Dünyayı sarsmaya devam eden COVID-19, salgın yönetiminin bir
kenara bırakıldığı Türkiye gibi ülkelerde yeni varyantlarıyla
insanları kasıp kavuruyor. Hastaneler dolup taşmış vaziyette.
Günlük resmi vaka sayısı bile 60 binleri, ölüm sayısı 300’leri
geçiyor. Üstelik virüsteki dönüşümün giderek mevcut aşıları etkisiz
bırakması gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Örneğin
Türkiye’de en çok kullanılan CoronaVac aşısının virüsün yeni
varyantlarına karşı da etkili olup olmadığı bilinmiyor bile! Sağlık
Bakanlığı’nın bu konuda herhangi bir çalışma yapıp yapmadığı da
muamma.
İktidarın etkili ve bilimsel tedbirlere ekonomi, daha doğrusu oy
kaygısı nedeniyle mesafeli durması işleri tamamen kontrolden
çıkarmış durumda. Haliyle ne CoronaVac aşısı ne kişisel önlemler ne
maske-mesafe kuralları ne de sokağa çıkma yasağı hastalıktan
korunmamızı garantiliyor.
Süreci başından beri yakından izleyen ve İletişim Yayınları
tarafından yayınlanan “Pandeminin Düşürdüğü Maskeler” kitabını
Prof. Kayıhan Pala’yla birlikte derleyip kitapta “Salgının Kırılma
Anları” başlıklı makalesinde son derece ayrıntılı bilgiler
paylaşan, Türk Tabipleri Birliği COVID-19 İzleme Kurulu eski üyesi,
Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Osman Elbek’in çarpıcı
tespitlerine kulak verelim…
Doç. Dr. Osman Elbek
Halihazırda Sağlık Bakanlığı’nın salgınla ilgili bizimle
paylaşmadığı, bilmemiz gereken ne var?
Türkiye’nin varyantlarla birlikte yeni bir pandemi sürecine
girdiği görülüyor. Bunun bugünkü kaynağı İngiltere varyantı.
Ardından Güney Afrika ve Brezilya varyantları geliyor. Daha da
kötüsü ilk bulgular bize, Türkiye’deki suşun, İngiltere ve Güney
Afrika varyantlarından oluşan birleşik mutasyon biçiminde olduğunu
gösteriyor.
Bu ne anlama geliyor?
Bugün dünyada 19 varyant araştırılıyor. Altı tane ise ilgi
çekici varyant bulunuyor. Bunların vakaları daha da artırdığı ve
bulaşıcılıklarının daha fazla olduğu düşünülüyor. Dahası, var olan
aşılardan kaçma ihtimalleri de olabilir.
Altı varyant hangileri?
Birleşik Krallık, Nijerya, Tayland, Amerika, Brezilya,
Filipinler, Japonya ve Fransa orijinli olmak üzere Dünya Sağlık
Örgütü (DSÖ) tarafından dikkat çekici bulunan toplam altı
varyanttan söz ediyoruz. DSÖ tarafından kabul edilen endişe verici
varyant sayısı ise üç. Bunlar kesinlikle daha bulaşıcı ve daha
şiddetli hastalık yapıyor. Ayrıca hem aşı etkinliğini azalttığına
hem de hastalığı geçirmiş olanları tekrar hasta ettiğine dair güçlü
şüpheler var.
Üçü de! DSÖ bunları Varyant 1, Varyant 2 ve Varyant 3 diye
kodluyor. Varyant 1 İngiltere, Varyant 2 Güney Afrika, Varyant 3 de
Brezilya-Japonya orijinli. Bugün Türkiye’yi kasıp kavuran Varyant
1’dir. Varyant 2 67, Varyant 3 ise 43 ülkede yerli varyant haline
gelmiştir. Varyant 1 de Türkiye’de yerli varyant haline geldi.
Fakat Varyant 2 ve 3’ün Türkiye’de yerli varyant haline gelip
gelmediğini henüz bilmiyoruz.
Neden?
Bunları saptayabilmek için genomik analiz yapmak lazım ki, çok
pahalı. Türkiye’de ağırlıkla PCR testi üzerinden bu tespit
yapılmaya çalışılıyor. İlk bulgular Türkiye’de Varyant 1 ile
Varyant 2’nin birleşik mutasyonlar halinde olabileceğine işaret
ediyor. Ancak bu Türkiye’ye ait bir varyant olarak tanımlanmamalı.
