Galalarda kadınların giydiği kıyafetlerin göğüs dekoltesinin suç
olup olmadığını tartışıladursun, bölgesel siyasetin merkezinde
halen tüm insani, sosyolojik ve siyasi yönleriyle “göç” konusu
var.
Özellikle de geçtiğimiz günlerde, doğum günü pastasında 72 mum
üfleyen Avrupa Birliği’nin elinde mülteciler konusu adeta bir sıcak
patatese dönmek üzere.
Uykudaki “karabasanlar”, doğum günü sabahına uyandığında da
Brüksel’in yakasını bırakmayıp peşi sıra ilerliyor sanki.
Arkasında fosforlu kalemle vurgulanmış notlar bırakarak...
Yapay gündemleri bir yana koyarsak, dünyanın en büyük mülteci
nüfusuna sahip ülke olan Türkiye ile 2005 yılından beri tam üyelik
müzakereleri yürüttüğü Avrupa Birliği’nin gündemi son günlerde
“mülteciler” konusu üzerinden örtüşmeye başladı. Görece daha yoksul
durumdaki Orta ve Doğu Avrupa’da da Ukraynalı mültecilere yönelik
artan bir hoşnutsuzluk dalgası söz konusu.
Avrupa’nın barış mimarisi ve ortak normlar üzerine temellenen
insani değerleri, Ukrayna’nın Rusya tarafından işgalinin ardından
ciddi bir testten geçiyor.
Suriye krizi sırasında ağırlıklı olarak eğitimli ve yüksek
vasıflı mültecilerin Avrupa’ya gittiği ve AB’nin de gerek doğrudan
nakit desteği gerekse projelerle mültecileri genellikle komşu
ülkelerde tutma doğrultusunda politikalar güttüğü düşünüldüğünde,
Avrupa, yanı başındaki savaşların ve krizlerin yükünü uzun zamandır
ilk kez bu denli yakından göğüslüyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR)
son rakamlarına göre, Ukrayna’yı terk eden mültecilerin sayısı,
savaşın başından itibaren altı milyona varmış durumda.
Konu, ilk başlarda konuştuğumuz o meşhur “sarışın-mavi gözlü
mülteciler” ile “kara kaşlı-kara gözlü mültecilerin” ev sahibi
toplum tarafından algılanış biçimindeki çelişkinin çok ötesine
geçmiş durumda.
Dolayısıyla, oy birliği ile karar alma kuralının yarattığı
zorlukların da etkisiyle, ortak mülteci politikasının noksanlığı
veya sınırlarından geçerek Avrupa’ya ulaşmak isteyen düzensiz
göçmenleri sınırda dayakla, denizlerden ise geri iterek
(push-back) karşılayan insanlık-dışı tavır, kendisine
kültürel ve dinsel olarak daha yakın bir topluluğa kapılarını
açmakla telafi edilemiyor.
AB’nin göç konusunda ortak bir tavır benimsememesi ve 2020
yılından beri Avrupa Komisyonu’nun ortak göç politikası konusundaki
müzakerelerini bir türlü sonuçlandır(a)maması da bu süreci
çetrefilleştiriyor.
Geçtiğimiz yıl, Taliban’dan kaçan Afgan vatandaşları konusunda
AB üyesi ülkeler ortak mülteci politikası geliştirilmesi gereğini
bir kez daha görmüşler, ancak bu konuda ortak bir paydada
buluşamamışlardı.
O dönemde de gerek Slovenya Başbakanı Janez Jansa’nın sosyal
medya hesabı üzerinden “Anavatanları için savaşmak yerine kaçan
herkese yardım etmek AB veya Slovenya'nın görevi değil” şeklindeki
mesajı, gerekse Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz’un “Benim
dönemimde Afgan mülteci almayacağız” ifadesi bu konudaki sert
tutumu gözler önüne sermişti.
Kısa vadede ortak bir siyasi tehdit karşısında dayanışma
duygusuyla bir araya gelen ülkelerin mülteciler konusundaki çıkar
tanımları ve sosyolojik gerçeklikleri birbirleriyle örtüşmüyor. Ne
de olsa son kertede hiçbir ülke ucu açık bir mülteci sorununu kendi
topraklarına ithal etmeye yanaşmıyor.
Nisan ayı sonunda 9 Doğu Avrupa ülkesi, ortak bir mektupla
Avrupa Birliği’nden maddi yardım talep etmişti ve toplumsal
dayanışma ilkesini öne sürerek proje ve fonların harekete
geçirilmesinin yanı sıra, bu ülkelere ait bazı ödeme
yükümlülüklerinin de ertelenmesi istenmişti.
