlar neden bedava efendim? Bizler mesela bu lüks otomobilleri falan ne hakla bedavadan seyredebiliyoruz? Ülkemizin güzide zenginlerinin camekânları bir bakıma insanlığa hizmet değil midir, onlara neden bedavaya bakıyoruz? Havadan, buluttan bahsetmeye bile gerek yok, bu konuda eminim bir şeyler düşünürsünüz. Yalnız, maalesef, ‘bedavacı’ Orhan Veli’nin günlerinden bu yana ‘acı su’ fiyatlandı, o artık sizler için yeni bir gelir kalemi değil. Bir de kelle fiyatına hürriyet ve esirlik konularıyla halihazırda iktidarımız ilgileniyor. Siz buralarda yokken de bu konuda ellerinden gelen esirgemediler, sağolsunlar. Esirlik bu ülkede hakikaten hem bedava hem de bol. Şikâyetimiz yoktur ya, belki oradan da tasarruf etmek istersiniz. “Gerek yok bu kadar esarete” diyorsanız, konuşacağınız kişi belli.
4.
Ama işte Sayın Bakan; esarettir, tasarruftur, vergidir, küçük hazların kaybıdır derken insanın canı sıkılıyor. Canı sıkılmak ne demek, düpedüz mutsuz oluyor.
Bakınız, Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bu konuyu da yazmış. Hem de ne kadar güzel, ne kadar anlamlı, ne kadar çağları aşarak yazmış:
“ (...) Herkes bilir ki, bir saat ya geri kalır, yahut ileri gider. Bu işin üçüncü şekli yoktur. Bu da tam ayar imkânsızlığı gibi umumî bir kaidedir; meğer ki durmuş olsun. Fakat burada iş şahsîleşir. Benim nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşya onlara uymak tabiatındadır. Meselâ, benim çocukluğumun geçtiği Abdülhamit devrinde cemiyetimiz neşesizdi. Başta padişahın asık yüzünden gelen ve halka halka etrafa yayılan bu neşesizlik eşyaya da sirayet etmişti. O zamanın vapur düdüklerinin acılığını, hüznünü, keskinliğini benim yaşımda olanların hepsi bilir. (…) Saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasi akidelerine göre yürüyüşlerini ister istemez değiştirirler."
Demem o ki Sayın Bakanım, bu devirde bizim saatlerimiz de mutsuz yürüyor. Mutsuzluktan vergi almayı düşünürseniz, elinizi korkak alıştırmayın. Bu devrin sürmesi için çalışın, yeter.