Erhan Bener, abisinin Orhan kimliğinden Vüs’at O. Bener kimliğine geçişinin bir dönüm noktası olduğuna, “bir mit oluşturduğuna” inanır. Kuvvet, zenginlik, bir şeyin boşlukta kapladığı yer anlamına gelen bu isim ona bir istim sağlamış olsa da edebiyatımızın yaratıcı ve üslubuyla cesur yazarlarından biridir Vüs’at O. Bener.
Kütüphanelerde eşelenmekten çok keyif aldığımı hep söylüyorum.
Yine böyle günlerden birinde, bir kütüphanenin anı/biyografi
rafında Vüs’at ve Erhan Bener kardeşlerin muhaveresiyle kotarılmış
Kurmacasız Bir Yaşam’a denk geldim. Otobiyografi,
biyografi, anı, günlük, mektuplar hususi ilgi alanım olunca, bu
kitabı da hemen alıp okumaya başladım. Sunuş yazısında gördüm ki,
güzel anılar kadar geçmişin dert yükünü de taşıyan bu hoşsohbet
Tarih Vakfı’nın 1995’te yürüttüğü sözlü tarih projesinin, eski
tabirle söyleyecek olursak, bir verimiymiş.
Ben sözlü tarihi bir veri toplama tekniği olarak kullanmaya
başladığımda, bu teknikle toplanan malzemeyle yapılan çalışmalar
anaakım tarih disiplininin üvey evladı sayılıyordu henüz. Hala da
nüfusa geçirildiğinden emin değilim. Zaten sözlü tarihçilik, adı
üstünde kayıt altına alınmaya değilse de, kalıba sokulmaya
gelemeyen, ihtimallere, imkanlara gebe, ele avuca sığmaz bir
çalışma alanı. Tarih Vakfı sözlü tarih çalışmalarına sahip çıkmak
amacıyla, alanın önde gelen isimlerinden Paul Thompson’un
katılımıyla bir atölye düzenlediğinde yıl 1993’tü. O zamanlar
devlet kurumları bu tür bağımsız örgütlere de destek verdiği için o
yıl Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle ilk sözlü tarih projesi
başlatılmıştı. Cumhuriyet’in Anıları: Sözlü Tarih ve Belgesel
Film Projesi, 13 belgesellik bir seri olarak, Cumhuriyet’in
kuruluşuna tanık olmuş üç kuşağın anılarını kalıcılaştırmıştı.
İşte o proje kapsamında, o yıllarda hayatta olan iki yazar
kardeşten Vüs’at O. Bener’in Ankara’daki evinde, birbirlerine
anıları canlandıracak sorular sorarak, kişileri, olayları, yerleri
hatırlatarak sürüyordu sohbet. Vüs’at Bey, birçok zoraki Ankaralı
yazar gibi bu şehre intibak edememiş, şehrin 70’li yıllarda sürekli
zorluk çıkaran altyapısından ve ülke genelindeki kaynak
yetersizliğinden mütevellit susuzluktan, elektriksizlikten, yakıt
yokluğunun katmerlendirdiği meşhur soğuğundan, işi gereği içine
düştüğü bezdirici bürokrasisinden haklı olarak şikayetçi olmuştu.
Bunu, o sıralar yurt dışında olan eşi Ayşe’ye yazdığı mektupları
biraraya getiren Canım Tavşancığım başlıklı kitaptan
biliyorum. Mektupları okuduğum için de, sohbetin yapıldığı evin,
Ayşe’nin yokluğunda kasvetli, fakat birlikteyken yüzü gülen o ev
olduğunu hayal ediyorum. Muhtemelen değil. Ama olsun. Anlatılanlara
dekor teşkil ediyor ve okumayı daha keyifli hale getiriyor bu
tasavvurum.
