Dünyayı sarsmaya devam eden COVID-19, salgın yönetiminin bir kenara bırakıldığı Türkiye gibi ülkelerde yeni varyantlarıyla insanları kasıp kavuruyor. Hastaneler dolup taşmış vaziyette. Günlük resmi vaka sayısı bile 60 binleri, ölüm sayısı 300’leri geçiyor. Üstelik virüsteki dönüşümün giderek mevcut aşıları etkisiz bırakması gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Örneğin Türkiye’de en çok kullanılan CoronaVac aşısının virüsün yeni varyantlarına karşı da etkili olup olmadığı bilinmiyor bile! Sağlık Bakanlığı’nın bu konuda herhangi bir çalışma yapıp yapmadığı da muamma.
İktidarın etkili ve bilimsel tedbirlere ekonomi, daha doğrusu oy kaygısı nedeniyle mesafeli durması işleri tamamen kontrolden çıkarmış durumda. Haliyle ne CoronaVac aşısı ne kişisel önlemler ne maske-mesafe kuralları ne de sokağa çıkma yasağı hastalıktan korunmamızı garantiliyor.
Süreci başından beri yakından izleyen ve İletişim Yayınları tarafından yayınlanan “Pandeminin Düşürdüğü Maskeler” kitabını Prof. Kayıhan Pala’yla birlikte derleyip kitapta “Salgının Kırılma Anları” başlıklı makalesinde son derece ayrıntılı bilgiler paylaşan, Türk Tabipleri Birliği COVID-19 İzleme Kurulu eski üyesi, Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Osman Elbek’in çarpıcı tespitlerine kulak verelim…
Halihazırda Sağlık Bakanlığı’nın salgınla ilgili bizimle paylaşmadığı, bilmemiz gereken ne var?
Türkiye’nin varyantlarla birlikte yeni bir pandemi sürecine girdiği görülüyor. Bunun bugünkü kaynağı İngiltere varyantı. Ardından Güney Afrika ve Brezilya varyantları geliyor. Daha da kötüsü ilk bulgular bize, Türkiye’deki suşun, İngiltere ve Güney Afrika varyantlarından oluşan birleşik mutasyon biçiminde olduğunu gösteriyor.
Bu ne anlama geliyor?
Bugün dünyada 19 varyant araştırılıyor. Altı tane ise ilgi çekici varyant bulunuyor. Bunların vakaları daha da artırdığı ve bulaşıcılıklarının daha fazla olduğu düşünülüyor. Dahası, var olan aşılardan kaçma ihtimalleri de olabilir.
Altı varyant hangileri?
Birleşik Krallık, Nijerya, Tayland, Amerika, Brezilya, Filipinler, Japonya ve Fransa orijinli olmak üzere Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından dikkat çekici bulunan toplam altı varyanttan söz ediyoruz. DSÖ tarafından kabul edilen endişe verici varyant sayısı ise üç. Bunlar kesinlikle daha bulaşıcı ve daha şiddetli hastalık yapıyor. Ayrıca hem aşı etkinliğini azalttığına hem de hastalığı geçirmiş olanları tekrar hasta ettiğine dair güçlü şüpheler var.
Bu varyantlardan hangisi Türkiye’de de var?
Üçü de! DSÖ bunları Varyant 1, Varyant 2 ve Varyant 3 diye kodluyor. Varyant 1 İngiltere, Varyant 2 Güney Afrika, Varyant 3 de Brezilya-Japonya orijinli. Bugün Türkiye’yi kasıp kavuran Varyant 1’dir. Varyant 2 67, Varyant 3 ise 43 ülkede yerli varyant haline gelmiştir. Varyant 1 de Türkiye’de yerli varyant haline geldi. Fakat Varyant 2 ve 3’ün Türkiye’de yerli varyant haline gelip gelmediğini henüz bilmiyoruz.
Neden?
Bunları saptayabilmek için genomik analiz yapmak lazım ki, çok pahalı. Türkiye’de ağırlıkla PCR testi üzerinden bu tespit yapılmaya çalışılıyor. İlk bulgular Türkiye’de Varyant 1 ile Varyant 2’nin birleşik mutasyonlar halinde olabileceğine işaret ediyor. Ancak bu Türkiye’ye ait bir varyant olarak tanımlanmamalı. Varyant 1’in 9 tane mutasyonu var. O mutasyon bu virüsün yüzde 70 oranında daha fazla bulaşıcılık yarattığını gösterdi. Mutasyonlar sayesinde hücreye giriş reseptörüne daha iyi tutunuyor. Bu nedenle artık çok az virüsle enfekte olunabiliyor.
Peki hangi aşılar bu varyantlara karşı etkisiz?
