Devrimler ya da isyanlar, genelde çözüm iradesinin ve kaygısının
belirmediği bir atmosfer içerisinde, anlaşmazlıkların biriktiği ve
toplumsal çatışmaya dönüşüp keskinleştiği, iktidarla halk arasında
herhangi bir uzlaşma alanı kalmadığında belirir. İktidar,
taleplerini halka dayatabilecek kadar kendisini güçlü
hissettiğinden, daha kabul edilebilir bir alana çekilmeye pek
yanaşmaz. Genel eğilim, devrimlerin iktidarın icraatını gözden
geçirmeye gerek hissetmeyecek kadar kendini güçlü gördüğü
dönemlerde meydana geldiğidir. Geçmişte çok güçlü ve nükleer
silahlara sahip bazı yönetimlerin, yıkıldığında dünyanın birkaç
güçlü devleti arasında olduğunu unutmayalım.
Ayaklanmaların hiçbiri diğerinin aynısı değildir ama bu isyanlar
arasında etkileşim, taklit, modellik, kısmi tekrarlar olmadığı
anlamına gelmez. Her ayaklanma bir diğerinden çok şey öğrenir. Ama
bu en çok da Ortadoğu ayaklanmaları için geçerlidir: Birinci dalga
Arap isyanlarında Tunus’un, Mısır ve Libya ayaklanmalarına ön ayak
olması ve bu ayaklanmaları tetiklemesi gibi. İkinci dalga
ayaklanmalarda ise silahlı mücadele yerini barışçıl gösterilere,
rejimleri devirme talepleri yerini reforma, siyasi talepler yerini
ekonomik ve toplumsal taleplere bırakmış durumda.
Şu an yaşanmakta olan ayaklanmaların kısmen neo-liberalizme
yönelik tepkilerle ilişkisi var. Yine de çatışmanın bu anlamda
bilinçlileştiği ve bedenselliğe büründüğünü söylemek şimdilik zor.
Oysa Arap ayaklanmalarının (Irak, Lübnan, Cezayir ve son dönemde
kısmen başarıya ulaşmış Sudan’ın) daha çok devletin inşa edilme
sürecinin tamamlanmamış olmasıyla ilişkisi var. Ayaklanmaların
büyük bir bölümü, devletin en temel gereksinimleri karşılayamaması
nedeniyle patlak veriyor. Birinci dalga Arap ayaklanmaları
sonrasında henüz ulus-devletin bile inşa edilemediği bir süreçte,
varlığı öncelikli olarak devlet inşasını gerektiren kapitalizmi
konuşmak için oldukça erken. Ancak küresel neo-liberal düzenin bu
ülkeler üzerindeki yıkıcı etkisi de elbette görmezden
gelinemez.
Latin Amerika’daki demokratik geçiş süreci, 90’lı yılların sonu
itibarıyla sona ermişti. Ortadoğu’daki ikinci dalga
ayaklanmalarının gecikmiş demokratik geçişi mi yoksa devletlerin
inşa edilme süreçlerinin reorganizasyonu mu olduğu oldukça
tartışmalı... Bu noktada ülkeleri tek tek ve kendi koşulları içinde
analiz etmek gerekiyor. Lübnan zaten taifeci bir karakteristik arz
eden ağır aksak bir demokrasiyle yönetiliyordu. Irak’ta şekli
olarak demokratik süreçler işlese de yolsuzluk ve kamu
kaynaklarının şeffaf denetimiyle ilgili büyük sorunların yanı sıra
Baas rejiminin kalıntıları üzerine yeni bir devletin inşa edilme
sürecinde tam bir fiyasko yaşanmaktaydı.
Son 20 yılda dünyada meydana gelen ayaklanmalar ya da
“devrimler”, küreselleşme politikalarıyla yakından alakalı olmakla
birlikte eski toplumsal hareketlerin tersine, toplumsal bir
ütopyayı değil bireysel hayal ve ideallerin tetiklediği
ayaklanmaları temsil ediyor.
Bir diğer mesele ise elitler meselesi. Son ayaklanmalarda da
görüldüğü gibi siyasi, dini ve kültürel elitin tepkileri oldukça
önemliydi. Örneğin Irak’taki ayaklanmada göstericilere destek
verdiği fetva ve açıklamalarıyla hükümeti zor durumda bırakan
Sistani, ayaklanmaların meşrulaştırılmasında stratejik bir rol
oynadı. Sistani açıklama yapmadan önce de gösteriler belirli bir
kitlesel düzeye ulaşmıştı ancak onun bu tutumu, elitleri taleplerin
haklılığını kabul etmek zorunda bıraktı. Lübnan’da ise sorunlar o
kadar birikmiş ve ülkenin ekonomik durumu kadar kaotikti ki
Lübnanlı siyasi ve kültürel elit içerisinde gösterilere karşı
çıkanlar dahi taleplerinin haklılığına ve meşruiyetine itiraz
edemedi.