ERKEN BÜYÜYEN BİR ÇOCUK/GEÇ YAZAN BİR YAZAR
Vüs’at ya da belli bir yaşa kadar kullanıp, sonra Vüs’at’ın
yanına ilk harfini yerleştirerek vefa gösterdiği adıyla Orhan,
birçok yaşıtının “ana kuzusu” sayıldığı çağda askeri okulların
yatakhanelerinde ve mezun olunca da garnizonların çadırlarında,
derme çatma odalarında geçirir ilk gençliğini. O 20’li yaşlarının
eşiğindeyken ülke de 2. Dünya Savaşı’na girme endişesi içindedir.
Yetişmiş eleman eksikliği o yaştaki tecrübesiz bir subaya ağır
sorumluluklar yüklenmesine sebep olur. Özgüvenini ve becerilerini
geliştirecek bu süreç, Vüs’at’ın entelektüel birikiminin görece
yavaş oluşmasına ve edebiyat dünyasına geç intikal etmesine yol
açar. Parlak bir öğrenci olmasına rağmen, ailesine yük olmama
gayesiyle gönülsüzce devam ettiği askeri okullara dışardan kitap
sokulmasının yasak olması bu rötarın bir başka sebebidir. Şevket
Süreyya Aydemir, Türkiye tarihinin en çok satan kitaplarından biri
olan ve yerli modernleşme projesine numune teşkil etsin diye
okunması teşvik edilen Grigory Petrov’un Finlandiya’nın modernleşme
sürecini anlattığı Ak Zambaklar Ülkesinde’nin askeri
okullarda okutulan tek tük kitaptan biri olduğunu yazacaktır. Bu
tatsız tuzsuz, didaktik kitap ideal vatandaşın nasıl
yaratılabileceğine dair bir kılavuzdur. Geri kalanını siz düşünün.
Bu kurak iklimden ve askerlik mesleğinden uzaklaşması epey zaman
alacaktır Vüs’at’ın.
Yıllar sonra İlhan Selçuk’un isabetli biçimde “aralarında
gizemli bir dostluk olduğu” tespitini yapacağı kardeşi Erhan ile
duygusal ve entelektüel alışverişi Orhan’ı Vüs’at O. Bener yapan
bir yaşantı izlenimi vermektedir. Birbirlerinin ağzından lafları
alarak, birinin unuttuğunu diğeri hatırlatarak ya da birinin yarım
bıraktığı cümleyi diğeri tamamlayarak uyumlu biçimde akan sohbet de
bu izlenimi doğruluyor. Abisine hayran küçük Erhan, onun himayesi
ve sevgisiyle yetişmiş, ondan önce adım attığı entelektüel ortama
abisinin girişini kolaylaştırmıştır. Sonradan eserlerine
odaklanabilsin diye ona maddi destek de verecektir.
Baba mesleği sebebiyle Anadolu’yu dolaşan birçok çocuk ve genç
gibi, memleketin farklı bölgelerinden farklı insan manzaraları
görme imkanları olur Bener kardeşlerin. Hatta Vüs’at iki kez
Mustafa Kemal’i yakından görmüş, insanların büyülenmişçesine
çevresine toplandıklarına şahit olmuştur. Hal böyle olunca yeni
rejimin yarattığı memnuniyetsizliklerden o değil, çevresindekiler,
çoğunlukla da halefi İnönü sorumlu tutulmuştur. Hatta 39’daki büyük
Erzincan Depremi’nden sonra halkın bir kesimi, “İnönü’nün
uğursuzluk getirdiğini” dillendirir. Bunun yanında, devleti temsil
eden “yaban”lara yönelik tavırların, aile ve kadın-erkek
ilişkilerinin de gelenek ve dinin etkisinde biçimlendiğini
gözlemlerler. Derin bir yoksulluk ve yoksunluk da cabası.