Varyant 1’in 9 tane mutasyonu var. O mutasyon bu virüsün yüzde 70
oranında daha fazla bulaşıcılık yarattığını gösterdi. Mutasyonlar
sayesinde hücreye giriş reseptörüne daha iyi tutunuyor. Bu nedenle
artık çok az virüsle enfekte olunabiliyor.
Peki hangi aşılar bu varyantlara karşı
etkisiz?
İngiltere varyantı aşıların etkinliğini çok fazla düşürmüyor.
Güney Afrika varyantı ise bulaşıcılıktan ziyade daha etkili, daha
ağır hastalık yapıyor. Dahası bağışıktan kaçabiliyor. Örneğin
AstraZeneca aşısı bu varyantta hiçbir işe yaramıyor. Ne iyi ki
dünyada bugün itibariyle tüm aşılardan, antivirallerden, özel
antikorlardan kaçabilen bir varyant yok. Ama endişe verici
varyantlar buraya doğru giderse çok tehlikeli bir yeni başlangıçla
karşı karşıya kalırız. Öte yandan birleşik mutasyonlar veya Varyant
3 gibi suşlar yaygınlaşırsa aşılanmış insanların ya da hastalığı
geçirmiş kişilerin korunurluğu ortadan kalkabilir. Türkiye’de
Varyant 1 egemen hale geldi ama aynı şeyin Güney Afrika ve Brezilya
varyantları için gerçekleşmesini kesinlikle istemiyoruz. Çünkü
bunlar her şeyi sıfırlama potansiyeline sahip.
Varyant 3 maalesef diğer ikisinden de daha kaygı verici. 11 tane
mutasyon geçirmiş durumda. Bulaş riski fazla ve bağışıklıktan da
kaçıyor. Bu varyant ilk kez Brezilya’da, Amazonlar bölgesinde
saptandı. Oysa Amazonlar’da hastalık yüzde 70’e yayılmış ve toplum
bağışıklığına ulaşılmıştı. Varyant 3 ise burada hastalığı geçirmiş
olanları yeniden hasta etti. O yüzden Varyant 3 çok kaygı verici.
Hastalık geçirilerek toplumsal bağışıklığa ulaşılamadığı görülmeli.
Amazonlar'daki gibi izole bir grupta bile insanları yeniden hasta
etti Varyant 3.
Türkiye’de Güney Afrika ve Brezilya varyantlarının ne
kadar yayıldığına dair bir harita yapılıyor mu?
Sağlık Bakanlığı her üç varyantın da görüldüğünü söylüyor ama ne
kadarına genomik analiz yapıldığını, ne kadar analizde hangi
varyantların ne oranda saptandığını bilmiyoruz. İngiltere
varyantının yaygın olduğunu biliyoruz. Ama Birleşik Krallık’ın
yaptığı gibi düzenli, yeterli ve sistemik genomik analizleri
yapmazsak, hangi varyantın ne kadar yayıldığını bilemeyiz. Oysa
Sağlık Bakanlığı’nın her hafta bu konuda analiz yapması ve hangi
varyantın ne kadar yaygın olduğunu tespit ederek açıklaması
gerekiyor. Elbette bu yapılmıyor veya açıklanmıyor. Yapılan birkaç
bağımsız araştırmanın ilk sonuçlarına göre Türkiye’deki varyant
birleşik mutasyon geçiriyor gibi. Bu da önümüzdeki dönemde Güney
Afrika varyantının ülke genelinde yaygınlaşması ihtimalini ortaya
koyuyor. Ardından Brezilya varyantı da yaygınlaşırsa, son bir
yıldır karşılaştığımızdan çok daha zorlu bir süreçle karşı karşıya
kalırız.
'SİNOVAC FİRMASI MUHTEMELEN YETERİNCE AŞI SATTIĞI İÇİN
VARYANTLAR ÜZERİNE HEMEN HİÇ ÇALIŞMIYOR!'
Türkiye’de yaygın olarak kullanılan CoronaVac (Çin
aşısı) yeni varyantlara karşı etkili mi peki?
Ne yazık ki buna dair bilimsel kanıt düzeyinde hiçbir bilgi yok.
Sinovac firması varyantlar üzerine hemen hiç çalışmıyor. Oysa mRNA
aşılarını üreten firmalar varyantlar üzerine çalışmaya başladı.
