Ortadoğu’nun 'Karanlıklar Prensi' Bender Bin Sultan, kulislerin perde arkasını anlatıyor

Bin Sultan’ı, “Alacakaranlık kuşağındaki karanlık bir prens” diye tanımlayabiliriz. Hatırladığım kadarıyla 2012 yılıydı; Suriye iç savaşının başlangıç aşamasında Rusya lideri Putin’i Moskova’da ziyareti sırasında, “Suriye’den elini çekersen, Çeçenistan’da olayları durdururum; yoksa Çeçen militanlar ortalığı cehenneme çevirirler” mealinde gözdağı vermeye çalışan kötü bir poker oyuncusuydu. Bu düzlemde onun Afganistan, Pakistan, İran, Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan’a yönelik istihbarat oyunlarındaki rolü irdelenmeye değer.

Abone ol

Faik Bulut

Prens Bender bin Sultan, Suudi Arabistan yönetimin en hassas mevkilerinde görev yapmasıyla tanınmış bir isim: İstihbarat Başkanı, Milli Güvenlik Genel Sekreteri, baba ve oğul Bush devrinde Washington Büyükelçisi... Tam 50 yıldır Suudi-Amerikan ilişkilerinin baş mimarı... Politik İslam ve Ortadoğu ile ilgili konularda racon kesmeye cüret edecek kadar pervasız adımlar atabilen bir istihbaratçı mantığına sahip.

Bin Sultan’ı, “Alacakaranlık kuşağındaki karanlık bir prens” diye tanımlayabiliriz. Hatırladığım kadarıyla 2012 yılıydı; Suriye iç savaşının başlangıç aşamasında Rusya lideri Putin’i Moskova’da ziyareti sırasında, “Suriye’den elini çekersen, Çeçenistan’da olayları durdururum; yoksa Çeçen militanlar ortalığı cehenneme çevirirler” mealinde gözdağı vermeye çalışan kötü bir poker oyuncusuydu. Bu düzlemde onun Afganistan, Pakistan, İran, Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan’a yönelik istihbarat oyunlarındaki rolü irdelenmeye değer.

Ocak 2019’da bir Arap gazetecinin kendisiyle yaptığı ve beş bölüm halinde yayınlanan röportajı, Ortadoğu’ya dair devletler oyununun Prens Bender gözüyle anlatımı ya da itirafı gibidir. Sıkça, “şahsi görüşlerimi ifade ediyorum” demesine rağmen ülkesinin o tarihte Ortadoğu’daki dış politikasının ipuçlarını da vermektedir. Kuşkusuz, her anlattığı doğru olmayabilir ve tartışmaya açıktır. Bin Sultan’ın niçin bu anıları anlattığı da ayrı bir soru işaretidir.

Kaleme aldığımız bu makale, son 16 yılda bölgede meydana gelen gelişmeler hakkında 14 saat süren bir söyleşinin özetlenmiş halidir:

“Batılılar, Suudi Arabistan’ın 1932’de kurulmuş bir devlet olduğunu sanıyorlar. Oysa yanılıyorlar. Bu devlet, 300 yıldan beri kurulan üçüncüsüdür. Kral Abdülaziz, yeni devleti kurarken aralarında (Jack Philby veya Şeyh Abdullah olarak bilinen) İngiliz seyyah ve istihbaratçı John Philby’nin de bulunduğu birçok milletten uzmanın görüşünü aldı. Şeriat esasına dayalı bu devlette krala biat etmek rejimin değil, İslam dininin gereğidir. Kral Salman’ın kararı doğrultusunda Veliaht Muhammed Bin Salman’ın (MBS) şimdi uygulamaya koyduğu reformlar, aslında bu üçüncü devletin 20 yıllık geleceğini teminat altına almaya yönelik adımlardır. Esasen ilk kurulduğu günden beri Suudi Arabistan yönetimi, değişim ve dönüşümleri bizzat başlatmış olan tek ülkedir.”

