Son günlerin hararetli tartışmalarından biri yine sosyal medyaya düşen bir görüntü üzerinden başladı. Yayınlanan video, eski bir bakanlık müşavirinin çocuğunun Ihlamur Kasrı’nda yapılan şatafatlı mevlidi, bebeğe takılan tek taş yüzük gibi acayiplikler. Konu alışık olunduğu üzere ve köpürmeye müsait olması yüzünden, AKP iktidarı vesilesiyle zenginleştiği düşünülen kesimlerin değişen davranış kalıpları ve hayat tarzı üzerinden konuşuldu. “Bizim paramızla yapılan görgüsüz gösteriş” diyen de oldu, “Orada kamu kaynağı yok neyi eleştiriyorsunuz” diyen de. Her meseleyi olduğu gibi bunu da Suriyelilere bağlayanlar da çıktı, yıllardır göstermeden yaşanan şatafatı hatırlatanlar da. Kınamalara bazı muhafazakarların katıldığı da görüldü, bazı “muhaliflerin” “abartacak bir şey yok” dediği de. Meselenin popüler tarafı, magaziniyle, öfkesiyle, kaşıdığı kültürel karşıtlıklarla son derece bereketli. Bir tarafından ekonomi, diğer tarafından siyaset, her tarafından toplumsal değişim temaları da uyar uymaz diye bakılmadan içeriğe katılıyor.
AKP döneminde zenginleşenler ve bu değişimin siyasi sonuçları hakkındaki tartışma, sadece gündelik popüler gelişmelerle, sosyal medyaya sızan tuhaf görüntülerle anlaşılmaya çalışılmıyor elbette. Bu konuda, Bahadır Özgür’ün 19 Kasım tarihli “Yüzde 5 mutlu azınlık, panikleyen orta sınıf” yazısı, gelir gruplarındaki değişim konusundaki ezberleri (veya propagandayı) bozan verileri okuyor: “Gelir dağılımında payı en fazla eriyen kesimi ‘yeni orta sınıf’ olarak adlandırılan kesim oluşturuyor. Resmi verilere bakıldığında nüfusun yüzde 60’ı, kısa bir dönem hariç payını hiç artıramadı. Son üç yıldır da bu payda kayda değer değişim yok. Oysa her dönem kazanan en tepedeki yüzde 5’in hemen altında bulunanlar, ekonominin bozulmasıyla en hızlı kayba uğrayanlar.” (...) “2000’lerden sonra neoliberal dönüşümün olanaklarını, eğitimlerinin kazandırdığı yetilerle birleştirerek yükselen kesime, ‘yeni orta sınıf’ denilmişti. Sermayeye malik olamadıkları için burjuvalaşması imkansız olan, ama iyi kazançları sayesinde burjuva yaşamını taklit edebilen bu kesim, küresel sermayeyi de heyecanlandırmıştı.”
İki hafta önce T24’de yayınlanan “Sayıların Dili”nde de, KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır, yaptıkları pek çok araştırmada, AKP döneminde yükselen yeni orta sınıfın, beklenenin aksine kuvvetli bir otoriterleşme eğilimi gösterdiğini anlatıyor: "Varsayıldı ki hep, orta sınıf genişledikçe, güçlendikçe, kentli orta sınıflar büyüdükçe demokrasi talebi, özgürlük talebi yükselir. Ama görüyoruz ki öyle değil. Yaptığımız bütün araştırmalar gösteriyor ki, özellikle geleneksel orta sınıf ve yeni orta sınıf dediğimiz küme enikonu otoriter, devletin her şeyi denetlemesinden yana, hatta ekonomik rekabete bile karşı. Teori öyle demiyordu. Bunu yaratan koşulları tartışmamız lazım." Güncelin şehvetinden ayrılarak bu konuları konuşmaya ihtiyaç olduğunu söyleyen Ağırdır’ın, geçmişten referans verdiği bazı iddiaların yanlış mı çıktığı, ileri sürüldüğünde de yanlış mı olduğu ayrı bir tartışma konusu. Ancak “rakamların dili” yeni orta sınıfın siyasi davranış reflekslerini açıkça gösteriyor. Bu reflekslere göre yürütülen stratejilerin de nasıl inşa edildiği ve nasıl sonuçlar -yine aynı söyleşide mevcut- aldığı ortada.