Hatta Moderna, yeni varyantlara karşı etkili aşıyı hazırlamaya
başladığını da açıkladı.
Peki Sinovac neden kendi aşısının varyantlar üzerindeki
etkinliğini araştırmıyor?
Muhtemelen yeteri kadar aşı sattığını düşündüğü için! Bu Türkiye
açısından çok kritik bir mesele. Çünkü biz esas olarak Sinovac’ın
ürettiği CoranoVac’ı kullanıyoruz. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı’nın
CoronaVac aşısının yeni varyantlar üzerinde ne kadar etkili
olduğunu bilimsel olarak araştırıp bunu açıklaması gerekiyor.
Türkiye’nin altyapısı, insan gücü, kapasitesi bu araştırmaların
tümünü yapacak nitelikte. Bu bilgiye mutlaka ulaşmalıyız.
Brezilya’nın popülist, sağcı lideri Bolsonaro ilk
başlarda virüsün varlığına bile inanmadığını söylüyordu. Bu
yaklaşımı Amazonlar'a kadar her tarafı kasıp kavurdu. Dünyada
herhangi bir ülkenin yeterli önlem almaması virüsün mutasyon
geçirmesine ve tüm insanlığı tehlikeye atmasına neden oluyor. Peki
ülke sınırlarını aşan böylesi bir mesele varken, liderlere veya
yönetimlere rağmen bu meseleyi araştıracak, önlemler alacak
mekanizmalar yok mu? Örneğin Türkiye’de iktidar yeni varyantlar
üzerine bilimsel çalışma yapmıyor veya bunları açıklamıyorsa,
devreye girip araştırma yapacak uluslararası bir mekanizma yok mu?
Dünya Sağlık Örgütü bu eksikliği kapatamaz mı?
Dünya Sağlık Örgütü dünyanın sağlık örgütü değil, hükümetlerin
emrinde olan bir yapıdır. O yüzden hiçbir zaman, hiçbir siyasi
iktidar ve hükümeti açıktan eleştirmez ve hükümetlerin yapması
gerekeni açıktan söylemez. Daha önemlisi, hükümetlerin yapmadığı
şeyi kendi uhdesinde yapmaz. Çünkü DSÖ hükümet temsilcilerinin
oluşturduğu yapıya karşı sorumludur. Özellikle neoliberal sağlık
dönüşümü sonrasında bütçesi çok azaltılmıştır, fonlara bağımlı hale
getirilmiştir. Yani DSÖ 1960’lı yıllarda olduğu gibi dünyanın
sağlığını organize eden bir örgüt olmaktan çoktan çıktı. Pandemi,
dünyanın sağlığını gözetecek, gerektiği zaman açıktan uyaracak bir
yapıya ihtiyaç olduğunu bir kez daha gösterdi. Öte yandan eğer
Türkiye’de üniversiteler tümüyle siyasi iktidarın emrinde
olmasaydı, bu süreci en azından görece bağımsız olarak
götürebilecek altyapıya sahipler.
'VİRÜSÜN TÜBERKÜLOZ, VEREM, KIZAMIK GİBİ HAVADAKİ PARTİKÜLLERLE
DE YAYILABİLECEĞİ ANLAŞILIYOR'
Virüsle ilgili elde edilmiş yeni bilgiler var
mı?
Şimdiye kadar DSÖ öncülüğünde hep maske ve mesafeye dikkat
çekiliyordu. Fakat yapılan araştırmalar havada asılı kalan küçük
partiküllerin de bulaşmaya neden olabileceğini gösteriyor. Çünkü
hastalık artan bir hızla yayılıyor ve bunun sadece damlacıkla,
öksürükle yayılması mümkün görünmüyor. Ayrıca hiç öksürmeyen, yani
semptomu olmayan insanların da hastalığın yayılımına çok büyük
oranda katkı sunduğu artık biliniyor. Havalandırmanın etkin
olmadığı iç mekânlarda asılı kalan partiküllerin yaklaşık 8 metre
uzağa gittiği ve insanları hastalandırdığı araştırmalarla
gösterildi. Keza hastanelerde kişisel koruyucu ekipman, maske,
eldiven kullanıldığı halde hastalık yayılıyor. Nitekim hastanelerin
havalandırma kanallarında üç saate kadar canlı kalabilen virüs
tespit edildi. Tüm bunları topladığımızda bulaş mekanizmasının
damlacık yoluyla sınırlı olmadığını, tıpkı tüberküloz, verem,
kızamık gibi havada asılı kalan partiküllerle de yayılabileceği
anlaşılıyor.