İngiltere varyantı aşıların etkinliğini çok fazla düşürmüyor. Güney Afrika varyantı ise bulaşıcılıktan ziyade daha etkili, daha ağır hastalık yapıyor. Dahası bağışıktan kaçabiliyor. Örneğin AstraZeneca aşısı bu varyantta hiçbir işe yaramıyor. Ne iyi ki dünyada bugün itibariyle tüm aşılardan, antivirallerden, özel antikorlardan kaçabilen bir varyant yok. Ama endişe verici varyantlar buraya doğru giderse çok tehlikeli bir yeni başlangıçla karşı karşıya kalırız. Öte yandan birleşik mutasyonlar veya Varyant 3 gibi suşlar yaygınlaşırsa aşılanmış insanların ya da hastalığı geçirmiş kişilerin korunurluğu ortadan kalkabilir. Türkiye’de Varyant 1 egemen hale geldi ama aynı şeyin Güney Afrika ve Brezilya varyantları için gerçekleşmesini kesinlikle istemiyoruz. Çünkü bunlar her şeyi sıfırlama potansiyeline sahip.
Brezilya varyantının etkisi nasıl?
Varyant 3 maalesef diğer ikisinden de daha kaygı verici. 11 tane mutasyon geçirmiş durumda. Bulaş riski fazla ve bağışıklıktan da kaçıyor. Bu varyant ilk kez Brezilya’da, Amazonlar bölgesinde saptandı. Oysa Amazonlar’da hastalık yüzde 70’e yayılmış ve toplum bağışıklığına ulaşılmıştı. Varyant 3 ise burada hastalığı geçirmiş olanları yeniden hasta etti. O yüzden Varyant 3 çok kaygı verici. Hastalık geçirilerek toplumsal bağışıklığa ulaşılamadığı görülmeli. Amazonlar'daki gibi izole bir grupta bile insanları yeniden hasta etti Varyant 3.
Türkiye’de Güney Afrika ve Brezilya varyantlarının ne kadar yayıldığına dair bir harita yapılıyor mu?
Sağlık Bakanlığı her üç varyantın da görüldüğünü söylüyor ama ne kadarına genomik analiz yapıldığını, ne kadar analizde hangi varyantların ne oranda saptandığını bilmiyoruz. İngiltere varyantının yaygın olduğunu biliyoruz. Ama Birleşik Krallık’ın yaptığı gibi düzenli, yeterli ve sistemik genomik analizleri yapmazsak, hangi varyantın ne kadar yayıldığını bilemeyiz. Oysa Sağlık Bakanlığı’nın her hafta bu konuda analiz yapması ve hangi varyantın ne kadar yaygın olduğunu tespit ederek açıklaması gerekiyor. Elbette bu yapılmıyor veya açıklanmıyor. Yapılan birkaç bağımsız araştırmanın ilk sonuçlarına göre Türkiye’deki varyant birleşik mutasyon geçiriyor gibi. Bu da önümüzdeki dönemde Güney Afrika varyantının ülke genelinde yaygınlaşması ihtimalini ortaya koyuyor. Ardından Brezilya varyantı da yaygınlaşırsa, son bir yıldır karşılaştığımızdan çok daha zorlu bir süreçle karşı karşıya kalırız.
Türkiye’de yaygın olarak kullanılan CoronaVac (Çin aşısı) yeni varyantlara karşı etkili mi peki?
Ne yazık ki buna dair bilimsel kanıt düzeyinde hiçbir bilgi yok. Sinovac firması varyantlar üzerine hemen hiç çalışmıyor. Oysa mRNA aşılarını üreten firmalar varyantlar üzerine çalışmaya başladı. Hatta Moderna, yeni varyantlara karşı etkili aşıyı hazırlamaya başladığını da açıkladı.
Peki Sinovac neden kendi aşısının varyantlar üzerindeki etkinliğini araştırmıyor?
Muhtemelen yeteri kadar aşı sattığını düşündüğü için! Bu Türkiye açısından çok kritik bir mesele. Çünkü biz esas olarak Sinovac’ın ürettiği CoranoVac’ı kullanıyoruz. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı’nın CoronaVac aşısının yeni varyantlar üzerinde ne kadar etkili olduğunu bilimsel olarak araştırıp bunu açıklaması gerekiyor. Türkiye’nin altyapısı, insan gücü, kapasitesi bu araştırmaların tümünü yapacak nitelikte. Bu bilgiye mutlaka ulaşmalıyız.
