Ortak ev

Kentlerimiz, kent değil. Güvenlikli, kapalı konut siteleri, girişte kontrolden geçtiğiniz alışveriş merkezleri ve size şüphe ile bakan güvenlik görevlisinin önünden geçerek kullandığınız ulaşım sistemi ile kentlerimiz, “güvenli iç” ve “tehlikeli dış” teması üzerine kurulmuş birer açık hava hapishanesi.

Hakkı Yırtıcı hyirtici@gazeteduvar.com.tr

Türkiye, yeni bir seçim sürecinde. Erdoğan’ın “daha fazla”, diğerlerinin “daha fazla”yı kullanmadan söyledikleri temelde aynı; demokrasi, bağımsız yargı, refah ve huzur. Nasılını, her parti kendince anlatıyor ama mekanı hakkında kimse pek fazla konuşmuyor.

Öncelikle mekan denilince aklınıza sadece dört duvarı, pencereleri ve kapısı olan bir oda gelmesin. Mekan, coğrafya ölçeğinden, ayaklarınızı bastığınız yer ölçeğine, her türlü toplumsal ilişkiye varolma imkanı tanıyan ve bu toplumsal ilişkiler her dönüştüğünde, yeni baştan kurulan bir uzamdır. Eğer “nasıl” sorusu, güçlü bir şekilde “nerede ve ne zaman” sorularına bağlanamazsa, her söz, söylem düzeyinde kalacak ve gündelik hayatla buluşamayacaktır.

Nüfusunun yüzde 65’inin kentlerde yaşadığı, kentlere göçün halen devam ettiği, modernleşme sürecini henüz tamamlamamış Türkiye’de, kent mekanının adil paylaşımına dair politikaların geliştirilmesi hayati öneme sahip. 16 Nisan referandumunda, “hayır”ların çoğunluğunun, daha özgür bir ortam, daha iyi bir eğitim, daha iyi ekonomik koşullar isteyen ve yüzü dünyaya dönük kentli nüfustan çıktığı düşünülürse, bunun toplumsal ve siyasi önemi daha iyi anlaşılacaktır.

KENTE OLANLAR VE KENTTE YAŞAYANLAR

Türkiye’de, topraktan elde edilen rant, bugün en önemli sermaye birikim aracı. Kentlerimizi, alışveriş merkezleri, lüks konut siteleri, ofisler ve oteller ile doldurduk. Kentlerimiz, sürekli şantiye görünümündeyken, yeni iş ve istihdam alanları açılıyor, inşaat ve hizmet sektörü gelişiyor ve kentsel dönüşümle evlerimizi yeniliyoruz. Yani, tam bir kazan – kazan durumu söz konusu.

Fakat kent sadece yapılar toplamı değil, aynı zamanda kültür, eğitim, sağlık gibi kamusal hizmet binaları; meydan, park, yeşil alan gibi açık alanları ve ulaşım, kanalizasyon, elektrik gibi altyapı sistemleri ile bir bütündür. Aslında her tekil inşaatın maliyeti, kentin üretiminin gizil toplam maliyetine yeni bir eklemedir. Eğer bunu hesaba katacak hukuki bir mekanizma yoksa ve kentin her karış toprağı, arsa spekülasyonuna açık hale gelmişse, ortada kazananı olmayan bir oyun vardır.

19'uncu yüzyılda Avrupa modernleşirken, bunun bedellerini ağır bir şekilde ödedi. Yoğun göç baskısı altında, bir anda nüfusu ikiye, üçe katlanan kentlerde kötü barınma koşulları, sokaklardan akan lağım suları, salgın hastalıklar, hava kirliliği ve asit yağmurları karşısında kentler yeni baştan üretildi. Toprağının, kentsel toprağa dönüştürülmesi için hukuki ve finansal mekanizmalar kuruldu, sosyal konut projelerine ağırlık verildi, altyapı sistemleri yenilendi ve kentin nefes alabileceği yeşil alanlarını, arsa spekülasyonlarından koruyacak kanunlar çıkarıldı.

