Ortadoğu'da ve her yerde barış

Her koşulda ve her anlamda adalet (adil ve tutarlı olma) doğrultusunda propaganda yapmak ve bu doğrultuda insanları bir araya getirmek için uğraşmak daha gerçekçi bir yol olarak gözükmektedir.

Abone ol

Türker Ertuncay

ama nasıl…?

Uluslararası kapitalizmin petrole ihtiyacı var ve petrolün yüzde 40’ı Ortadoğu’da. İşte bu çok önemli iki bilgi bizleri, Ortadoğu’yu bir savaş bölgesi olarak anlamlandırmamıza yol açmaktadır. Petrolle bağlantı içerisinde doğal gaz zenginliği de, yine Ortadoğu’da…  

Dünyanın başka hiçbir yerinde yaklaşık 200 yıldır aralıksız devam eden savaş yok. Ortadoğu bunca zamandır savaş meydanıdır ve aynı zamanda su fakiri bir bölgedir. Bu fakirlik, emperyalizm için bölgeyi yönetmede ilave kolaylık sağlamaktadır.

Benzer durumda olan kuzey Afrika bölgesi de aynı kaderi paylaşmaktadır. Petrol gibi çok önemli bir yeraltı kaynağına sahipler ve ülkedeki ekonomik ve siyasal sistemleri emperyalizmin denetimi altındadır. 

Ülke topraklarında iç ihtiyaçlarına yetecek kadar petrol bulunan ABD ve Rusya gibi emperyalizmin temsilcisi denebilecek ülkeler ise, petrol ekonomisini denetim altında tutmak istemektedirler. Emperyalizmin baskısı, terörü ve en yeni silahları, bölge için mutlaktır. 

Halklarınsa, başı hep beladadır. Savaş hali süreklidir. Kısır döngüyü aşabilmek için denenen her türlü çıkış, hep bir çıkmaz sokakta son bulmuştur. Buna, SSCB’nin varolduğu ve dünyada halkların kurtuluş mücadelelerinin yaygın olduğu dönemler de dahildir. 

Bölgede savaş, birden çok gerekçeyle çıkartılmaktadır. En kullanışlı ve yaygın olanı, çeşitli yerel iktidar odaklarının pastadan aldıkları payı artırmak ya da alamadıkları payı alabilmek için aralarında savaşmalarıdır. Bu tür yerel odakların savaşları dinî ve “ulusal” mücadeleler kisvesi ardında kolaylıkla yapılabilmektedir. Her iki mücadele konusu da, uğrunda ölebilecek milyonları peşine takabilmektedir. Bütün insan toplulukları arasında bulunan sorunlar, az ya da çok Ortadoğu toplumlarında da bulunmaktadır. Çözümsüzlüğün sürmesinden çıkarı olanlar, emperyalist devletler ve yerel ittifaklarıdır. Emperyalizm, sözünü ettiğimiz ayrılık gerekçelerinin hiçbirini en ufak detayına kadar, bölge toplumlarının yaşamına kanırta kanırta sokmakta tereddüt etmemektedir. İnsan topluluklarını en küçük şekline kadar bölmek, emperyalizmin kurduğu yağma ve talan düzenini sürdürmek için gereklidir. Emperyalizm bu aklı, tarihten almaktadır. 

Ama artık Ortadoğu’da, başta Filistin ve Kürt halkının ve diğer yerel ulusal azınlıkların ulusal kurtuluş çıkışı bulma umudu giderek sönmektedir. Kabul etmesi zor da olsa, ulusal kurtuluş arayışlarının emperyalistler arası oyunda ufak ve ihmal edilebilir birer oyuncuya dönüşme olasılığı çok güçlüdür. Eğer konjonktüre uygun olarak bir emperyalist güce yaslanılmazsa, savaşmak ve kazanmak olanaksızdır. Bu koşullar sağlanıp da, kazanıldığında ne olmaktadır? Ulusal ya da dinî topluluğun “kendi” diktatörü, yereldeki iktidar olma gücünü emperyalizmle işbirliği halinde ele geçirmiş olmaktadır. 