Vüs’at’ın askerlik anıları da genç Cumhuriyet’in hikayesiyle
paraleldir. Mesela 41’de İngiltere’ye sipariş edilen uçak ve
denizaltıları almaya giden Refah Şilebi’nin torpillenmesiyle ölen
onlarca subayın bir kısmı, Vüs’at’ın okul arkadaşlarıdır. Kore’ye
gönüllü gitmekten son anda vazgeçmesi Türk tugayına yapılan
saldırıda ölenlerden biri olmasının önler. 60 darbesini yapan MBK
üyelerinin bir kısmı da onun okul arkadaşıdır. Bütün bunlardan
önce, 1939’daki Harp Okulu ve Donanma davalarından hüküm giyen
Nazım Hikmet’in yaşadıklarını gözlemlerken el altından çoğaltılan
şiirlerini de takip eder. Aynı dönemde ülkede Hitler hayranlığı da
alıp yürümüştür. Vüs’at’ın anlattıklarından bu güçlü ve otoriter
figüre kayıtsız kalamadığını anlarız. Ama kısa süreliğine. Ne de
olsa kendini arama yaşındadır. Hem Vüs’at, hem de Erhan yıllar
içinde sola eğilim göstereceklerdir. Bu durum mesleki kariyerlerini
sekteye uğratmakla kalmaz, 1951’de Barış Derneği davasından 3 ay
cezaevinde yatarlar.
Vüs’at’ın hayatında annesinden başlamak üzere kadınların
ağırlıklı bir rolü var. Hayatına giren kadınlar, haklarında uzun
uzun konuşulacak karakterler. Annesi Mediha Hanım teftiş amacıyla
yaşadıkları şehre gelen Reşat Nuri’nin iltifatına mazhar olacak
kadar ilgi çekici, derinlikli bir kadındır. Mediha Hanım’ın
kitaplarını “uyku malzemesi” olarak çocuklarına okuduğu Reşat
Nuri’nin ilgisini çekmesi baba Raşit Bey’de kıskançlık uyandırır.
Edremit’teki garnizonda tanıştığı, yörenin ileri gelen ailelerinden
birinin kızı olan Gazela o dönemin koşullarında keman çalan,
annesiyle birlikte danslı eğlencelere katılan modern bir gençtir.
Vüs’at’la evlendikten birkaç yıl sonra menenjit olup 8 aylık
bebeğiyle birlikte hayatını kaybedecektir. Gazela’dan sonra Neriman
Ündeğer’le tanışır Vüs’at. Çok iyi Fransızca bilen ve belli ki
taşra sıkıntısını aşmanın yollarını arayan Neriman’la ilişkisi daha
ziyade gizli mektuplaşmalarla sürer. Çünkü Neriman yine bir subayla
evlidir. Bu mektuplar Vüs’at’ı edebi ve düşünsel olarak da besler.
Fakat hikayeye Vüs’at’ın bu ilişki sebebiyle Burhaniye’ye sürgün
edilmesiyle ara verilecektir. Askerlikten uzaklaşıp edebiyata daha
fazla vakit ayırmak istediği süreçte ise ikinci eşi Raziye ile
tanışacaktır. Sohbette Raziye’nin yeri oldukça dar. İnsan merak
etmeden duramıyor. Raziye nasıl biriydi acaba? “Can dost” diye
bahsettiği son eşi Ayşe ile tanışıp evlenmeden önce Neriman’ın onu
inatla arayıp bulması, eski duyguları canlandırmaya çalışması
heyecan verici. Bu tek taraflı çaba Neriman’ın hayal kırıklığıyla
bitecektir anlatılanlara göre. Şöyle değerlendirir bu gönül
macerasını Vüs’at: “Ben hep kendime dayanmak isteyen bir adamım,
her zaman da öyle oldu ya. O ise rüya alemindeydi.” Duygusal
ilişkilere kadın ve erkeğin bakış açılarındaki bu fark tanıdık
geldi mi? Canım Tavşancığım’da yer alan mektuplardan takip
ettiğimiz kadarıyla Vüs’at Ayşe ile tanıştığında artık yerini ve
yolunu belirlemiş, hayat arkadaşını da bulmuştur. Belki de dostluk,
bitimsiz aşk mitine galebe çalmıştır.