Basit bir örnek: 15 milyon nüfuslu İstanbul’da kişi başına düşen aktif yeşil alan (yol kenarlarındaki çimler sayılmaz) 4 metrekare iken, 10 milyonluk Londra’da 27 metrekare ve bizler, 50 yıllık konutlarımızı kentsel dönüşüm adı altında yıkarken, Londra’da, her biri, bir parkın etrafında kümelenmiş 19'uncu yüzyıl konut bölgeleri, gayrimenkul piyasasının halen en gözde mekanları.

Belgravia Konut Bölgesi, Londra.

Türkiye kent modernleşmesinin tarihi ise kentsel toprağın işgalinin tarihidir.

Öncelikle, kentsel toprak, herhangi bir toprak parçası değildir. Kent içinde bir konuma sahiptir; imar planları ile üzerinde ne tür kullanımların olacağı belirlenmiş ve altyapı ile donatılmıştır.

1950’lerde kentlere göç başladığında, devlet, kendi mülkiyetindeki topraklar üzerinden adil ve sistemli bir toprak paylaşımını başaramadı ve 1980’lere kadar Türkiye’de, hazine arazileri üzerine yapılan gecekondular, konut üretiminin illegal kısmını oluşturdu. Sonrasındaki aflar ve tapu dağıtmalar ile yasal nitelik kazanan gecekondular, aslen yoksul sınıfın kent toprağından rant elde etmesinin aracıydı.

.

Bugün de değişen fazla bir şey yok, toprağı paylaşan aktörlerin adı dışında.

24 Ocak 1980 kararları ile kentsel toprak, bu sefer de küresel büyük sermayenin işgaline açıldı. Bugün, bir plan gözetilmeden yapılan ayrıcalıklı imar değişiklikleri, üniversite, hastane gibi kamu yapılarını kent dışına taşınması ve yerlerine gökdelenler, alışveriş merkezleri inşa edilmesi ve sürekli kent içi yoğunluğun arttırılması üzerine bir sistem kurmuş durumdayız. Bu yeni yoğunluğun getirdiği altyapı harcamalarının bedeli ise kamu harcamaları yoluyla kentin diğer kullanıcılarına yani bizlere ödetiliyor.

Tabii daha başka ve çok daha acı bedeller de var.

Bu ülkenin en gelişmiş bölgesi olan Marmara Bölgesi'nde, Ağustos 1999 depreminde 18 bin kişi öldü. Modern görünümlü metropollere sahip olabiliriz ama her sağanak yağışta, dereler ve kanalizasyonlar taşıyor, caddeler birer nehre dönüşüyor, toprak kaymaları oluyor, hayat bir anda felce uğruyor ve insanlar halen ölmeye devam ediyorlar.

Kentin kısıtlı toprağı tükendiğinde ise küresel sermaye kârlılığını maksimize edebileceği başka coğrafyalara doğru kayacak.. Zaten Kanal İstanbul projesi, aslında kentsel toprağı tükenme noktasına gelmiş İstanbul’a bir İstanbul daha ekleme projesi ve eğer yenisi yapılırsa, emin olun köhnemiş bir İstanbul’da yaşıyor olacağız.

Buraya kadar anlattıklarım, daha çok kentin maddi üretimi üzerineydi.

Toprak rantı sadece belli bir kesime aktarılırken, kentin diğer sakinleri bu alanların dışına sürülmekte -Sulukule ve Tarlabaşı kentsel dönüşüm projelerini hatırlayın- ve sınıf ayrımları, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, kentlerin sunduğu temel servislerden yararlanma imkanlarındaki haksızlıklar keskinleşmekte.