'KAPALI ALANLARDA ÇALIŞAN HERKES N95 MASKE KULLANMALI,
İŞVERENLER BUNU TEMİN ETMELİ'
O halde ne yapmalı?
Klimatize kapalı alanları çok tehlikeli yerler olarak tanımlamak
gerekli. Ama bu tanımlama yetmez. Kapalı alanlarda çalışanların
hepsi N95 maske kullanmalı ve işverenler işçilere bu maskeyi temin
etmeli. İktidar da bunu işçi sağlığı güvenliği haline getirmek
zorunda.
Ama sanki artık o aşamayı da geçmiş
durumdayız…
Türkiye’de egemen olan İngiltere varyantının yüzde 70 oranında
daha bulaşıcı olduğunu biliyoruz. Aslında yapılması gereken
başından itibaren bu varyantın ülkeye girmesi engellenmeye çalışmak
olmalıydı. Şu anda yaşadığımız kader değil, inanılmaz bir
vurdumduymazlığın eseri. Güneydoğu Asya ülkelerinin yaptığı gibi
uçuşlara kısıtlama getirilseydi, yurtdışından gelen herkese PCR
testi yapılsaydı, gelenler 14 gün karantinaya tabi tutulsaydı, yani
tedbir alınsaydı bugün bu halde olmazdık. Fakat Türkiye bunların
hiçbirine yanaşmadı ve turizm nedeniyle “gel, ne olursan ol yine
gel” dendi.
'PANDEMİ KONTROLÜNDE SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI DİYE BİR ÖNLEM
OLAMAZ!'
Ramazan boyunca sokağa çıkma kısıtlaması, çeşitli
mekânların kapatılması gibi uygulamaların etkili sonuç yaratması
söz konusu mu, yoksa ipin ucu kaçtı mı?
Pandemi kontrolünde sokağa çıkma yasağı diye bir önlem olamaz!
Bu uygulama Türkiye’nin totaliter iktidarının salgını kendi
amaçları doğrultusunda kullanması ve toplum üzerinde hegemonya
kurması nedeniyle tedavüle sokuluyor. Oysa olması gereken, salgına
karşı fiziki hareket kısıtlamasıdır.
Bunun sokağa çıkma kısıtlamasından farkı
ne?
Eğer ev halkının dışarıyla bir teması yoksa, o eve virüs gelmez.
Ama bugün Türkiye’de hemen her haneye, her akşam, dışarıdan biri
veya birileri giriyor. Kim onlar? Sabah işe gitmek için evden
çıkan, otobüse, metrobüse, dolmuşa binen, fabrikada, atölyede tüm
gün dip dibe çalışmak zorunda olan insanlar… Dolayısıyla siz
dışarıdan gelen virüse karşı evden çıkmayı yasaklıyorsunuz! Evden
çıkartmamak, çalışmak için evden çıkanın evde kalanları hasta
etmesini daha da kolaylaştırıyor. Bunun akılla, mantıkla, salgın
yönetimiyle ilgisi yok.
Fiziki hareket kısıtlamasından kastınız ne
peki?
İnsanların dışarıda birbirlerinden uzak, toplu olmayacak şekilde
hareket etmesini sağlayabilirsiniz. Böylece evdekiler en azından
dışarı çıkarak içeride devamlı virüs solumaktan kurtulabilir. Şu
anda Çanakkale salgında birinci sırada. 100 bin kişiden 962 kişi
salgına yakalanmış durumda. Buna karşı alınan önleme göre örneğin
sahil kenarında ikiden fazla kişinin yan yana yürümesi yasak.
Pazarlara da TC kimlik numarasının tek-çift sayısına göre
girilebiliyor ve aynı hafta içerisinde birden fazla kez pazara
gidilemiyor. O halde sormak gerekli: Peki ama bunların dışında
Çanakkale’deki Dardanel fabrikasında ne yaptınız? Çanakkale’de
kordonda ikiden fazla kişinin yan yana yürümesini engelliyorsunuz
ama fabrikadaki işçiler tüm gün, N95 maske olmadan, kapalı mekânda
yan yana çalışıyor. AVM’ler serbest, parkları kapatıyorsunuz!
