Oryantalizm Aleviliğin neresinde?
Kanaatim odur ki bu türlü bir bilgi-iktidar makinesinin Türkiye’de de işlerlikte olduğunun en görünür olduğu alan Sünni-İslami hegemonyanın Alevilik hakkında geliştirdiği söylemin alanıdır. Durmaksızın Aleviler ve Alevilik hakkında bir bilgi biçimi inşa edip, bunu da Alevilere giydirmeye kalkışmak görünür kılıyor bunu. Özellikle de her türlü ortodoksinin saplantısı durumundaki köken takıntısını Alevilere de empoze etmek, Alevileri de bir köken sorunuyla baş başa bırakmak durumu ortaya koyuyor bunu.
DUVAR - Edward Said’in Oryantalizm’i Batı’nın temsil örüntülerinde 'ötekiler'in yerini saptamak ve bu temsil örüntülerinin bir tür kültürel egemenlik içerisinde nasıl kurumsallaştırılmış olduğunu ortaya koymak üzere düzenlenmiş bir metindi. Bu metin Batılıların Doğu’yu ‘bilmek’ yönünde başvurdukları disiplinleri, araştırma süreçlerini, düşünme biçimlerini ‘oryantalizm’ olarak adlandırıyor ve bunun da on dokuzuncu yüzyılın emperyalizmiyle birlikte doruğuna ulaşmış olduğunu belirtiyordu. Said’e göre Avrupa’nın ötekileri bilme biçimi, bilgi ile iktidar arasındaki ilişkiyi de gözler önüne sermekteydi; çünkü bu bilme biçimi, Doğuluları bilme süreci içinde onları ‘inşa ediyor’ ve hâkimiyeti altına alıyordu. Doğulu (oriental) sözcüğü bile, adlandırma ile hükmetme arasındaki ilişkiyi açığa vurmaktadır. Oryantalizm, Avrupa’nın sömürgeleştirilmiş dünyayı bilme ve bu dünyayı hâkimiyeti altına alma stratejilerini ortaya koyan bir modeldir.
Bir söylem içerisinde nelerin söylenebilir ve nelerin söylenemez olduğunu düzenleyen yazısız (ve kimi zaman da bilinçdışı) kurallar vardır. Dünya hakkında bilgi edinmeye yönelik her girişimde, bilinen şey tam da onun bilinme biçimi tarafından belirlenir. Örneğin bir disiplinin kuralları o disiplinin ürettiği bilgi biçimini belirler. Bu nedenle bir akademik disiplinin kuralları bir söylemin prototipi olarak düşünülebilir; fakat bu kurallar bir dizi disiplini kapsıyorsa ve bunları toptan sınırlandırıyorsa, artık önümüzde duran şey ‘oryantalizm’ gibi bir söylemdir. Yani savaşın travmatik etkilerinden söz ederken de (psikoloji), savaş içindeki sosyo-simgesel uzamlardan söz ederken de (sosyoloji), ulusların egemenlik haklarından söz ederken de (siyaset bilimi), savaş hukukundan söz ederken de hep aynı “PKK bir terör örgütü müdür, değil midir?” sorusuyla karşılaşıyorsanız, bu türlü bir söylem alanıyla karşı karşıyasınız demektir.
Bu soru, bir soru olmaktan ziyade bir egemenlik beyanıdır ve söz üretirken tabi olunması gereken sınırları hatırlatır. Said’e göre Avrupalı bilgi, nesnesini (Doğu) oryantalist söylem içerisinde durmaksızın yeniden inşa ederek bu nesne üzerinde hegemonik bir iktidarı sürdürme kabiliyetini elde ediyordu. Bu boyuta odaklanan Said, böylelikle, bir kültürel egemenlik makinesini deşifre etmeyi başarmıştır: İmparatorluğa özgü bir denetim sürecinin metonimik yapısı ve bu yapının çağımız yaşamı üzerindeki ritimsel tekrarları. Said’in aynı zamanda bir dilbilimci olduğunu da hatırlamak gerek. Metaforik değil de metonimik bir yapı teşhis etmesi, basit bir analojiden kaçınmak amacını gütmektedir. Çünkü metafor basitçe bir şeyin başka bir şeyin yerine kullanılabilmesi anlamına gelirken, metonimi bir bitişiklik ilkesiyle çalışır.
Örneğin “Padişah böyle buyurdu” demek yerine, padişah ile saray arasındaki mekânsal bir bitişiklikten faydalanarak “Saray böyle buyurdu” derken, ‘padişah’ın yerini ‘saray’ın alması metonimidir. Metonimik bir yapı teşhis etmek, kültürdeki bir sürekliliği de teşhis etmek anlamına gelmektedir. Fakat kültürün sürekliliğini kuran şey kültürün kendini olumlaması anlamında pozitif bir öğe değil, o kültür kendisini neyi olumsuzlayarak tesis ediyorsa odur. Kültürün sürekliliğini bu anlamıyla negatif öğe oluşturur ve bakımdan kültür kadar ırkçı bir kavram daha yoktur, pek öyle olduğu düşünülmese de.