2015 yılında, Suriyeli mültecilerin kitlesel akınını durdurmak
üzere Macaristan, İtalya, Slovakya ve Slovenya ile sınırlarını
kapatmış olan Avusturya, şimdi de hem Macaristan hem Slovenya ile
kara sınırı denetimlerini güvenlik gerekçesiyle artırıyor ve
sürecin iyi yönetilmemesi durumunda insan kaçakçılığının, organize
suçun ve terörizm tehlikesinin artabileceğinden endişe ediyor.
Peki Schengen bölgesine dahil olan Avusturya, sınırları üzerinde
yeniden ulusal denetim kurmasını nasıl gerekçelendiriyor? Kamusal
düzen veya iç güvenlik açısından ciddi bir tehdit olduğunu ileri
sürerek... Dolayısıyla Schengen uygulamasının bu dönemlerde
doğurduğu kırılganlık, Birliğin kendi içinde duvarlar örmesine yol
açabiliyor.
Krizin başında, sınırda sıcak içeceklerle karşılanan Ukraynalı
mültecilere yönelik koşulsuz dayanışma duygusu, Slovakya ve
Bulgaristan gibi ülkelerde giderek silikleşmeye başlıyor;
mültecilere verildiği ileri sürülen “ayrıcalıklar” eleştiri konusu
ediliyor ve spontane şekilde gelişen mülteci-karşıtı sokak
protestoları yaygınlaşıyor.
Son anketlere göre, Bulgaristan’da vatandaşların yaklaşık beşte
biri mültecilere yönelik olumsuz duygular besliyor.
Slovakya’da ise, mültecilere yapılan her bir yardım, Slovak
halkından esirgenen destek olarak yorumlanmaya başlandı. Örneğin
Slovakya’da Ukraynalı mültecilerin toplu taşıma araçlarını ücretsiz
kullanmaları ve kendilerine bedava öğle yemekleri dağıtılması bir
rahatsızlık doğuruyor.
Bu ortamı daha da kızıştıran ise, güvenlikleştirme politikaları
doğrultusunda aşırı sağ-popülist partilerin ve sahte haber
dalgalarının söz konusu siyaset alanını doldurması.
Tıpkı Almanya’nın bir dönem Suriyeli mültecilere kucak açması ve
2015 yılında Köln’de yılbaşı kutlamaları sırasında yaşanan toplu
taciz ve gasp olaylarında zanlıların çoğunun mülteci olmasının
ardından sağ popülist ve göç karşıtı Almanya için Alternatif / AfD
partisinin oylarının 2017 yılındaki seçimlerde roket hızıyla
fırlayarak ilk kez meclise girmesini sağlayan koşullarda gördüğümüz
gibi...
Bulgaristan’da seçmenlerin yüzde 10’unun oyunu alan Rusya
yanlısı ve milliyetçi Vazrazhdane Partisi, Bulgarlar yoksulluk
içerisinde kıvranırken devletin tüm kaynaklarını Ukraynalılara
aktardığını vurgulayan haber ve yorumları yayıyor.
Benzer şekilde Çek Cumhuriyeti’nde de aşırı sağcı Özgürlük ve
Doğrudan Demokrasi Partisi, Ukraynalı mültecilere yardım
yapılmasını eleştiriyor; Ukraynalı çocuklardan dolayı Çekya
vatandaşı çocuklara verilen eğitimin niteliğinin düştüğünü,
kreşlerde bu kadar çocuğa kapılarını açacak kapasite olmadığını
ileri sürüyor.
Öte yandan, Halkın geneline yayılmasa da tekil nefret eylemleri
göze çarpmaya başladı.
Ukraynalı bir ailenin arabasına, işgalin sembolü olan tartışmalı
“Z” harfi çizildi; Macaristan’da mültecilerin yaşadığı bir
komplekse tuğla fırlatıldı; Slovakya’da ise bazı otobüs
şoförlerinin, kendilerine verilen talimatın aksine, mültecilerin
ücretsiz otobüs kullanmasına izin vermeyi reddettiği yönünde
haberler var.
Çekya ve Macaristan’da ise Ukrayna’dan kaçan Roman mültecilere
yönelik ayrımcılık vakaları gündeme geliyor.
Olay sadece bu ülkelerle de sınırlı değil.
Rusya-karşıtı bir hükümete sahip olan ve Ukraynalılara yönelik
olarak halkının yüzde 90’ının desteğini alan Polonya’da milliyetçi
Konfederasyon Partisi, Ukraynalı mültecilerin Polonya’da
“gereğinden fazla” ayrıcalıktan yararlandığı ve bunun da Polonya
halkında adaletsizlik duygusu doğurduğu yönünde eleştiriler
dillendiriyor.
Mülteci karşıtlığı tüm dünyada iktidar ve muhalefet partileri
tarafından her daim politik çıkarlar doğrultusunda kullanıldı,
kullanılıyor ve öngörülebilir bir gelecekte de kullanılmaya devam
edecek. Tıpkı geçtiğimiz sene Belarus lideri Alyaksandr
Lukashenka’nın Orta Doğu ve Afrika’dan gelen mülteci “tehdidini”
Polonya’ya karşı bir silah olarak kullanması gibi.