Tarlabaşı kentsel dönüşüm projesi

ORTAK EVİN SAKİNLERİ

Kentler, “ortak ev”lerimizdir, beraber yaşadığımız. Ancak kent, sermaye tarafından tamamen işgal edilmişse; aşırı konut üretimine rağmen nüfusun çoğunluğu halen kiradaysa; çevreye verilen zararın boyutları sürdürülebilirliğin ötesine geçmişse; sokakta yürürken ya da toplu taşıma araçlarında tedirgin olunuyorsa; genç işsizlik oranı yüzde 20'yken ve her köşe başına bir üniversite açılmışken, diplomalı işsiz oranı yüzde 13’se; nüfusun en zengin kesiminin mal varlığı, diğerlerinden fazlaysa ve özgürlük, eşitlik, adalet gibi talepler yüksek sesle dile getirilmek istendiğinde, kentlerin meydan ve caddeleri kapatılıyor ya da savaş alanına dönüşüyorsa, o zaman ortak evde bir sorun var demektir.

Kentlerimiz, kent değil. Güvenlikli, kapalı konut siteleri, girişte kontrolden geçtiğiniz alışveriş merkezleri ve size şüphe ile bakan güvenlik görevlisinin önünden geçerek kullandığınız ulaşım sistemi ile kentlerimiz, “güvenli iç” ve “tehlikeli dış” teması üzerine kurulmuş birer açık hava hapishanesi.

Yan yana ama birbirimize değmeden yaşıyoruz. Mahallesindeki komşusuna, otobüste yanında oturana, sokakta göz göze geldiğine şüphe ile bakan, yapay kutuplaşmaların içine hapsolmuş yığınlardan ibaretiz. Hepimiz, bir başkasının ötekisi olduk ve artık birbirimize tahammülümüz yok.

Oysa kent, modernleşme demektir. Kent, bilimin ve sanatın özgürce üretildiği ve geliştiği, çok sesliliğe ve yeni melezliklerin zenginliğine imkan tanıyan yer demektir. Ve en önemlisi de bütün bunlara zemin sağlayacak özgür ve adil bir mekan demektir.

Tüm bunların ruhlarımızı nasıl derinden yaraladığına dair, ürkütücü ve beni çok üzen bir anımla yazıya son veriyorum.

Bir defasında, bugün Taksim Camii’nin inşa edildiği arsada, bir turizm danışma merkezi tasarımını konu olarak öğrencilere vermiştim. Bir öğrenci, arsanın Tarlabaşı tarafına bir yapı tasarlamış ve geri kalan kısmında da küçük bir meydan oluşturmuştu. Ancak arsa, sınırları boyunca, üç metre yüksekliğinde bir duvarla çevriliydi ve meydana küçük bir kapıdan girilmekteydi.

Haftalarca “bu duvar neden var; ne işe yarıyor; meydan İstiklal Caddesi’nden görünür ve herkese açık olmalı” dedimse de, inatla vazgeçmiyor, akılcı bir gerekçe de sunamıyordu. Benzer bir inatlaşmada, bir an kafama dank etti ve “daha önce hiç Taksim’e gitmiş miydin ve nerede oturuyorsun” diye sordum. Sadece bir defa, o da dönem başı, arsayı görmek için gitmişti ve bütün hayatı, kapısında güvenlik olan kapalı bir sitede geçmişti. Ve üniversitenin kampüsü de, benzer bir şekilde yüksek duvarlarla korunuyordu.

En sonunda itiraf etti. Meğer Taksim’den korkuyormuş; korku, zihnini felç etmiş. Dönem sonunda, duvar kalkmadı ama herkesin üzerine oturulabileceği bir yüksekliğe indi; o da not korkusuyla. En meraklı ve hayata açık olması gereken yaşta, genç bir beynin korku ile böylesine yönetiliyor olmasına çok üzülmüştüm.

Keşke bu hikaye, yazdıklarımı ispatlamak için abarttığım ya da tümüyle kurguladığım bir yalan olsaydı, ama maalesef her kelimesi doğru.

Son olarak, 783 bin kilometrekare büyüklüğünde, bir başka ortak evimiz daha olduğunu ve orada da hep beraber yaşadığımızı unutmayalım.

Tüm yazılarını göster