Bırakın insanlar parka, açık alanlara gitsin. İç ortamın kirliliği
yerine dış havayı solusunlar. Çünkü aslolan gerek ev, gerekse iş
yerlerinde kapalı ortamlarda kalabalık oluşmasını engellemek.
Aynı hane içinde virüse yakalanmış birden fazla kişi
yaşıyorsa, onların sürekli olarak birbirlerinin virüs yoğunluğunu
artırması, birbirlerinin hastalıklarını derinleştirmeleri söz
konusu mu?
Tabii, normalde biz çok zorda kalmadıkça aynı odada iki hastayı
bile tutmak istemeyiz ki, birbirlerinin virüs yüklerini
artırmasınlar. Dahası, aynı hanede insanlar farklı varyantlarla
enfekte olmuş olabilir. Türkiye’de bunca otel boşken, bu alanların
sağlık hizmetinin bir parçası olarak kullanılması gerekiyor. Bunu
yapan ülkeler var. Pandemiyle mücadele göstermelik önlemlerle
değil, gerçek önlemlerle yürütülür. Ayrıca bir tutarlılık
gerektirir. Siz vatandaşı sokağa çıkarmıyorsunuz ama kongreler,
kitlesel cenaze törenleri yapıyorsanız. Bu ortamda kime, nasıl
güven verebilirsiniz?
Aynı hanede iki kişi farklı varyantlardan hastalanmışsa,
bunun etkisi ne olur?
Hastalar birbirlerinin hastalığının şiddetini artırabilir. Biz
bağışıklık sistemi yoldan çıkan hastalara kortizon verip
bağışıklıklarını baskılıyoruz. Çünkü bağışıklık sistemi bünyeye
saldırıyor. Fakat aynı evde bağışıklığını baskıladığımız bir
hastanın yanında başka bir aktif virüs saçan hasta varsa durum çok
zor. Koruyucu savunma mekanizmalarını bastırdığımız hastanın
virüsle temas etmesini asla istemeyiz. O yüzden insanların ayrı
odalarda, maske kullanarak, ortak alanları sürekli dezenfekte
ederek hastalığı atlatmaya çalışmalarını istiyoruz. Fakat
Türkiye’de milyonlarca hanede insanların kalabileceği ayrı odaları
yok.
Hastalık bu hızla devam ederse, aşıyla olmasa da
hastalanarak toplum bağışıklığına ulaşmamız söz konusu olabilir
mi?
Öncelikle bilelim ki toplum bağışıklığına aşıyla ulaşılabilir.
Yani toplum bağışıklığına hastalıkla ulaşmaya kalkarsanız
yapacağınız şey kırımdır. Brezilya’da Bolsonaro’nun yaptığı buydu.
Amazonlar'da hastalığın yayılmasına izin verildi ve toplumun yüzde
70’inden fazlası hastalandı. Ardından “toplumsal bağışıklık oluştu”
dendi. Fakat bu ortamda Varyant 3 ortaya çıktı ve hastalığı
geçirmiş insanlar tekrar hastalandı. Virüsü özgür bırakırsanız
kendisini çoğaltmak ve insanda tutunmak ister. Ona karşı
immünolojik sistem gelişmiş olsa bile, virüs onu aşacak yollar
bulur. Baksanıza yoksul Vietnam’da, Moğolistan’da, Çin’de,
Avustralya’da, Yeni Zelanda’da neden varyant gelişmiyor? Neden
varyant kötü salgın politikaların uygulandığı ABD’de, İngiltere’de,
Brezilya’da ortaya çıkıyor? Virüsü serbest bıraktığınız zaman
mutlaka yeni bir varyant formuna girer ve mutlaka hasta etmeye
devam eder. İsveç hastalıkla toplum bağışıklığına yöneldi ve komşu
ülkelere nazaran ölüm oranı kat be kat kat daha fazla oldu. Sonuçta
toplum bağışıklığına ulaşamadı ve kısıtlamalara gitmek zorunda
kaldı.
Gelelim aşı ve patent meselesine. Kaba bir hesapla,
çocukları da çıkarırsak 10 küsur milyar doz aşıyla insanlık bu
meseleden kurtulabilir. Peki bu neden olamıyor? Bu kadar aşı
üretilememesinin önündeki teknik engeller neler?
Temel engel teknik değil, ülkelerin ve şirketlerin ticari
hesaplarıdır. Aşının topluma, dünyaya yetememesinin temel faktörü
bu.