Brezilya’nın popülist, sağcı lideri Bolsonaro ilk başlarda virüsün varlığına bile inanmadığını söylüyordu. Bu yaklaşımı Amazonlar'a kadar her tarafı kasıp kavurdu. Dünyada herhangi bir ülkenin yeterli önlem almaması virüsün mutasyon geçirmesine ve tüm insanlığı tehlikeye atmasına neden oluyor. Peki ülke sınırlarını aşan böylesi bir mesele varken, liderlere veya yönetimlere rağmen bu meseleyi araştıracak, önlemler alacak mekanizmalar yok mu? Örneğin Türkiye’de iktidar yeni varyantlar üzerine bilimsel çalışma yapmıyor veya bunları açıklamıyorsa, devreye girip araştırma yapacak uluslararası bir mekanizma yok mu? Dünya Sağlık Örgütü bu eksikliği kapatamaz mı?
Dünya Sağlık Örgütü dünyanın sağlık örgütü değil, hükümetlerin emrinde olan bir yapıdır. O yüzden hiçbir zaman, hiçbir siyasi iktidar ve hükümeti açıktan eleştirmez ve hükümetlerin yapması gerekeni açıktan söylemez. Daha önemlisi, hükümetlerin yapmadığı şeyi kendi uhdesinde yapmaz. Çünkü DSÖ hükümet temsilcilerinin oluşturduğu yapıya karşı sorumludur. Özellikle neoliberal sağlık dönüşümü sonrasında bütçesi çok azaltılmıştır, fonlara bağımlı hale getirilmiştir. Yani DSÖ 1960’lı yıllarda olduğu gibi dünyanın sağlığını organize eden bir örgüt olmaktan çoktan çıktı. Pandemi, dünyanın sağlığını gözetecek, gerektiği zaman açıktan uyaracak bir yapıya ihtiyaç olduğunu bir kez daha gösterdi. Öte yandan eğer Türkiye’de üniversiteler tümüyle siyasi iktidarın emrinde olmasaydı, bu süreci en azından görece bağımsız olarak götürebilecek altyapıya sahipler.
Virüsle ilgili elde edilmiş yeni bilgiler var mı?
Şimdiye kadar DSÖ öncülüğünde hep maske ve mesafeye dikkat çekiliyordu. Fakat yapılan araştırmalar havada asılı kalan küçük partiküllerin de bulaşmaya neden olabileceğini gösteriyor. Çünkü hastalık artan bir hızla yayılıyor ve bunun sadece damlacıkla, öksürükle yayılması mümkün görünmüyor. Ayrıca hiç öksürmeyen, yani semptomu olmayan insanların da hastalığın yayılımına çok büyük oranda katkı sunduğu artık biliniyor. Havalandırmanın etkin olmadığı iç mekânlarda asılı kalan partiküllerin yaklaşık 8 metre uzağa gittiği ve insanları hastalandırdığı araştırmalarla gösterildi. Keza hastanelerde kişisel koruyucu ekipman, maske, eldiven kullanıldığı halde hastalık yayılıyor. Nitekim hastanelerin havalandırma kanallarında üç saate kadar canlı kalabilen virüs tespit edildi. Tüm bunları topladığımızda bulaş mekanizmasının damlacık yoluyla sınırlı olmadığını, tıpkı tüberküloz, verem, kızamık gibi havada asılı kalan partiküllerle de yayılabileceği anlaşılıyor.
O halde ne yapmalı?
Klimatize kapalı alanları çok tehlikeli yerler olarak tanımlamak gerekli. Ama bu tanımlama yetmez. Kapalı alanlarda çalışanların hepsi N95 maske kullanmalı ve işverenler işçilere bu maskeyi temin etmeli. İktidar da bunu işçi sağlığı güvenliği haline getirmek zorunda.
Ama sanki artık o aşamayı da geçmiş durumdayız…
Türkiye’de egemen olan İngiltere varyantının yüzde 70 oranında daha bulaşıcı olduğunu biliyoruz. Aslında yapılması gereken başından itibaren bu varyantın ülkeye girmesi engellenmeye çalışmak olmalıydı. Şu anda yaşadığımız kader değil, inanılmaz bir vurdumduymazlığın eseri. Güneydoğu Asya ülkelerinin yaptığı gibi uçuşlara kısıtlama getirilseydi, yurtdışından gelen herkese PCR testi yapılsaydı, gelenler 14 gün karantinaya tabi tutulsaydı, yani tedbir alınsaydı bugün bu halde olmazdık. Fakat Türkiye bunların hiçbirine yanaşmadı ve turizm nedeniyle “gel, ne olursan ol yine gel” dendi.
Ramazan boyunca sokağa çıkma kısıtlaması, çeşitli mekânların kapatılması gibi uygulamaların etkili sonuç yaratması söz konusu mu, yoksa ipin ucu kaçtı mı?
Pandemi kontrolünde sokağa çıkma yasağı diye bir önlem olamaz! Bu uygulama Türkiye’nin totaliter iktidarının salgını kendi amaçları doğrultusunda kullanması ve toplum üzerinde hegemonya kurması nedeniyle tedavüle sokuluyor. Oysa olması gereken, salgına karşı fiziki hareket kısıtlamasıdır.