“Akıllı düşman cahil dosttan daha iyidir. İran Şahı M. Rıza Pehlevi, dost sayılmazdı. Körfez Bölgesi’nin bekçisi olmaya çalışan bir muhteristi. Kral Faysal, kendisiyle görüşmesinde Arapların tümüne düşmanlık gütmenin İran’a fayda getirmeyeceğini Şah’ın yüzüne söylemişti. Şah ise, ‘Halkıma vaadim var. Bahreyn’i almazsam itibarım zedelenir’ demişti. Kral, BM gözetiminde referandum yapılmasını önermiş; Şah kabul etmiş ve Bahreyn lehine çıkan sonuca razı olmuştu. Keza Şah, Ak Devrim diye adlandırdığı bazı toplumsal reformlar (Batılılaşma ve toprak reformu gibi) yaptıktan sonra, Suudi Kralı Faysal’ın da bu yolu izlemesini isteyen bir mektup yazmıştı. Kralın cevabı şuydu: Unutmayınız ki siz, Fransa veya İngiltere’de değil, İran’da şahlık yapıyorsunuz. Halkın dini değerleri ve geleneklerini görmezden gelen reformlar, toplumunuzda tepki yaratır.”

“Şah’a karşı olan kitlesel ayaklanmayı yakından izliyorduk. Humeyni başa geçince, ilk kutlamayı kralımız gönderdi. 1980 Irak-İran Savaşı çıkınca, iki ülke yetkilileriyle New York’ta dönemin BM Genel Sekreteri eşliğinde toplandık; savaşın durması için arabuluculuk yapıyoruz. Amerikan basını kokuyu alınca İsviçre’ye, Prens Sultan’ın Cenevre’deki köşküne taşındık. O müzakereler esnasında Humeyni esip gürlüyor, Irak’a alabildiğine düşmanca saldırıyordu. Hâlbuki o, yıllarca Irak’ta mülteci olarak kalmıştı. Mesela İran Şahı, Humeyni’yi defalarca istemiş ama dönemin kuvvetli adamı Saddam Hüseyin, bu talebi reddetmeyi sürdürmüştü. Buna karşılık Humeyni’nin İran halkına gizlice ulaştırdığı kışkırtıcı propaganda kasetlerini engelleyebileceğini belirtmişti. Şah, talebim olmazsa Şatt-ül Arab bölgesini işgal ederim deyince, Saddam mecburen Humeyni’yi sınır dışı ederek Fransa’ya göndermişti. Gayet zekice hareket eden Humeyni, çok sayıda tanınmış Doğubilim uzmanı, şöhretli basın mensubu, Şah’tan nefret eden İranlı komünist ve liberal ile görüşerek demokrasi ve hoşgörü mesajı vermişti. Verilen mesajın tersini yapmıştı. Ayrıca iktidara gelir gelmez, Suudi Arabistan’a yönelik ağır sözler ve küfürler sarf etti. Onun siyasetini devralan şimdiki İranlı yöneticilerin cahillikleri buradadır.”

“Saddam Hüseyin, kelimenin tam anlamıyla cani ve kıyıcı bir yöneticiydi. Humeyni iktidara geldiği andan itibaren öncelikle Irak’tan başlayarak Körfez ülkelerini zor kullanarak yöneticilerinden kurtaracağını açıkladı. Suudi yönetimi, yol ayrımındaydı: Kötü ile en kötü arasında tercih yapmak. Bu nedenle ehven-i şer kabilinden Saddam’ı tuttu. Çünkü İran-Irak meselesi Sünni-Şii veya siyasi bir mesele olmaktan çıkmış, Arap-Fars sorununa dönüşmüştü.”