Daha önce görüştüğümüz bazı bilim insanları, virologlar,
aşı üreten şirketlerin patent haklarından feragat etmelerinin de
çözüm olmadığını, çünkü pek çok ülkede mRNA aşılarını üretecek
kapasitenin bulunmadığını söylemişti. Ayrıca patentin tek bir
şirkette olmadığı, aşı üretme sürecinde son derece karmaşık, farklı
şirketlerin farklı patent hakları bulunduğu da
söyleniyor…
Bunda doğruluk payı var. Fakat aşıda patent denince 1995 yılı
öncesini hatırlamamız gerekiyor. 1995 öncesi dünyada Hindistan açık
bir aşı fabrikası olarak çalışmaktaydı. Batılı ülkelerden farklı
olarak burada ucuz aşılar üretilir ve dünyanın yoksulları da bundan
istifade ederdi. Öte yandan evet, pek çok ülke, patent sorunu
olmasa da COVID-19 üretme kapasitesine sahip olmayabilir. Fakat
DSÖ’nün önerisi orta yerde duruyor.
'AŞI MOLEKÜLÜNÜ VAR ETMEK, İDDİA EDİLDİĞİ GİBİ 2,5 MİLYAR DOLAR
DEĞİL, 40 KÜSUR MİLYON DOLAR'
Nedir önerisi?
DSÖ ülkelere “teknolojilerinizi getirip ortak havuza koyun,
herkes alsın ve kendi ülkelerinde, uygun bir vaziyette kullansın”
diyor. Böylesi bir durumda, her ne kadar yıllar içinde altyapı
itibariyle aşı üretme kapasitesi ortadan kalksa bile Türkiye ve
benzeri ülkeler altyapılarını uygun hale getirip aşıyı üretmeye
başlayabilir. Öte yandan aktardığınız bilgi doğru; aşı üretim
süreci boyunca pek çok farklı şirketin farklı patent hakları
doğuyor. Fakat insanlığın geleceği için aşı üretim sürecinin
tümünün patentten muaf tutulması gerekiyor. Elbette hiçbir şirket
buna yanaşmaz ama insanlığın geleceği de bu şirketlerin elinde
olmamalı zaten.
1995 öncesinde aşı üretim süreçleriyle ilgili böyle bir
patent hadisesi yok muydu?
Hayır, yoktu. Fakat Dünya Ticaret Örgütü çıkıp tüm dünyaya
ticaretle bağlantılı fikri mülkiyet hakları anlaşmasını
dayattığında vicdanı solda atan insanlar çıkıp “olası bir salgında
bu çok büyük bir yıkım getirir” uyarısı yaptı. Nitekim AIDS
ilaçlarında biz bunu yaşadık. Dünyanın bir bölümü AIDS’ten
kırılırken aşı üreticileri patentleri ucuza vermedi. Bunun üzerine
Dünya Ticaret Örgütü “anlaşmayı kabul edelim ama 10 yıl sonra
yürürlüğe girsin” diyerek kurbağayı ılık suda alıştırma taktiği
uyguladı ve şirketler lehine başarılı da oldu. Oysa 1995 yılından
itibaren insanlığın bu meseleye çok güçlü bir itiraz örgütlemesi
gerekiyordu.
Bir aşıyı üretme, geliştirme maliyetinin 2,5 milyar
dolar olduğu, patent konmazsa hiçbir şirketin böylesi büyük
yatırımlar yapmayacağı savunusuna ne diyorsunuz?
İlk olarak London School of Economics (Londra Ekonomi Okulu) aşı
molekülünü var etmenin iddia edildiği gibi 2,5 milyar dolar değil,
40 küsur milyon dolar olduğunu ortaya koydu. İkincisi Pfizer büyük
bir şirket ve aşıyı yüksek Ar-Ge kaynağı nedeniyle onun bulmasını
beklerdik. O mu buldu? Hayır. Ama ne yaptı Pfizer? Gidip BioNTech
gibi aşıyı keşfeden küçük bir şirketle anlaştı. Yani ilaç
şirketleri büyük Ar-Ge faaliyetleri yapıp, yeni icat falan
yapmıyorlar. Tersine, aklını-fikrini kullanan küçük şirketleri
yutuyor, onlarla evlilikler yapıyor ve ürüne sahip olup dünyaya
sunuyorlar. Bu “küçük” şirketler de finansal kaynaklarının hemen
hepsini kamuda karşılıyor. Mesela başka bir büyük şirket olan
AstraZeneca da aşıyı bulmadı. Bir kamu üniversitesi olan Oxford’un
bulduğu aşıya ortak oldu. Peki neden Oxford Üniversitesi bulduğu
aşıyı AstraZeneca ile paylaştı? Çünkü üniversitenin fonlarının en
büyük fonlayıcısı Bill Gates’in "ricası" bu yöndeydi. Bu "rica"
olmasaydı Oxford Üniversitesi aşıyı 10 centten dünyaya sunacaktı.