Bunun sokağa çıkma kısıtlamasından farkı ne?
Eğer ev halkının dışarıyla bir teması yoksa, o eve virüs gelmez. Ama bugün Türkiye’de hemen her haneye, her akşam, dışarıdan biri veya birileri giriyor. Kim onlar? Sabah işe gitmek için evden çıkan, otobüse, metrobüse, dolmuşa binen, fabrikada, atölyede tüm gün dip dibe çalışmak zorunda olan insanlar… Dolayısıyla siz dışarıdan gelen virüse karşı evden çıkmayı yasaklıyorsunuz! Evden çıkartmamak, çalışmak için evden çıkanın evde kalanları hasta etmesini daha da kolaylaştırıyor. Bunun akılla, mantıkla, salgın yönetimiyle ilgisi yok.
Fiziki hareket kısıtlamasından kastınız ne peki?
İnsanların dışarıda birbirlerinden uzak, toplu olmayacak şekilde hareket etmesini sağlayabilirsiniz. Böylece evdekiler en azından dışarı çıkarak içeride devamlı virüs solumaktan kurtulabilir. Şu anda Çanakkale salgında birinci sırada. 100 bin kişiden 962 kişi salgına yakalanmış durumda. Buna karşı alınan önleme göre örneğin sahil kenarında ikiden fazla kişinin yan yana yürümesi yasak. Pazarlara da TC kimlik numarasının tek-çift sayısına göre girilebiliyor ve aynı hafta içerisinde birden fazla kez pazara gidilemiyor. O halde sormak gerekli: Peki ama bunların dışında Çanakkale’deki Dardanel fabrikasında ne yaptınız? Çanakkale’de kordonda ikiden fazla kişinin yan yana yürümesini engelliyorsunuz ama fabrikadaki işçiler tüm gün, N95 maske olmadan, kapalı mekânda yan yana çalışıyor. AVM’ler serbest, parkları kapatıyorsunuz! Bırakın insanlar parka, açık alanlara gitsin. İç ortamın kirliliği yerine dış havayı solusunlar. Çünkü aslolan gerek ev, gerekse iş yerlerinde kapalı ortamlarda kalabalık oluşmasını engellemek.
Aynı hane içinde virüse yakalanmış birden fazla kişi yaşıyorsa, onların sürekli olarak birbirlerinin virüs yoğunluğunu artırması, birbirlerinin hastalıklarını derinleştirmeleri söz konusu mu?
Tabii, normalde biz çok zorda kalmadıkça aynı odada iki hastayı bile tutmak istemeyiz ki, birbirlerinin virüs yüklerini artırmasınlar. Dahası, aynı hanede insanlar farklı varyantlarla enfekte olmuş olabilir. Türkiye’de bunca otel boşken, bu alanların sağlık hizmetinin bir parçası olarak kullanılması gerekiyor. Bunu yapan ülkeler var. Pandemiyle mücadele göstermelik önlemlerle değil, gerçek önlemlerle yürütülür. Ayrıca bir tutarlılık gerektirir. Siz vatandaşı sokağa çıkarmıyorsunuz ama kongreler, kitlesel cenaze törenleri yapıyorsanız. Bu ortamda kime, nasıl güven verebilirsiniz?
Aynı hanede iki kişi farklı varyantlardan hastalanmışsa, bunun etkisi ne olur?
Hastalar birbirlerinin hastalığının şiddetini artırabilir. Biz bağışıklık sistemi yoldan çıkan hastalara kortizon verip bağışıklıklarını baskılıyoruz. Çünkü bağışıklık sistemi bünyeye saldırıyor. Fakat aynı evde bağışıklığını baskıladığımız bir hastanın yanında başka bir aktif virüs saçan hasta varsa durum çok zor. Koruyucu savunma mekanizmalarını bastırdığımız hastanın virüsle temas etmesini asla istemeyiz. O yüzden insanların ayrı odalarda, maske kullanarak, ortak alanları sürekli dezenfekte ederek hastalığı atlatmaya çalışmalarını istiyoruz. Fakat Türkiye’de milyonlarca hanede insanların kalabileceği ayrı odaları yok.
Hastalık bu hızla devam ederse, aşıyla olmasa da hastalanarak toplum bağışıklığına ulaşmamız söz konusu olabilir mi?