Bu durumda, ölen yoksul milyonlar niçin ölmektedir? Bölgede asıl soru budur. Tarihin bir diliminde ve emperyalizmle işbirliği halinde ve emperyalizmin ihtiyacı doğrultusunda bir ulus ya da ulusal azınlık iktidar sahnesinde yer alabilir ama bu tamamen emperyalizmin o dönemdeki ihtiyacına göre olmuştur ve bu nedenle ömrünün ne kadar süreceği de ilgili halk ya da ulus tarafından bilinemez. Özellikle Filistinlilerin başına gelenler, ulusal mücadele verdiğini düşünen “ulusal direniş örgütleri” tarafından ayrıntılı olarak bilinmelidir. Bağlantılı olarak da, her ülke için, devletin yöneticisi sınıfların ya da temsilcilerinin “belli bir” emperyalizmin işbirlikçisi olma durumu da, içinde bulunulan döneme göre değişebilmektedir. Bunun için, yine Türkiye’nin çok yakın tarihine bakılmalıdır. Konuyu dağıtmamak amacıyla çok derine inmeden bir saptama yaparak geçmek istiyorum. Bir ülkedeki hâkim sınııflar ve siyasal temsilcileri konusunu ayrı bir alt başlık olarak düşünmek gerek. Emperyalizme bağımlı ülkelerin hâkim sınıfları iktidarlarını/sömürülerini devam ettirmek için küresel emperyalist güç odaklarıyla çeşitli ilişkiler kurarlar. Burada kural: Kazan/kazandır. Emperyalistler de, o ülkede sömürüyü sürdürebilmek için bir uzantıya ihtiyaç duyarlar. Burada önemli olan, alış veriş şeklindeki kapitalist-emperyalist sömürü çarkının dönmesidir. Emperyalist devletlerle yerel ittifakları arasındaki ilişki ve çelişki çok yönlüdür. Belli bir ezberden hareketle çözümleme yapmak güçtür. 

Buna karşılık, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda da, bölge halkları bir başka dünya umudunu nicel ve nitel olarak minicik de olsa ısrarla korumaya çalışmaktadırlar. Ama unutulmaması gereken, Ortadoğu’da savaş ve sonucu olarak da, “yenmek” ve “yenilmek” öyle sıradanlaşmıştır ki, yenen de yenilen de adeta “nerede kalmıştık” diyerek yollarına devam etmektedirler. Paris Komünü’nden beri bildiğimiz, savaşta yenilgilerin, devrimin objektif koşullarının maddi temelini oluşturduğu tezi Ortadoğu’da önemli bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü aslında, savaş büyük emperyalist güç odaklarınındır ama vekiller aracılığıyla sürmektedir. Süren bu vekiller savaşında da, yenilen tarafın arkasındaki emperyalist odak “arkadan” çekilmedikçe, yıkılıp çöken ne bir devlet vardır ne de hükümet. Ülkelerde sistemler böyle ayakta kalmaktadır. Mevcut sisteme muhalefet ettiğini iddia eden siyasal güçler ve onların sözcüleri de ne yazık ki, nesnel olarak bu duruma kolayca düşebilmektedirler. Ve büyük fotoğrafa baktığımızda da gördüğümüz, bölgenin yoksul halkları emperyalist güç odaklarının yönettiği savaşla oyalanarak uluslararası kapitalist düzen sürdürülmektedir. 