Avrupa Birliği, mülteci konusu gibi karmaşık bir sorunun çabucak
çözülmesini, savaşların, göçlerin, insan hareketliliğinin görünmez
bir pelerine bürünüp, “medeni dünya”nın canını daha fazla
sıkmamasını istiyor. Ulusal çıkarların zarar görmeyip tüm bölgesel
ve uluslararası dengelerin kendi lehine işlemesini umuyor.
Hem insani değerlerini ihraç etmek, hem de kendisinden olmayanı
sınırdan ötelemek istiyor. O yüzden kendisini normatif bir güç
olarak anlatacak hikayeler inşa ediyor.
“Farklılıkların içinde birlik” kurmak istiyor, ama Ukraynaca
konuşan ve bir yıllık oturma izni olan bir mültecinin istihdam
piyasasında nasıl yer alacağını bir türlü çözemiyor.
Ancak bu gücü kalıcı kılan araçları geliştirirken de
önceliklerini bir yana bırakamayıp, kolay olan kısa erimli
çözümlerle oyalanıyor.
Bu da yapay zekanın, robotik kodlamanın, nesnelerin internetinin
konuşulduğu bir çağda daktilo kullanmanın ötesine geçmiyor.
Bu sene 9 Mayıs’ta “Avrupa’nın Geleceği Konferansı” çerçevesinde
AB’nin reformuna yönelik olarak ilgili tüm tarafların ve
yurttaşlarının katılımıyla hazırlanan önerileri içeren nihai raporda göç konusu da yer
alıyordu.
Raporda, AB’ye, 'dayanışma temelli, ortak ve etkin bir göç
politikası geliştirmesi' çağrısında bulunuldu.
Göç politikasına dair prosedürün proaktif bir şekilde AB’deki
tüm ulusal merciler ve AB kurumları tarafından işletilmesi ve üye
ülkelerdeki en iyi uygulamaları temel alması da yurttaşlar
tarafından sunulan öneriler arasındaydı.
AB yurttaşları, göç politikasının uzun vadede Avrupa Birliği’nin
yetki alanında olmasını isterken, kısa vadede de göçmenlerin kabulü
ve topluma entegrasyonu konusunda ortak bir standart geliştirilip
uygulanması gereğini vurguluyor.
Rapor, göç konusu da dahil olmak üzere 49 temel öneri
çerçevesinde AB kurumlarının hukukun üstünlüğünden, güvenliğe,
dijital dönüşümden eğitime, gençlik ve spora dek birçok alanda
izlemesi istenen 320’nin üzerinde önlemi içeren gerçek bir
katılımcı demokrasi adımı niteliğinde.
Sınırlarda, para biriminde, demokratik kriterlerde ortaklaşan
Avrupa’nın mülteci konusuna da kalıcı, paylaşımcı ve dengeli bir
yanıt verebilmesi için ortak bir göç politikasında birleşmesi
giderek acil bir hal alıyor ve yurttaşların bu konuda artan
talepleri Brüksel’i köşeye sıkıştırıyor.
Bu soruna, Ukrayna krizinin başında kabul edilen “geçici koruma
mekanizması” gibi yanıtlar verilmesi ise sadece günü
kurtarıyor.
AB’nin orta ve uzun vadeli kalıcı bir stratejiyi tartışması ve
hayata geçirmesi gerekiyor. Çünkü göç, bir dizi acil önlem
paketiyle geçiştirilemeyecek kadar yapısal bir olgu...
Ayrıca, Ukraynalılara kapılarını açarak diğer mültecilere
sınırlarını kapatmak da ortak bir göç politikası tasarımına
katılmamanın bir gerekçesi olmamalı.
Elbette Ukrayna’da süregiden işgal, Brüksel’in göç konusundaki
genel yaklaşımında bir devrim yaratmayacak. Ancak, sorunun
ivediliğini kristal netliğiyle göstermesi açısından bu konuda
yapıcı bir tartışmayı hareketlendirmesi ve sonuca erdirmesi
açısından önemli bir kırılma noktası yarattığı kesin.
Bakalım, kendisi de bir Orta Avrupa ülkesi olan Çekya’nın 1
Temmuz 2022’den itibaren başlayacak olan AB dönem başkanlığı bize
bu konuda ne müjdeler verecek? Prag’ın içinde bulunduğu mülteci
coğrafyasının yapısal öncelikleri, AB’nin ortak göç politikası
doğrultusundaki çırpınışları üzerinde ne denli etkili olacak?
Ne de güzel söylemiş Friedrich Nietzsche: “Asıl marifet, ders
almaktır kendi yangınından”...