Ayaklanmaların genel seyrine bakarsak otoriter rejimlere karşı
gerçekleşen isyanları yumuşatacak ve isyancıların taleplerini
pazarlık konusu yapacak bir iktidar aygıtı olmadığı durumlarda
otoritenin ayaklanmalara sert tepki verdiğini görüyoruz. Az çok bir
devlet denebilecek bir yapıya sahip olan Cezayir’de, tam devlet
olamamış ve taifeci toplumsal yapının olduğu gibi yönetime
taşındığı ve devletleştiği, Lübnan’da ise askeri ve siyasi
elitlerin tepkisinin sert olmadığını görüyoruz.
Arap isyanlarının birinci dalgasında, son derece katı bir
otoriter yapıya sahip, rejimlerle orduların iç içe geçtiği iki ülke
Suriye ve Libya’da ayaklanmalar süreç içerisinde iç savaşa
dönüşmüştü. Otoriter ülkelerde askeri elitlerin tepkisi oldukça
önemli bir rol oynuyor. Ordunun göstericilerin yoluna çıkmadığı
durumlarda bir rejim değişikliğinin önü açılırken bunun dışında
kalan ülkelerde ise karşı devrimin başarılı olduğunu görebiliyoruz.
Siyasi ve askeri elitin bölündüğü durumlarda ise ülkede kaos ve
bölünme yaşanmakta.
Nasıl ki devrimlerin başarısı iktidar aygıtı içerisindeki
ittifaklarda çatlak yaratmasına bağlıysa devrimlerin başarısızlığı
da muhalefetin rejim karşısında bölünme yaşamasından
kaynaklanmakta. Bu anlamda aktörlerin çokluğu ve lider enflasyonu
da isyanların başarısızlığındaki en büyük nedenler arasında yer
alıyor. Mısır ve Suriye ayaklanmalarına damga vuran şeyin büyük
ölçüde bu bölünmüşlük hali olduğunu vurgulamak gerekiyor. Öte
yandan devlet üzerinde fikir birliği olmadan, özellikle
siyasallaştırıcı hareketlerin yol açtığı derin etnik ve mezhepsel
ayrımların ve anlaşmazlıkların varlığında, siyasal çoğulculuğun
mevcudiyeti otoriter rejimi zayıflatarak iç savaşlara veya
ayrılıkçı hareketlere dönüşebilir, ancak demokratik bir geçişe
dönüşmez. Mezhepçi etkinin yoğun olduğu ayaklanmaların böyle bir
karakteristiği bulunuyor.
Ancak Irak’ta yaşananlara baktığımızda Suriye ve Yemen’dekinin
tersine, aslında mezhepçiliğin ve taifeciliğin bütünüyle
dışlandığını görüyoruz. Bu kurumsal bir yapıya geçiş için yeterli
bir olgu değil ancak, kritik bir eşik. Bir başka ifadeyle devletle
birey arasındaki ilişkilerde mezhepçiliğin reddi, buna karşın
vatandaşlık olgusunun ve üst kimlik olarak Iraklılık aidiyetinin
bütünüyle sahiplenildiği bir ayaklanma bu. Normalde politik elit,
devletin birliğine ve bütünlüğüne sahip çıkarak bireyle devlet
arasındaki ilişkileri düzenleyen ana unsur olarak taifeci
yaklaşımları ve bölücülüğü reddeder. Ancak Irak’ta mevcut elitler,
işgal sonrası taifeci sistemin bir ürünü olduğundan tam tersi
hareket ediyor, buna karşın göstericiler ve muhalefet, bütün
etnisiteleri ve mezhepleri yatay olarak kesen bir olgu olarak
Iraklılık kimliğine sahip çıkıyor.
Filistinli düşünür Azmi Bişara, bu garip denklem içerisinde
Lübnanlıların ve Iraklıların siyasi bilincinin aslında ülkelerinin
geleceğini belirleme yetke ve kaderini elinde tutan elitlerin de
ilerisinde olduğunu ifade ediyor. Mezhepçiliğin bir iç savaş
tablosu çizdiği ve ülkeyi yıkımın eşiğine getirdiği Irak’taki ve
ülkedeki ekonomik ve toplumsal yapıyı büyük bir açmazla karşı
karşıya getiren Lübnan’daki taifeci yönetim ve elitler, büyük bir
yol ayrımıyla karşı karşıya. Taifeci/mezhepçi yapıyı yeniden mi
inşa edecekler yoksa anayasal vatandaşlık temelinde ülkenin bütün
kesimlerini kuşatan ve kucaklayan, hukukun üstünlüğü, adalet ve
özgürlük temelinde yeni bir siyasal sistem mi kuracaklar? Irak’ta
şimdilik büyük soru bu.