Şimdi de en ucuz aşı Oxford-AstraZeneca’nınki ama 10 cent
değil.
Ortada birkaç aşı üreten şirket, onlarla anlaşıp
önceliği kendi ülkeleri için sağlamaya çalışan yüzlerce devlet ve
milyarlarca insan var. Ayrıca bir de patent gerçeği var. Böylesi
bir tabloda başka bir yol mümkün müydü?
Mümkündü ve o yolu DSÖ gösterdi de. DSÖ, tek tek ülkelerin aşı
şirketleriyle anlaşmayacağı, önceliğin her ülkenin ilk yüzde 20’lik
risk grubuna verileceği bir paylaşım sistemi önerdi. DSÖ devletlere
“eğer siz şirketlerle anlaşmaya gitmezseniz tek alıcı ben olurum ve
onlarla pazarlık yaparak fiyatı kırarız. Sonra da aldığımız aşıyı
dünyanın her ülkesine, en yüksek riskli yüzde 20 kesime
ulaştırırız. Ardından bir sonraki yüzde 20’yle devam eder ve bu işi
tüm dünyada eşit, eş zamanlı bir biçimde hallederiz” dedi. Hedef
2021 yılında tüm dünyada riskli yüzde 20’lik bir nüfusun tamamını
aşılamak, 2022’de toplamda yüzde 40’a ulaşmak ve böylece devam
etmekti.
'İSRAİL’İN AŞI ŞİRKETLERİYLE ANLAŞMASI DSÖ’NÜN PAZARLIK GÜCÜNÜ
YOK ETTİ'
Peki bu neden yapılmadı?
Bugün pandemiyle mücadelede çok övülen İsrail mesela, bu öneriyi
dikkate almayıp aşı şirketleriyle birebir pazarlık yaptı ve çok
yüksek miktarda para ödedi. Aşı başına 40 dolar ödediği iddia
ediliyor. İsrail’in bu adımı hem DSÖ’nün pazarlık gücünü yok etti
hem de diğer ülkeler kabul bile etseler dünya nüfusunun yüzde
20’lik kısmını aşılama olasılığını azalttı. Sonuçta “göreli” bir
kıt bir kaynaktan söz ediyoruz.
Yani sorun İsrail’in kendi nüfusunun risk grubu için
değil tümü için aşı satın alması mıydı?
Sadece İsrail değil, Türkiye dâhil pek çok ülke aynı yolda
yürüdü. Avrupa Birliği de aynı şeyi yaptı ama en azından tüm birlik
ülkelerinin nüfusu için tedarik yoluna gitti. Fakat baştan itibaren
süreç DSÖ’nün öncülüğünde yürütülebilseydi hem dünya nüfusu eşit ve
adil biçimde aşılanır, hem varyant gelişimi daha iyi önlenebilir,
hem de insanlık kapitalizmin açgözlülüğünün bedelini daha az
öderdi. Tüm dünya ve Türkiye, Güney Kore’yi örnek alabilirdi.
Gerçekten de Güney Kore kendi başına şirketlerle hiç anlaşma
yapmadı. Tüm aşı sürecini DSÖ aracılığı ile yürüttü. Öte yandan
İsrail bugün itibariyle büyük bir başarıya ulaştı, hasta sayısını
çok azalttı. Ama İsrail dünyadan azade değil ki! Dünya yanarken
kapı-pencerenizi kapatmak sizi yangından kurtarmaz. O yüzden şimdi
aşı pasaportu için girişimlerde bulunuyor İsrail. Ama aşıların
etkinliğini azaltacak veya ortadan kaldırabilecek yeni varyantların
ortaya çıkma ihtimali İsrail’in bu başarıyı sürdürmesini imkân
dahilinden çıkarabilir. Nitekim mRNA aşılarının kimi varyantlara
karşı çalışmayabileceğine dair çok yeni araştırmalar yayınlanmaya
başladı bile.