Uygar kültür makinesi, nesnesini (!) bilme süreci içerisinde onu inşa eder ve hâkimiyeti altına alır. O halde oryantalizm başka her şeyden önce bir bilgi ve iktidar makinesinin çalışma düzenine işaret eden bir kavramdır; bir kültürel karşıtlığa işaret eden bir kavram değil. Tam bu noktada, İslamcı zihniyetin kavramı yeniden kültürelleştirmesi üzerine düşünmek gerekiyor; çünkü kavramın üzerine ideolojik bir örtü çekmenin de bir yoludur bu. “Ama bu oryantalizm” biçimli sızlanmaların hemen hepsinde işlerlikte olan mekanizma, bir tür oksidentalizm olarak beliriyorsa, bu, tersinden oryantalist bir iktidar ve bilgi makinesinin varlığına işaret eder. Kültürcü karşıtlıklar aldatıcı karşıtlıklardır.
Kanaatim odur ki bu türlü bir bilgi-iktidar makinesinin Türkiye’de de işlerlikte olduğunun en görünür olduğu alan Sünni-İslami hegemonyanın Alevilik hakkında geliştirdiği söylemin alanıdır. Durmaksızın Aleviler ve Alevilik hakkında bir bilgi biçimi inşa edip, bunu da Alevilere giydirmeye kalkışmak görünür kılıyor bunu. Özellikle de her türlü ortodoksinin saplantısı durumundaki köken takıntısını Alevilere de empoze etmek, Alevileri de bir köken sorunuyla baş başa bırakmak durumu ortaya koyuyor bunu. Oysa ne güzel söyler Abdal Musa: “Kim ne bilir bizi nice soydanız / Ne zerrece oddan ne hod sudanız.”
Kökene ve köken fikrine bu türlü bir müdahale neden? Çünkü köken biricikleştirir ve Aleviliğin üstesinden gelmek üzere bir sürü mekanizma ürettiği en temel sorunlardan biridir biricikleşme eğilimleri.
ALEVİLERİ DİLSİZ BIRAKMAK
Örneğin Genç Abdal’ın şu dizeleri: “Nefs atına binmiş gezer boşuna / Haksız olanların Hakk’da işi ne / İblis gibi düşmüş halkın peşine / Şeytan dolabına aldanan çoktur.” Şeytanın dolabı nefs ile kurulurken, aldanmışlığın göstergesi de halkın peşine düşülmüş olmasıdır. Kim ne diye düşer bir halkın peşine? Biriciklik arayışında ve dolayısıyla nefsine teslim olmuş değilse! Üstelik Alevi öğreti kökenin de kökenine bir müdahalede bulunarak, kendi anlatısı içerisinde Naci ve Naciye adlı iki figür yaratmak suretiyle kendisini Güruh-ı Naci diye adlandırmışken…
Türkiye’deki oryantalist bilgi-iktidar biçimi, Alevilerin bizzat öğretiye bu türlü başvurularını kesintiye uğratarak Aleviliğin dünya sorunları karşısında bir söz geliştirebilmesini önlemek, Alevileri dilsiz bırakmak üzerine kurulu: “Kendini ve kendi deneyimini anlamlandıracağın dili de sana ben vereceğim.” Bu dilsiz bırakma halinin bir örneği olarak Sivas katliamı davasına bakılabilir.
Bu bilgi-iktidar mekanizması tam da Batılı oryantalist söylemin yaptığı üzere, ‘tarih söylemi’ içerisinden işliyor. En kesin örneği, Ali’nin sürekli tarihsel Ali olarak öne sürülmesi ve bu yolla Aleviliğin anlam dünyasının parçalanmasıdır. Eh, ‘tarih’ yoksa bir köken ve dolayısıyla bir köken sorunu da yoktur en nihayetinde. Fakat “Yar Ali, yaradan Ali” diyen bir söylemin Ali’siyle tarihsel Ali gerçekten bir olabilir mi?
Walter Benjamin’in işaret ettiği üzere tarih daima kazananların yazdığı bir şeyse, kazananların tarihinin Aleviliğin tartılacağı ölçüt haline getirilmesinin anlamı ve amacı ne olabilir, Alevileri o tarihe kaydetmekten başka? Oryantalist söylem de olumsuzladığı nesnesini önce belirli bir tarih perspektifine yerleştirip ardından tarih-dışı halklar olarak nitelemiyor muydu? Değil mi ki bir ögeyi dışarı atabilmek için önce içeriye kayıtlamak gerektir!