Ekonomide, siyasette, toplumsal hayattaki açık gözlemler, ciddi araştırmalar, istatistiki veriler bir araya getirildiğinde, yükselen yeni orta sınıfın siyasi davranışlarını anlamlandıracak bazı ortak noktalar belirginleşiyor: Rakamlar, alanını genişletmiş, daha iyi duruma gelmiş ve daha çoğunu bekleme umudu süren, kendini güvende hissettiği için iyimserliği (ve iyi olanı) besleyebilecek bir kümenin var olduğunu ortaya koymuyor. Beklenti ve güven anketleri siyasi olarak şişirilmiş kurgu endişelerin değil, ekonomik kaygıların etkisinin büyüdüğüne işaret ediyor. Hayata katılma hevesi, -bazen şatafat gösterileri şeklinde- hak ettiğinin üzerinde imkanla temas, en önemlisi de bunu sağlayan siyasi güvence ile kendisini “yükselen” grup olarak hissedenlerin, böyle işaret edilenlerin olduğunu ve bu hissiyatın devamıyla siyasi destek temin edildiğini biliyoruz. Fakat ne onların daha çok şey elde ettiği doğru, ne de daha çok şey alabildiklerini hissettiklerinde daha demokrat olacakları doğruydu. Daha daraltılmış gelir gruplarıyla tabloya bakıldığında, gerçekleşen kayıp-kazanç rakamlarının, memnuniyetsizlik ve endişe önceliklerinin de ayrışmaya başladığı izleniyor. Dolayısıyla bir zaman kazandığını düşünenler daha fazla kaybetme endişesiyle motive oluyor.
Neoliberal modeli destekleyen yorumlarda, orta sınıflaşmanın demokratikleşme getireceği iddiasının yerindeliği tartışması –elbette çok anlamlı ama- bu yazının konusu değil. Fakat sadece Türkiye’de değil bütün dünyada -bütün sınıflar için geçerli- güvencesiz ve geleceksiz hale gelerek küme düşen (veya yerinde sayan) orta sınıfın, sağ popülizmin, otoriterleşmenin ve faşizan momentlerin ana destekçisi olduğu görülüyor. Türkiye’deki durum açısından da, Bahadır Özgür’ün gelir istatistiklerine dayalı yazısında rakamsal olarak doğrulanan tatminsizliği, Bekir Ağırdır’ın KONDA verilerine yaslanan değerlendirmelerinde de bunun siyasi eğilimlere nasıl yansıdığını görüyoruz. Peki daha önce yapılan “iyimser” beklentilerde olduğu gibi, “yeni orta sınıf” olarak tarif edilen -ama gerçekte sınıfsal bir değişim karşılığı olmayan- bu küme yekpare mi? Kendilerini hâlâ AKP’nin temsil ettiği konusundaki kararlarını değiştirmemiş –aslında bu da çok doğru değil- görünmeleri ve durumlarını –iyileştirmek için değil- korumak için otoriterleşmeye destek vermeleri ekonomik gerekçeleri olan katılaşmış bir grup tavrı mı?
70’li yılların sonunda ve 80 darbesinin ardından çeşitli versiyonları kullanılan bir uydurma hikaye vardı: Güya bir gün yoldan geçen bir hurdacı (kapıcı, sokak satıcısı, dilenci versiyonları da var) apartmanın camından bakan kadına dönüp “Bir gün orada biz oturacağız” demiş. En vahşi otoriter kıyıcılığa onay veren kaybetme endişesi o zamanlar böyle gerekçelendiriliyordu. Bugün yeni orta sınıf olduğuna ikna edilmiş olanlar da, ilk boşluk anında gelip kendilerine yumruk atmaya hevesli, onları dahil olmaya başladıkları alanlardan sürecek laiklerin aportta beklediği hikayelerini çoğaltıyor. Büyük kalabalıklar aslında ellerine korunmaya değecek fazla bir şey geçmemiş olsa da, hâlâ kaybedebilecekleri olduğuna ikna edilebiliyor. Sahiden epey palazlandırılmış küçük bir yüzdeye, eline geçeni azgın bir teşhirciliğe çeviren dar vitrine yönelen tepkiler de, çekememezlik olarak kodlanmaya çalışılıyor. Fakat çocuğuna tek taş takma lüksünü savunan ile artık başörtüsüyle üniversiteye gidebilen kızının aylarca iş bulamamasıyla yüz yüze olanı aynı yerde tutmak giderek zorlaşıyor. Hak ettiği halde alamadığını isteyenle, hak etmediğini aldığını en iyi kendisi bilenin refleksi aynı değil. Başkasının olanı ona benzeyerek elde etme hevesi, kimlik aidiyetiyle yetinmeye zorlananlardan giderek uzaklaşıyor. Hem AKP’nin hem de başka siyasi aktörlerin sorunu, siyasi davranışların aynı kalması yüzünden kaynağındaki ayrışmayı yeterince ciddiye almıyor olmak.