Öncelikle bilelim ki toplum bağışıklığına aşıyla ulaşılabilir. Yani toplum bağışıklığına hastalıkla ulaşmaya kalkarsanız yapacağınız şey kırımdır. Brezilya’da Bolsonaro’nun yaptığı buydu. Amazonlar'da hastalığın yayılmasına izin verildi ve toplumun yüzde 70’inden fazlası hastalandı. Ardından “toplumsal bağışıklık oluştu” dendi. Fakat bu ortamda Varyant 3 ortaya çıktı ve hastalığı geçirmiş insanlar tekrar hastalandı. Virüsü özgür bırakırsanız kendisini çoğaltmak ve insanda tutunmak ister. Ona karşı immünolojik sistem gelişmiş olsa bile, virüs onu aşacak yollar bulur. Baksanıza yoksul Vietnam’da, Moğolistan’da, Çin’de, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da neden varyant gelişmiyor? Neden varyant kötü salgın politikaların uygulandığı ABD’de, İngiltere’de, Brezilya’da ortaya çıkıyor? Virüsü serbest bıraktığınız zaman mutlaka yeni bir varyant formuna girer ve mutlaka hasta etmeye devam eder. İsveç hastalıkla toplum bağışıklığına yöneldi ve komşu ülkelere nazaran ölüm oranı kat be kat kat daha fazla oldu. Sonuçta toplum bağışıklığına ulaşamadı ve kısıtlamalara gitmek zorunda kaldı.
Gelelim aşı ve patent meselesine. Kaba bir hesapla, çocukları da çıkarırsak 10 küsur milyar doz aşıyla insanlık bu meseleden kurtulabilir. Peki bu neden olamıyor? Bu kadar aşı üretilememesinin önündeki teknik engeller neler?
Temel engel teknik değil, ülkelerin ve şirketlerin ticari hesaplarıdır. Aşının topluma, dünyaya yetememesinin temel faktörü bu.
Daha önce görüştüğümüz bazı bilim insanları, virologlar, aşı üreten şirketlerin patent haklarından feragat etmelerinin de çözüm olmadığını, çünkü pek çok ülkede mRNA aşılarını üretecek kapasitenin bulunmadığını söylemişti. Ayrıca patentin tek bir şirkette olmadığı, aşı üretme sürecinde son derece karmaşık, farklı şirketlerin farklı patent hakları bulunduğu da söyleniyor…
Bunda doğruluk payı var. Fakat aşıda patent denince 1995 yılı öncesini hatırlamamız gerekiyor. 1995 öncesi dünyada Hindistan açık bir aşı fabrikası olarak çalışmaktaydı. Batılı ülkelerden farklı olarak burada ucuz aşılar üretilir ve dünyanın yoksulları da bundan istifade ederdi. Öte yandan evet, pek çok ülke, patent sorunu olmasa da COVID-19 üretme kapasitesine sahip olmayabilir. Fakat DSÖ’nün önerisi orta yerde duruyor.
Nedir önerisi?
DSÖ ülkelere “teknolojilerinizi getirip ortak havuza koyun, herkes alsın ve kendi ülkelerinde, uygun bir vaziyette kullansın” diyor. Böylesi bir durumda, her ne kadar yıllar içinde altyapı itibariyle aşı üretme kapasitesi ortadan kalksa bile Türkiye ve benzeri ülkeler altyapılarını uygun hale getirip aşıyı üretmeye başlayabilir. Öte yandan aktardığınız bilgi doğru; aşı üretim süreci boyunca pek çok farklı şirketin farklı patent hakları doğuyor. Fakat insanlığın geleceği için aşı üretim sürecinin tümünün patentten muaf tutulması gerekiyor. Elbette hiçbir şirket buna yanaşmaz ama insanlığın geleceği de bu şirketlerin elinde olmamalı zaten.
1995 öncesinde aşı üretim süreçleriyle ilgili böyle bir patent hadisesi yok muydu?
Hayır, yoktu. Fakat Dünya Ticaret Örgütü çıkıp tüm dünyaya ticaretle bağlantılı fikri mülkiyet hakları anlaşmasını dayattığında vicdanı solda atan insanlar çıkıp “olası bir salgında bu çok büyük bir yıkım getirir” uyarısı yaptı. Nitekim AIDS ilaçlarında biz bunu yaşadık. Dünyanın bir bölümü AIDS’ten kırılırken aşı üreticileri patentleri ucuza vermedi. Bunun üzerine Dünya Ticaret Örgütü “anlaşmayı kabul edelim ama 10 yıl sonra yürürlüğe girsin” diyerek kurbağayı ılık suda alıştırma taktiği uyguladı ve şirketler lehine başarılı da oldu. Oysa 1995 yılından itibaren insanlığın bu meseleye çok güçlü bir itiraz örgütlemesi gerekiyordu.
Bir aşıyı üretme, geliştirme maliyetinin 2,5 milyar dolar olduğu, patent konmazsa hiçbir şirketin böylesi büyük yatırımlar yapmayacağı savunusuna ne diyorsunuz?