Bölgede savaşın nedeni petrol ve doğalgaz olduğuna göre, uluslararası kapitalizm, bu mahkûm olma halinden kurtulamazsa veya bunlara alternatif enerji kaynakları bulunamazsa ya da petrol fizikî olarak bitmezse (petrolün, içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunu görüp göremeyeceği belli değil), bölge insanları da savaş halinden kurtulamayacaktır. Bu kaynakların tükenmesinin ertesi gününde bölgeye ya da dünyaya barış hâkim olmayacaktır. Ama süreç en azından bu bölge için, barışa doğru evrilecektir. Yolun sonunda petrolün bitmesi olasılığını gören bugünün “zengin” işbirlikçileri de, petrol sonrasının hazırlılarına yavaş yavaş başlamışlardır. Uzun olması beklenen geçiş sürecinin sonunda bugünün gerekçeleriyle yaşanan savaş halleri ortadan kalkacaktır. Belki bir on yıl daha sürebilecek savaşların biteceğini umut edebiliriz.

İnsanlığın sürmekte olan “bu” savaştan kurtulması için, mevcut nesnel koşulların ortadan kalkması gerekiyor. Bölgede savaşın nesnel ön koşulunun ortadan kalkmasının yolu, dolaylı da olsa, sonuçları halk yararına çalışabilecek bilim ve teknolojiden geçmektedir. Reel siyaset açısından da, kapitalizm sonrası kurulması hayâl edilen sistemin (sosyolojik alanda kalırsak; komünizmin) petrol ve doğal gaza mecbur olmayacak bir kurguya sahip olması gerekir. 

Çok belirgin ve güncel bir örnek olması nedeniyle, ABD’nin yenilenmiş Ortadoğu politikasını tartışırken kaya gazını unutmamalıyız. ABD, kaya gazının aranan yeni ve kendi ülke topraklarında bulunan bir enerji kaynağı olmasının ortaya çıkmasıyla beraber Ortadoğu ile kurduğu ilişkiyi gevşetmeye başladı. ABD’nin bölgeden çekilme tasarımları boşuna değil. Paylaşım (kâr) için bölgede varlığını devam ettiriyor ama artık Ortadoğu’ya mahkûm olarak düşünmüyor sürdürmekte olduğu sistemini. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi, ABD tekelleri sanayi üretimini (enerjinin en çok ihtiyaç duyulduğu alan) ülke dışına çıkarttı. Yani; bir çeşit fason üretim yapılıyor ve üretim sürecindeki tüm sorunlar da üretimin yapıldığı ülkelerin sırtına yükleniyor. (Hava kirliliği neden en çok Çin ve Hindistan’da yaşanıyor?) İkincisi de; ABD, kendi topraklarında bulunan enerji kaynakları sayesinde, giderek enerjide dışa bağımlı olma durumundan çıkma potansiyeline sahip olma (güçlü olma) aşamasına gelmektedir. Bu durumda, ABD’nin Ortadoğu’yla ilişkisi/Ortadoğu’ya bağımlılığı AB ya da Çin’den ve kısmen Rusya’dan farklı olmaya başlamıştır. 

