Üniversiteden emekli olmadan birkaç yıl önce verdiğim bir yüksek lisans/doktora dersinin dördüncü haftasında, dersin başlamasından yaklaşık bir saat sonra biri kapıyı açıp içeri girdi ve sınıfın arka sıralarında bir yere oturdu. O sırada derse düzenli olarak gelen bir öğrenci soru soruyor ve yorum yapıyordu. Sınıfa daha birkaç dakika önce girmiş olan misafir girer girmez bu öğrenciye müdahale etti ve onun “oryantalist” olduğunu iddia etti. Şu an okumakta olduğunuz yazının ana fikri bende işte o an oluşmaya başladı.
Bu misafire önce öğrenci olup olmadığını sordum. “Evet” dedi. Daha sonra derse kayıtlı olup olmadığını sordum. "Kayıtlı" olduğunu ifade etti. Kendisine öncelikle usulle ilgili bir vaaz verdim. Kayıtlı olduğu bir dersin dördüncü haftasında, ders başladıktan bir saat sonra sınıfa girip, kulağına çalınan ilk birkaç cümleden sonra söz almadan yorum yapmanın asgariden bir saygısızlık olduğunu ifade ettim. Ayrıca kendisine sınıfa girdiği anda konuşanın hoca olması durumunda aynı şekilde davranıp davranmayacağını merak ettiğimi sordum. Cevap olarak pek emin olmadığını söyledi. Ben de kendisine böyle olduğunu tahmin ettiğimi ve bu tutumun da başlı başına başka bir ayıp olduğunu ifade ettim.
Zamanla bu tecrübe benim zihnimde yer etti ve bu konuda özellikle düşünmeye başladım. Derslerimde öğrencilerime oryantalizm, emperyalizm, Doğu/Batı, ilericilik/gericilik gibi kavramlar konusunda mümkün olduğu kadar ekonomik davranmalarını öğüdünü verdim. Olabildiğince bu tip kavramlara başvurmadan düşünmelerini, yazmalarını tavsiye ettim. Hatta bu konudaki fikirlerimi Twitter hesabımdan da paylaştım.
Toplumsal, tarihsel çözümleme yaparken bu tür meta kavramlara ihtiyacımız olduğu doğrudur. Örneğin toplum, ulus, birey, sınıf gibi kavramlar olmadan nasıl düşünebiliriz? Ancak bu tür meta kavramlar kurucu, inşa edici, ufuk açıcı oldukları kadar giderek düşünmenin önünde bizatihi bir engel haline de gelebilirler. İçinde yer aldıkları sosyal bilimler ve/veya beşerî çalışmalar alanlarını birer modern donanımlı komplo teorisi kampına dönüştürebilirler. Sosyal bilim fikrinin komplo teorilerinin dünyayı açıklamaya yetmediği bir tarihsellikte ortaya çıktığı bir vakıadır. Komplo teorileriyle sosyal bilimler arasındaki en önemli fark dayandıkları değişken sayısında ortaya çıkar. Komplo teorileri bir ya da birkaç değişkenle her şeyi açıklamaya meyillidirler. Sosyal bilimler ise bundan çok daha fazla değişkenden hareket ederler. Bireyin, toplumun, ülkenin, dünyanın, hayatın sadece oryantalizm kavramıyla açıklanabilir olduğunu düşünüyorsanız eğer, siz bir komplo teorisyenisinizdir. Sosyoloji doçenti, siyaset bilim profesörü, tarih yardımcı doçenti olmanız bunu değiştirmez.
Benim görebildiğim kadarıyla Türkiye okuryazarlığında oryantalizm başta olmak üzere birçok meta kavram artık analitik kullanışlılıklarını yitirdiler. Bu tür meta kavramlar her şeyi ama her şeyi açıklayabildiği varsayılan komplo teorilerine dayanak haline getirildiler. Ne de olsa her şeyi açıklama iddiasında olan bir kavram büyük ihtimalle aslında hiçbir şeyi açıklamıyordur. Bunun böyle olmasının öncelikli nedenini sosyal bilimin ve düşüncenin, ayrıca beşerî çalışma alanlarının siyaset tarafından istimlak edilmiş olmasında aramalı. Örneğin, ideoloji sosyolojik nazarın üzerine çöktüğünde oryantalizm her şeyi açıklayabilecek bir kisveye bürünebiliyor. Araştırmacı ya da düşünür kendini ideolojik fayda ufkuyla sınırladığında çok az değişkenle, hatta bazen tek bir değişkenle her şeyi açıklayabiliyor. Üstelik bu zihniyet ortamda çoğunluk haline gelince buna uygun bir piyasa, mübadele alanı da kendiliğinden oluşuyor.
Meseleye oryantalizm kavramının kullanımı özelinde baktığımızda bunun, özellikle sağcı, İslamcı, muhafazakâr okuryazarlık dünyasında büyük bir kolaycılık olduğu söylenebilir. Kendini bu şekilde tanımlayanlar arasında oryantalizm her gün yenen bir yemek, her yemekten sonra alınan bir ilaç gibi neredeyse. Olup biten her şey hakkında oryantalizm eleştirisi yapmak gündelik bir rutin haline gelmiş durumda. Her şeye bu pencereden bakıldığında zihinler birer oryantalizm dedektörüne dönüşebiliyor. Yazının başında değindiğim misafir örneğinde olduğu gibi.
Oryantalizm dedektörlüğü dediğim tutum ise zamanla düşünmeyi ikame eden bir tutuma dönüşebiliyor. Yani düşünmeden, analiz etmeden çok güçlü kanaatlere sahip olabiliyorsunuz. Ait olabiliyorsunuz. Kimlik edinebiliyorsunuz. Hatta unvan sahibi de olabiliyorsunuz ama dâhil olduğunuz söylemin kendi mahalleniz dışında pek bir karşılığı olmayabiliyor.
Oryantalizmin Türkiye’de neredeyse bir boş gösterene dönüşmüş olması oryantalizmin kendisinden değil, gündelik siyasetin ihtiyaçlarına göre kullanılmasından kaynaklanıyor. Yani dünyaya bir bütün olarak bakıldığında oryantalizmin açıklayıcı potansiyelinin tamamen yok olduğu söylenemez. Adorno’nun dediği gibi “aşırı kutuplar birbirlerine dönüşebiliyor.” Ya da oryantalizm bir tür pharmakon haline geliyor. Hem ilaç hem zehir. Makul dozda kullanıldığında ilaç olabilecek olan, aşırı doz alındığında zehre dönüşebiliyor. Bir bakıma sözünü ettiğim okuryazar dünyası aşırı doz oryantalizmden mustarip.
Sanırım artık en azından oryantalizm saptamakla yetinmeyip, bunun sonrasına da geçmek gerekiyor. Bu mutlaka bir post-oryantalizm olmak zorunda da değil. Ancak verili durumun bir fikir hapishanesine dönüştüğü de aşikâr. Kısacası birçok konuda olduğu gibi Mevlana bu noktada da haklı!
Bu arada yazının başında sözünü ettiğim dersi gayet medeni bir şekilde tamamladık. Malum misafir bir daha hiç derse gelmedi.