İlk olarak London School of Economics (Londra Ekonomi Okulu) aşı molekülünü var etmenin iddia edildiği gibi 2,5 milyar dolar değil, 40 küsur milyon dolar olduğunu ortaya koydu. İkincisi Pfizer büyük bir şirket ve aşıyı yüksek Ar-Ge kaynağı nedeniyle onun bulmasını beklerdik. O mu buldu? Hayır. Ama ne yaptı Pfizer? Gidip BioNTech gibi aşıyı keşfeden küçük bir şirketle anlaştı. Yani ilaç şirketleri büyük Ar-Ge faaliyetleri yapıp, yeni icat falan yapmıyorlar. Tersine, aklını-fikrini kullanan küçük şirketleri yutuyor, onlarla evlilikler yapıyor ve ürüne sahip olup dünyaya sunuyorlar. Bu “küçük” şirketler de finansal kaynaklarının hemen hepsini kamuda karşılıyor. Mesela başka bir büyük şirket olan AstraZeneca da aşıyı bulmadı. Bir kamu üniversitesi olan Oxford’un bulduğu aşıya ortak oldu. Peki neden Oxford Üniversitesi bulduğu aşıyı AstraZeneca ile paylaştı? Çünkü üniversitenin fonlarının en büyük fonlayıcısı Bill Gates’in "ricası" bu yöndeydi. Bu "rica" olmasaydı Oxford Üniversitesi aşıyı 10 centten dünyaya sunacaktı. Şimdi de en ucuz aşı Oxford-AstraZeneca’nınki ama 10 cent değil.
Ortada birkaç aşı üreten şirket, onlarla anlaşıp önceliği kendi ülkeleri için sağlamaya çalışan yüzlerce devlet ve milyarlarca insan var. Ayrıca bir de patent gerçeği var. Böylesi bir tabloda başka bir yol mümkün müydü?
Mümkündü ve o yolu DSÖ gösterdi de. DSÖ, tek tek ülkelerin aşı şirketleriyle anlaşmayacağı, önceliğin her ülkenin ilk yüzde 20’lik risk grubuna verileceği bir paylaşım sistemi önerdi. DSÖ devletlere “eğer siz şirketlerle anlaşmaya gitmezseniz tek alıcı ben olurum ve onlarla pazarlık yaparak fiyatı kırarız. Sonra da aldığımız aşıyı dünyanın her ülkesine, en yüksek riskli yüzde 20 kesime ulaştırırız. Ardından bir sonraki yüzde 20’yle devam eder ve bu işi tüm dünyada eşit, eş zamanlı bir biçimde hallederiz” dedi. Hedef 2021 yılında tüm dünyada riskli yüzde 20’lik bir nüfusun tamamını aşılamak, 2022’de toplamda yüzde 40’a ulaşmak ve böylece devam etmekti.
Peki bu neden yapılmadı?
Bugün pandemiyle mücadelede çok övülen İsrail mesela, bu öneriyi dikkate almayıp aşı şirketleriyle birebir pazarlık yaptı ve çok yüksek miktarda para ödedi. Aşı başına 40 dolar ödediği iddia ediliyor. İsrail’in bu adımı hem DSÖ’nün pazarlık gücünü yok etti hem de diğer ülkeler kabul bile etseler dünya nüfusunun yüzde 20’lik kısmını aşılama olasılığını azalttı. Sonuçta “göreli” bir kıt bir kaynaktan söz ediyoruz.
Yani sorun İsrail’in kendi nüfusunun risk grubu için değil tümü için aşı satın alması mıydı?
Sadece İsrail değil, Türkiye dâhil pek çok ülke aynı yolda yürüdü. Avrupa Birliği de aynı şeyi yaptı ama en azından tüm birlik ülkelerinin nüfusu için tedarik yoluna gitti. Fakat baştan itibaren süreç DSÖ’nün öncülüğünde yürütülebilseydi hem dünya nüfusu eşit ve adil biçimde aşılanır, hem varyant gelişimi daha iyi önlenebilir, hem de insanlık kapitalizmin açgözlülüğünün bedelini daha az öderdi. Tüm dünya ve Türkiye, Güney Kore’yi örnek alabilirdi. Gerçekten de Güney Kore kendi başına şirketlerle hiç anlaşma yapmadı. Tüm aşı sürecini DSÖ aracılığı ile yürüttü. Öte yandan İsrail bugün itibariyle büyük bir başarıya ulaştı, hasta sayısını çok azalttı. Ama İsrail dünyadan azade değil ki! Dünya yanarken kapı-pencerenizi kapatmak sizi yangından kurtarmaz. O yüzden şimdi aşı pasaportu için girişimlerde bulunuyor İsrail. Ama aşıların etkinliğini azaltacak veya ortadan kaldırabilecek yeni varyantların ortaya çıkma ihtimali İsrail’in bu başarıyı sürdürmesini imkân dahilinden çıkarabilir. Nitekim mRNA aşılarının kimi varyantlara karşı çalışmayabileceğine dair çok yeni araştırmalar yayınlanmaya başladı bile.