Enerji/petrol dışında, kapitalizmle savaşı birlikte anmamızı gerektiren bir diğer önemli neden de, kapitalizmin kendini yeniden üretmesi için sistemin çarklarının dönmesinin zorunluluğudur. Bugünün dünyasında silah sanayi, kapitalizm için bir üretim alanı olarak mutlak gereklidir. Silah dışındaki hiçbir ürün, bu denli yaygın kullanıldığı halde bu ölçüde katma değere sahip, teknoloji yoğun ve görece yüksek fiyata sahip değildir. Silah sanayinin, kapitalist ülkelerde ekonomik büyümeye olumlu etkisi yadsınamaz. Bu olumlu etki, içinde bir iç çelişki de barındırmaktadır: Liberal ekonomi çığırtkanları da biliyorlar ki, silah sanayinin asıl müşterisi devlettir. Yani; ekonomi devletin akıttığı kaynaklarla dönebilmektedir ve bütünüyle devlet denetimindedir. (Hoş geldin Keynes!) Emperyalizme bağımlı ekonomilere olan etkisine de bakalım. Bu ülkelerin ezici bir çoğunluğu silah üreticisi değil, alıcısıdırlar. Bu durumda, bağımlı ülkelerden emperyalist ülkelere sermaye transferi gerçekleşmektedir. Bağımlılık ilişkisi katlanarak devam etmektedir. Bağımlı ülkelerdeki kıt kaynaklar, halk yararına harcanabileceği yerde ülkenin emperyalizme bağımlılığını arttırmak için harcanmaya devam etmektedir. Artarak devam eden silah ithalatının oluşturduğu silah stoğunun yarattığı baskının da etkisiyle mutlaka dinî ya da ulusal bir dış düşman üretilme zorunluluğu da doğmaktadır. Savaşta ölen insanlar ise, sistem açısından düşük maliyettir. Eğer ölenler yaşasalardı, bu insanlara yaşamları boyunca sistemin harcaması gereken para daha çok olacaktı. Yaralananlar ise, kapitalizm için yepyeni müşteridirler. Bağımlı devletin kendisi ya da tek tek bireyler için hastane ve ameliyat malzemeleri, ilaçlar, tetkikler vb. Muazzam bir başka yeniden üretim alanı. Üstelik bunların çoğu da, ileri kapitalist ülkelerden alınmaktadır. Çark yine kurgulandığı gibi dönmektedir. Bu gerçeklik BM, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü, SIPRI ve UNICEF gibi uluslararası organizasyonların yayınladığı rakamlarla da bütün dünyaya açıklıkla duyurulmaktadır.

Hemen bütün “karşıt” söyleme sahip olanlar (buna komünist partiler de dahil ) ve tabii ki iktidardakiler, hep “büyüme” dediler ve diyorlar; “kalkınma” dediler ve halen bunu tekrarlıyorlar. Nasıl? Daha çok petrol, daha çok doğal gaz, daha kirli hava, daha pis denizler ve öylece kalkınma… İktidardakiler ve iktidar peşinde olanlara yönelik soru açık: Böyle bir siyasal perspektifle nereye varmayı düşlüyorsunuz? Arzuladığınız (hayâlini kurduğunuz) dünyada belki Ortadoğu’da da savaş tehlikesi ötelenmiş olabilir ama küresel iklim krizinin sonuçlarıyla kim ve nasıl mücadele edecek? 

(Dünya Sağlık Örgütü biliyor ama “yeni bir dünya” peşinde koşanlar da duymalı: Dünyada ölüm nedenleri değişiyor. Artık savaşlar en önemli ölüm nedeni değil. Başta kirli hava olmak üzere bütün çevre sorunları insanların ölüm nedenleri içinde birinci sıraya yükseldi. Kurulacak “yeni dünya” nerede yer alacak? Eğer aynı dünyadan söz ediyorsak, insanlar yine ölmeye devam edecek. Buna karşı öneriniz nedir? İnsanların kitleler halinde öleceği bir dünya, “yeni” olabilir mi?)

Eğer dünyadaki enerji ihtiyacı minimuma indirilemezse ve minimuma indirilmiş bu ihtiyaç da, yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanamazsa, Ortadoğu’da ve hatta dünyanın başka alanlarında da savaşı oluşturan ortam ortadan kalkmış olmayacaktır. 