“İran’la barışıp helalleşmek istiyorduk. Kral Abdullah, eski İran Cumhurbaşkanı Rafsancani ile irtibat kurdu. Kendisi dünya işlerinden anlayan biriydi. Hameney’i Velayet-i Fakih makamına önermiş ama sonradan bu tercihine pişman olmuştu. Rafsancani, Suudi-İran ilişkilerini defalarca düzeltmeye gayret etti. Muhammed Hatemi de öyle. İçişleri Bakanımız Prens Nayıf’ı, dönemin İran emniyet işlerinden sorumlu şimdiki Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile görüşüp güvenlik ve istihbarat konularında işbirliği yapmak amacıyla gönderdik. Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, o sırada meseleyi çözmek istiyordu ama Devrim Muhafızları yetkilileri, onu engellemişlerdi. Suudi Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine geldiğimde, İranlı mevkidaşım Ali Laricani ile buluştum. O, eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedi Nejad’ı pek beğenmezdi. Kendisiyle buluşmakta ısrar edince Ahmedi Nejad’ı gördüm. Sohbetimiz esnasında özellikle güvenlik işlerine fiilen karar verenin kendisi olmadığını anladım. Sonradan Ayetullah Ali Hameney ile görüştüm. Arapçayı çok iyi konuşuyordu; yanındaki tercümanın hatalarını düzelttiğini görünce, ‘İmam Hazretleri, en iyisi biz tercümansız konuşalım’ dedim. Yanından olumlu izlenimlerle ayrıldım. Hameney cumhurbaşkanlığı görevindeyken, eski Dışışleri Bakanımız Suud Faysal, kendisiyle Pakistan’da karşılaşmıştı. O anlattı: Faysal, onun kaldığı konağa, mevkidaşı Ali Ekber Velayeti ile beraber gitmişti. Ziyaret esnasında başındaki sarığı bir kenara bırakan Hameney, ünlü Arap şairi Mutennebi’den ezbere şiirler okumuştu. Oysa bizim buluşmamız esnasında daha sert ve katı bir duruşu vardı. Hiç renk vermeyen bir simaya sahipti.”

“2007 yılında Lübnan’daki Hizbullah ile diğer partiler arasında çatışmalar çıkmıştı. Kral Abdullah, tarafları uzlaştırmak için beni gönderdi. İran’la bağlantı kurduk. Onların onayıyla tarafları yatıştırıp uzlaştırdık. Biz, Sünniler ile Hıristiyanlara garantör olduk; İran ise Şii güçlere kefil oldu. O sırada İran’ın ruhani lideri Ali Hameney ile görüşüyoruz. Bir gün daha kalmamı istedi. ‘Amerikan Şeytanı’ ile randevum olduğunu söyledim. Hayret ederek, ‘Hangi Amerikan Şeytanı? Siz dost ve müttefik değil misiniz?’ diye sordu. Yanıtladım: ‘Evet, hem de stratejik dostuz. Fakat Amerikalılarla görüşeceğim deseydim, bu kez Güney Amerikalılar mı Kuzeyliler mi sorusuna muhatap olacaktım. Onun için sizin anlayacağınız terimi kullandım.”

“Lübnan’daki büyükelçimiz anlatmıştı: Hizbullah lideri H. Nasrallah ile bir görüşmesinde sormuş: ‘Bu Hafız Esat’la işiniz ne? Adam, hangi önemli şahsiyetimizi görse iki saat boyunca Emevileri övüp durur ve Şiilerin Emevi düşmanı olduğunu vurgular!’ Nasrallah yanıtlamış: ‘Batımız deniz, güneyimiz İsrail, doğuda ise Suriye var. Onlarla iş tutmazsak, bize İran’dan gönderilen lojistik destek nasıl ulaşabilir? Bu yüzden Suriye ile temas halinde olmak zorundayız.’ İki müttefikin ilişkisi netamelidir. Nasrallah şöyle bir örnek vermişti: ‘Geçmişte Şii Emel ve Hizbullah silahlı çatışmaya girdiler. O devirde kendisine yakın gördüğü Emel’ı beladan kurtarmak için Hizbullah’tan çatışmayı durdurmasını istemişti. İki kez ısrar eden Suriye temsilcisi General Gazi Kenan’ı geri çevirmiştim. Sonradan Hizbullah’a iri bir konteyner gönderilmiş ve içinden 30 Hizbullah silahlı adamının cesedi çıkmıştı. Mecburen ateşkesi kabullendik.”