Bu işin sonu nereye varacak?
Türkiye’de salgın başından beri kötü yönetiliyordu ama artık hiç yönetilmiyor. Servislerde 50’li yaşlarda hastalarımız yatıyor. Bu insanları hiç hastalanmayabilecekken, onları ağır vaka haline dönüştüren şey kötü olan salgın yönetiminin bile hepten bırakılmasıdır. O nedenle derhal çarklar durmalı ve en az 14 gün, mümkünse 28 gün tam kapanmaya gidilmeli. 14 günlük çarkların durması Türkiye’de salgını durdurmaz, sadece nefes aldırır. Ardından da düzenli nefeslerle bu işi yürütmeliyiz. Hızlı aşı, sıkı tedbir.
Eskiden kapitalizmin kâr hedefi dolayısıyla bir rasyonalitesi vardı. Ama artık kapitalizm rasyonalitesini yitirdi. İnsanların ölümü kapitalizm açısından mesele olmayabilir. Ama salgının maliyetinin 12 trilyon dolar olduğu söyleniyor. Peki aşının maliyeti ne kadar; 70 milyar dolar. Bir tarafta 12 trilyon dolar, bir tarafta 70 milyar dolar. Kapitalizm o kadar irrasyonel hale geldi ki, yüzde 1’lik küçük bir azınlığın kazancı uğruna yüzde 99 heba ediliyor. Bugün 1.500 dolar verdiğiniz an Rusya’da, Sırbistan’da, Dubai’de rahatlıkla mRNA ya da Sputnik V aşısı olabiliyorsunuz. Ardından da varsılları korumaya yönelik ikinci bir önlem olarak aşı olmuşlara aşı pasaportu getirilmek isteniyor. Böylece dünyanın yüzde 1’i yaşasın, gerisi beni ilgilendirmez deniyor aslında. Bu, bildiğimiz kapitalizmin de sonu. Yeni kapitalizm o nedenle faşizme, faşist rejimlere ihtiyaç duyuyor. Çünkü başka türlü bu iş yürütülemez.
Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu üyesi Prof. Serap Şimşek Yavuz, yaptığımız söyleşide “Salgın yönetimi Bilim Kurulu’nda olsaydı bunları yaşamazdık” demişti. İktidarın önerilerini dikkate almadığı Bilim Kurulu’nun varlığının bir anlamı var mı?
Bilim Kurulu’nda çok saygın ve yetkin bilim insanları var. Fakat Bilim Kurulları hakkında söylenmiş en doğru sözü, tıp dergisi The Lancet’in editörü söyledi: “Bilim kurulları hükümetlerin PR’ını yapıyor.” İngiltere’de de, Türkiye’de de COVID-19 Bilim Kurulu, kurulda yer alan insanlardan bağımsız olarak, hükümetlerin halkla ilişkiler dairesi gibi çalıştı ve çalışıyor. Öte yandan iktidar gelecekte sıkıştığında faturayı Bilim Kurulu’na kesecek. Oysa Bilim Kurulu’nun bir sözcüsü bile yok, sözcüsü bir siyasetçi, sağlık bakanı Bilim Kurulu adına açıklama yapıyor. Ayrıca Bilim Kurulu’nun tutanakları tutuluyor mu? Kurul hangi aşamalarda iktidara ne önerdi, hangi önerileri kabul edilmedi? Bunlar bilindiği zaman iktidar yapılıp yapılmayanlar hakkında halka hesap vermek zorunda kalır.
Aksi halde iktidar yarın faturayı Bilim Kurulu’na havale edip işin içinden çıkmaya yönelebilir, öyle mi?
Evet, iktidar yarın faturayı Bilim Kurulu'na kesebilir. Hele ki yarın resmi değil de gerçek ölüm sayıları ortaya çıkınca, zannederim ki böyle olacak. Şunu bilmeliyiz ki, maalesef 100 bini aşan bir ölümüz var. Çok ciddi bir hastalık problemi ile karşı karşıyayız. Sadece İstanbul’da ölümlerin 20 bine yaklaştığını biliyorum. Bulaşıcı hastalık ölümlerinin çok büyük bir kısmı çok fakir hanelerde oluyor. İstanbul özelinde salgında ölenlerin dörtte biri yoksul hanelerde. Zengin hanelerde oran altıda bir düzeyinde. Ölümde bile eşitliğin olmadığı bir dünyada ve ülkedeyiz. Öte yandan DSÖ’nün son verisine göre salgın Avrupa’da azalıyor ama tüm dünyada yeniden artış trendine girdi. Dünyada tüm vakaların ve ölümlerin üçte biri son üç ayda yaşandı.