Sözün özü: Savaşlar, bu yüzyılda, kapitalizmin “kalkınma”, “büyüme” ve daha çok “kâr”ı hedefleyen enerji gereksinimleri nedeniyle olmakta ve çıkan savaşlardan da yine kapitalizm kâr etmektedir/kazanmaktadır. Gelecekte hangi gerekçeyle savaşılacağını bugünden öngörebilmek olanaksıza yakın. Çeşitli varsayımlar olabilir. Örneğin; uzayda sürdürülen arayışlar ya da Almanya ve Çin’in yenilenebilir enerji amacıyla izledikleri Afrika politikalarına (yeni enerji kaynakları, yeni hâkimiyet alanları ve tabii ki, yeni savaş bölgesi olma potansiyeline) bakılabilir. Ama rahatlıkla ileri sürebileceğim bir tez var: Savaşın asıl nedeni çıkar kavgasıdır. Yani; kapitalizmin tam da kendisidir. Başta komünistler olmak üzere tüm savaş ve kapitalizm karşıtları, önlerindeki bu devasa sorunu her yanıyla görmeli, programlarını ve propagandalarını bunun üzerine kurmalıdırlar. Üretildiği iddia edilen güncel politikalar ve yorumlar, sonuçta emperyalizmin işine yaramamalıdır. Sözler, küresel ya da yerel güç odaklarının ayak oyunlarını anlama ve anlatmayla sınırlı kalınca, karanlığın içinde ele değen, anlatılmış oluyor. Örneğin; bir elektrik santrali kurmak yerine iletim hatlarının yenilenmesiyle elde edilen elektrik enerjisi fazlası aynı olabilir. Evet, konu döner dolaşır kalkınmacı anlayışta düğümlenir. Eğer savaş kalıcı olarak aşılmak isteniyorsa, büyüme ve kalkınma sözcüklerinin gerçekte toplam maliyetinin hesabı doğru yapılıp anlatılmalıdır. Konu, kalkınmacı anlayışın deşifre edilmesiyle birlikte tartışılmazsa, bölgede ve dünyanın herhangi bir yerinde bugünün savaşları anlaşılamaz ve halka da anlatılamaz. Tartışmada, yürürlükteki sistemin çizdiği çerçeve kabul edilmiş olunur ve yürütülen savaşlar tarihle ilişkilendirilerek meşrulaştırılma tuzağına düşülmüş olunur. Gazete köşeleri ve ekranlar bu tuzakların kuruldukları meydanlardır.

Hâlbuki; toz duman içinde ve kan barut kokusuyla kaplı coğrafyada karanlığın hemen ardında görülen aydınlığın anlatılmasındadır maharet.

Tek tek ülkelerde ya da bütün bölgede bu nesnel ve öznel gerçekliğe karşı ne yapmalı, nasıl yapmalı sorularına da cevap üretilmelidir. Sözünü ettiğim konuları dünyanın her yanında insanlar düşünüyorlar ve tartışıyorlar. 

SİSTEM MUHALİFLERİ NE YAPABİLİR ?

Bölge halkları, güç sahiplerinin (emperyalizm ve onunla ilişki içerisindeki yerel işbirlikçilerinin) “kendi” aralarındaki “kendi” savaşlarına katılmamaları için ikna edilmelidir. Yüzyılı aşan bir süredir devam eden bu savaşların mutlak kazananı (işbirlikçilerini unutmadan) emperyalizmdir. Öyleyse; bırakalım, sistemin sahipleri “kendileri” savaşsınlar. Halkları, çok küçük gibi gözüken kazanımlar ve hayata tutunma çabaları içinde yeni bir gelecek perspektifiyle (hayâliyle) bir araya getirmek için çaba sarfedilmelidir. Yüzyılı aşkın bir zaman diliminde bölgede pek çok yol denendi ve denenmekte. Ancak, ne savaş ortamının kalıcı olarak ortadan kalkması için bir ilerleme sağlanabildi ne de geçici boşluklar kalıcı hâle dönüştürülebildi. Fizikî ve entelektüel emeklerin bu doğrultuda harcanmasının anlamlı bir sonuç yaratamadığı bence çoktan ortaya çıkmıştır. Bugünün gerçekliği içinde olanaksız olan denenmelidir: Kalıcı çözümün propagandası yapılırken diğer yandan da sistemi aşma iddiası taşımayan savaşlarda asker olmama çağrıları halka sunulmalıdır/ulaştırılmalıdır. Kırsal kesimde sert cemaat, aşiret ve/veya etnik bağlantılar nedeniyle olanaksız gibi gözüken bu koşullar, kent yaşamındaki hayat içinde bir karşılık bulabilir. Ya da; en azından tarihe not düşülmüş olur!