Prens Bender bin Sultan, Hafız Esat öldüğünde Şam’a giden Suudi Kralı Abdullah’ın, yerine geçecek oğlu Beşar Esat’ı desteklemek için Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdülhalim Haddam ile Savunma Bakanı Mustafa Tlas ve benzeri eski devlet ricalını nasıl ikna ettiğini uzun uzun anlatıyor. Dönemin ABD Dışişleri Madeleine Albright’ın cenaze merasimine geldikten sonra Esat’a destek babından bir gece daha kalmasını sağlamak için dönemin ABD Başkanı B. Clinton’a nasıl telefon ettiğinin ayrıntılarını veriyor. Dönemin Milli Güvenlik Genel Sekreteri sıfatıyla Esat’ı Batılı devletlere kabul ettirmek gayesiyle Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile buluşturmasına da değiniyor. Ona göre; iktidara gelişinden iki ay sonra, Beşar Esat kendisinden Clinton ve Chirac ile görüştürülmesini rica ediyor.

Beşar Esat konusunda Rusya lideri Putin ile arasındaki diyaloğu şu şekilde anlatıyor: “Putin bana sordu: ‘Sizler, Beşar ile niçin bu kadar ilgileniyorsunuz?’ Karşılık verdim: Biz ilgilenmiyoruz; tam tersine, sizin ona aşırı ilginizden korkuyoruz. Bırakın da halkıyla baş başa kalsın. Putin: ‘İlgilenmiyorsunuz da onu alıp Batılı devlet başkanlarıyla görüşmeye götürmenin manası nedir? Dışişleri Bakanımız Lavrov sizinle buluşmaya gelecektir. Fakat Suudi Arabistan olarak (Suriye’ye karışmanın) bedelini ağır ödeyeceksiniz. Ben, Beşar’ı Moskova’ya iki kez davet ettim gelmedi. Fakat ben buradayım, göreceksiniz; günü gelir, Esat’ın kendisi Moskova’yı ziyaret edecektir. O zaman görüşürüz…’ dedi.”

Prense göre, Putin’in Suudi Arabistan yetkililerine gönderdiği Suriye krizine ilişkin çözüm önerisi dört maddeden oluşuyordu: 1) Esat’ın görevden ayrılmasına onay; 2) Onu ve ailesini kabul edecek ülkenin belirlenmesi (ki, bu Moskova veya Cezayir olabilirdi); 3) Uluslararası Adalet Divanı önünde yargılanması; 4) İkamet edeceği yerdeki harcamalarını kimin üsteleneceği.”

Konu hayli uzun; Libya (M. Kaddafi), Filistin (Arafat), Sudan, Katar ve başka ülke liderleriyle olan gizli kapaklı görüşmeleri de mevcut. Biz aktüel olan veya geçmişte kalanlara ilişkin öne çıkanları toparladık. Zaman, bir vakitler Alacakaranlık Kuşağı’nda at oynatan Ortadoğu’nun Karanlıklar Prensi İstihbaratçı Prens Bender’in doğru veya yanlışlarını ortaya çıkarmaktadır. Günümüzdeki gelişme ve ittifaklar ise, onun bir kısım anlatımlarına ters yönde ilerliyor. Prens, Putin-Esat-Hameney-Nasrallah dörtlüsünü birbirine mi düşürmek istiyor; Rusya, İran ve Suriye arasına çomak sokmaya mı çalışıyor diye düşünmemek elde değil.

Kaynak:

Advan El Ahmari, 29 Ocak ve 5 Şubat 2019 tarihli ilk iki yazı: Independent Arabia.