Yeni varyantlardan dolayı mı?
Hayır, öncelikli neden DSÖ Başkanı Tedros Adhanom Ghebreyesus’un da söylediği gibi hükümetlerin duyarsızlığı, kafa karışıklığı ve salgınla mücadele etmemeleri nedeniyle, son üç ayda tüm salgındaki vaka ölümlerinin üçte birini yaşadık. Salgını artıran yeni varyantların kaynağı da bu. Dünya ölçeğinde salgını sil baştan yaşıyoruz.
Ama en azından bilim aşıyı bulmuş durumda…
Bu doğru ama Türkiye açısından bakacak olursak, bir kere CoronaVac’ın ilk dozu kesinlikle korumuyor. Her iki doz aşıyı yaptırabilmiş insan sayısı ise 8 milyon, ki bu da nüfusun yüzde 9’u demek. Bu hızla gidersek ancak 15 ay sonra toplumun yüzde 75’i aşılanabilecek. Oysa o zamana kadar şu an aşı olmuş olanların da tekrar aşı olması gerekecek. Dolayısıyla bu işten kurtulmanın yolu sıkı tedbir ve hızlı aşı. Toplumun yüzde 20’sini aşılarsak hastalık yüzde 20 azalır gibi bir durum yok. Ancak yüzde 75’e çok hızlı ulaşabilirsek virüsü azaltabiliriz. Nasıl olsa aşı bulundu, yavaş da olsa herkes bir gün aşı olacak gibi bir rehavet bizi felakete götürür, götürüyor da. ABD mesela, çok hızlı bir aşılama yaptı ve üç ay sonra nüfusun yüzde 75’ini aşılamış olacak. Bizim de en azından Varyant 2 ve Varyant 3 gelmeden aşılamaya hız vermemiz lazım. Aslında en büyük sorunumuz aşı değil, pandeminin yönetilmemesidir.
Dünya genelinde ölüm oranlarının seyrine dair bir bilgimiz var mı?
Bu salgından dolayı şimdiye kadar hayatını kaybeden insan sayısı 3 milyonu aştı. Bir milyon insan salgının ilk 9 ayında hayatını kaybetti. İkinci bir milyon ise sonraki 4 ay içinde hayatını kaybetti. Üçüncü bir milyon ölüm ise üç ay içinde yaşandı. Çok hızlanan bir seyir söz konusu. Dünya salgının ilk aylarından çok daha kötü bir durumda.
Varyantlar nasıl ortaya çıkıyor peki?
Varyantların oluşmasının basit açıklaması şöyle: Virüs çoğaldıkça hata yapıyor, mutasyona uğruyor. Doğada yaşayabilen, evrimsel olarak ayakta kalabilen, daha fazla kişiye ulaşabilen, daha çok bulaştıran, kendisini daha çok üretiyor. Daha az bulaşabilen, insandan insana daha az geçebilen virüs de yok olup gidiyor. O yüzden virüsün yayılmasını engellemek, çok daha tehlikeli varyantları da engellemek anlamına gelir.
CoronaVac aşısının insanları hastalığı hafif atlatmasını sağladığı ama virüsün yayılımını engellemediği söyleniyor. Bu ne anlama geliyor?
CoronoVac aşısı olmuş kişi başka kişiden virüsü alıp bir başkasına bulaştırabilir. Dolayısıyla CoronaVac aşısıyla pandemi bitmez. Bizim bulaşı kesmemiz lâzım. mRNA aşıları, Sputnik5 aşısı bu açıdan başarılı. Çünkü bu aşılar bulaş hızını ve yükünü azaltıyor. Dolayısıyla pandemiyi CoronaVac değil, mRNA aşıları ya da daha etkili aşılar bitirebilir.
İktidar salgın yönetimini bıraktığına göre iş başa düşmüş demektir. Bizler ne yapabiliriz?
Bugün hiçbir hastalığı olmayan kişilerin COVID-19’u ağır geçirmelerinin iki temel nedeni var. Birincisi tütün ürünleri, diğeri de obezite. Sürecin en başında sigara kullananlarda COVID-19’un daha az görüldüğünü idda edenlerin, bu yönde makale yazanların tütün endüstrisinde istihdam edildikleri ve para aldıkları ortaya çıktı. Nitekim söz konusu “bilimsel” makale de iptal edildi. Öte yandan örneğin İstanbul gibi bir kentte her 100 kişiden biri hasta olmuşsa, kişisel önlemler yeterli değil. Hasta olmak sizin suçunuz değil. Yaşamak için çalıştınız, çalıştığınız ortamda virüsle karşılaştınız ve hasta oldunuz. Maalesef artık kişisel önlemlerin bizi kurtaramayacağı noktadayız.