Yaşam ve kurtuluş olanağı çok zayıf olan “savaş bölgesinden bir şekilde kaçma / kurtulma” çabaları da, bu doğrultuda ortaya çıkan çok naif yönelimler olarak algılanabilir. Ülke halklarına dayatılan savaş / ölüm sarmalı, bu yöntemle emperyalist sistemin coğrafi sınırları içine doğru iade edilmektedir. Bu çabaların aslında, kendiliğinden ve çok tepkisel de olsa (yaşamı sürdürme / ölmeme tutkusu) muazzam bir ‘saklı’ / ‘gizli’ siyasal iddia taşıdığını görmek gerek. 

Bence, her koşulda ve her anlamda adalet (adil ve tutarlı olma) doğrultusunda propaganda yapmak ve bu doğrultuda insanları bir araya getirmek için uğraşmak daha gerçekçi bir yol olarak gözükmektedir. Öncelikle, herhangi bir ulusal ya da dinsel çevreye yaslanmadan ve hiçbir savaşın içine girmeden durumu nesnel olarak görebilmek/gösterebilmek gereklidir. Tarihsel ve yakın geçmiş unutulmamalıdır ama artık geçmiş geçip gitmiştir, yani; bugünkü ve gelecekteki dünya, tarih üzerinden kurgulanmamalıdır! Geçmiş herkesin geçmişidir. Geçmişteki kavgaları sürdürmek sadece bugünkü kavgalardan çıkarı olanlara yarar. Mutlaka bugüne ama daha çok da geleceğe bakılması mümkün olursa, savaşın ulusal ve dinî köklerinden sıyrılmak gerçek olabilir. En basitinden başlayabiliriz. Çevre konusuna itiraz etmeliyiz. Gelir adaletsizliğine, eğitime ve sağlığa ulaşım adaletsizliğine, hukuk adaletsizliğine, siyasal adaletsizliğe, inançlara ulaşımdaki adaletsizliğe, ulusal adaletsizliklere, cinsel adaletsizliğe itiraz etmeliyiz. Örneğin; bir futbol maçının sonucunun masa başında siyasal otorite tarafından değil de, sahada belirlenmesini savunmak, aslında siyasal bir muhalefetin konusu olabilir… Meşru temelde kalarak hareket edilebildiği ölçüde ne emperyalistlerin ne de işbirlikçilerinin silahlı oyun alanına girilmiş olunur. Bu hareket tarzı,  doğrudan iktidarı hedeflemese de (zaten iktidarı alacak veya alınsa da yürütebilecek olanaklar ortada yok), zorla sürdürülen mevcut sistemi kökten tartışmanın konusu haline getirmektedir. 

Hayat devam ettiğine göre, bu koşullara göre organize olmak ya da yeniden organize olmak ve hayâlleri korumak için dünyanın başka zamanlarında ve başka ülkelerdeki deneyimlere bakmakta yarar var. (tarihe saplanıp kalmamak ama ondan öğrenmek) Bu ve benzer tartışma süreçleri, arzulanan yeni bir dünyanın temellerinin daha sağlam olmasını da mümkün hâle getirebilir. Ağır baskı ve terör koşullarında yaşayan toplumlar için de, umut mutlaka vardır.                           

1968’den beri ortada olan slogan henüz eskitilemedi: Gerçekçi olacağız ve imkânsızı isteyeceğiz…

Ülkesinden binlerce kilometre uzakta ve gerekçesini bile bilmedikleri savaşlarda ölenlerin anısına saygıyla…

KAYNAKLAR

  1. Climate change fueled the rise and demise of the Neo-Assyrian Empire, superpower of the ancient world

      Özet çevirisi için bkz: Yeni Asur İmparatorluğu’nu iklim değişikliği mi yıktı?

2. Petrolü kim buldu ?