Vüs'at O. Bener'in son eşi Ayşe'ye hitaben imzaladığı
fotoğrafı.
Vüs’at O. Bener’in birçok meslektaşı gibi, ekmek parası peşinde
(eşi de ODTÜ’de çalışmaktadır) Ankara’ya mıhlanıp kaldığını
söylemiştim. Aynı dertten muzdarip dışarlıklılar gibi o da,
edebiyatçılar ve aydınlardan oluşan bir cemiyete dahil olarak bu
mahkumiyetten zihnen firar etmenin yolunu bulur. “Türk Hemingway”
olmaya heves ettiği dönemi esprili bir dille anlatır. “Soyut ve zor
anlaşılır öyküler yazmayı” yeğlediği dönemlerden klasik anlatıya
geçiş yaptığı dönemlere kadar Ankara’da ikamet eden yazarlar ve
yayıncılarla dostluğunun janrının değişmesinde etkili olduğunu
söyler. Ankara’da yaşadığı dönemde Turgut Uyar, Ankara’ya gelip
gittiklerinde Edip Cansever, Oğuz Atay, ressam Orhan Peker, yayıncı
Salim Şengil, Özdemir ve Sevgi Nutku (sonradan Soysal) sık bir
araya geldiği isimlerdir. Yazdıklarının Bilge Karasu’nunkilerle
kıyaslanmasından hoşlanmadığı da sohbet sırasında ortaya çıkar.
Karasu’nun da aynı hisse sahip olduğunu öğreniriz. Klasik anlatı
kalıplarına sığmayan bu iki yazar sığ edebiyat ortamında
ışıldadıkları için, kıyaslanmalarına hiç şaşırmadım.
İki kardeşin yazmaya başladıkları dönemde bunları yayımlatacak
mecra çok kısıtlıdır. O sebeptendir ki geleceğin birçok parlak
yazarı Salim Amca’nın (Şengil) Seçilmiş Hikayeler
Dergisi’nin sayfalarından çıkmadır. Salim Amca’nın o dönemde
adeta Ankara’nın tarihi dokusunun bir parçasına dönüşmüş O.V. Han’daki yazıhanesini daha
önce anlatmıştım. Varlık, Yedi Tepe gibi dergiler de
çiçeği burnunda yazarların kapısını aşındırdıkları yayınlardır.
Erhan Bener, abisinin Orhan kimliğinden Vüs’at O. Bener kimliğine
geçişinin bir dönüm noktası olduğuna, “bir mit oluşturduğuna”
inanır. Kuvvet, zenginlik, bir şeyin boşlukta kapladığı yer
anlamına gelen bu isim ona bir istim sağlamış olsa da
edebiyatımızın yaratıcı ve üslubuyla cesur yazarlarından biridir
Vüs’at O. Bener. İki kardeşin sohbetini okuyunca, geçim derdiyle,
devlet baskısıyla mücadele ederken yazıya tutunmanın hem ne kadar
meşakkatli, hem de ne kadar sağaltıcı olduğunu bir kez daha
görüyorsunuz. Her iki yazarın eserlerine ilham veren olayları,
kişileri, yaşantıları ilk ağızdan öğrenmek de çok kıymetli. Sözlü
tarih çalışmalarının tarih araştırmalarına katkısı bu işte.
Bu haftanın kitabı Sözlü Tarih ve Yerel Tarihçi, Stephen
Caunce, Çev. Ayşe Özil Bilmez, Bülent Can, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2008. Kitapta büyük tarih anlatısının dışladığı sıradan
insanı ve yerel tarihe iade-i itibar etmenin yollarını
anlatılıyor.