'ÇARKLAR DERHAL DURMALI, EN AZ 14 GÜN, MÜMKÜNSE 28 GÜN TAM
KAPANMAYA GİDİLMELİ'
Bu işin sonu nereye varacak?
Türkiye’de salgın başından beri kötü yönetiliyordu ama artık hiç
yönetilmiyor. Servislerde 50’li yaşlarda hastalarımız yatıyor. Bu
insanları hiç hastalanmayabilecekken, onları ağır vaka haline
dönüştüren şey kötü olan salgın yönetiminin bile hepten
bırakılmasıdır. O nedenle derhal çarklar durmalı ve en az 14 gün,
mümkünse 28 gün tam kapanmaya gidilmeli. 14 günlük çarkların
durması Türkiye’de salgını durdurmaz, sadece nefes aldırır.
Ardından da düzenli nefeslerle bu işi yürütmeliyiz. Hızlı aşı, sıkı
tedbir.
Kapitalizmin çarkları, bazı
istisnalar haricinde tüm dünyada dönmeye devam ederken biz bu işten
ne zaman kurtulabiliriz?
Eskiden kapitalizmin kâr hedefi dolayısıyla bir rasyonalitesi
vardı. Ama artık kapitalizm rasyonalitesini yitirdi. İnsanların
ölümü kapitalizm açısından mesele olmayabilir. Ama salgının
maliyetinin 12 trilyon dolar olduğu söyleniyor. Peki aşının
maliyeti ne kadar; 70 milyar dolar. Bir tarafta 12 trilyon dolar,
bir tarafta 70 milyar dolar. Kapitalizm o kadar irrasyonel hale
geldi ki, yüzde 1’lik küçük bir azınlığın kazancı uğruna yüzde 99
heba ediliyor. Bugün 1.500 dolar verdiğiniz an Rusya’da,
Sırbistan’da, Dubai’de rahatlıkla mRNA ya da Sputnik V aşısı
olabiliyorsunuz. Ardından da varsılları korumaya yönelik ikinci bir
önlem olarak aşı olmuşlara aşı pasaportu getirilmek isteniyor.
Böylece dünyanın yüzde 1’i yaşasın, gerisi beni ilgilendirmez
deniyor aslında. Bu, bildiğimiz kapitalizmin de sonu. Yeni
kapitalizm o nedenle faşizme, faşist rejimlere ihtiyaç duyuyor.
Çünkü başka türlü bu iş yürütülemez.
'BİLİM KURULLARI HÜKÜMETLERİN PR’INI YAPIYOR'
Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu üyesi Prof. Serap Şimşek
Yavuz, yaptığımız söyleşide “Salgın yönetimi Bilim Kurulu’nda
olsaydı bunları yaşamazdık” demişti. İktidarın önerilerini
dikkate almadığı Bilim Kurulu’nun varlığının bir anlamı var
mı?
Bilim Kurulu’nda çok saygın ve yetkin bilim insanları var. Fakat
Bilim Kurulları hakkında söylenmiş en doğru sözü, tıp dergisi The
Lancet’in editörü söyledi: “Bilim kurulları hükümetlerin PR’ını
yapıyor.” İngiltere’de de, Türkiye’de de COVID-19 Bilim Kurulu,
kurulda yer alan insanlardan bağımsız olarak, hükümetlerin halkla
ilişkiler dairesi gibi çalıştı ve çalışıyor. Öte yandan iktidar
gelecekte sıkıştığında faturayı Bilim Kurulu’na kesecek. Oysa Bilim
Kurulu’nun bir sözcüsü bile yok, sözcüsü bir siyasetçi, sağlık
bakanı Bilim Kurulu adına açıklama yapıyor. Ayrıca Bilim Kurulu’nun
tutanakları tutuluyor mu? Kurul hangi aşamalarda iktidara ne
önerdi, hangi önerileri kabul edilmedi? Bunlar bilindiği zaman
iktidar yapılıp yapılmayanlar hakkında halka hesap vermek zorunda
kalır.
Aksi halde iktidar yarın faturayı Bilim Kurulu’na havale
edip işin içinden çıkmaya yönelebilir, öyle mi?
Evet, iktidar yarın faturayı Bilim Kurulu'na kesebilir. Hele ki
yarın resmi değil de gerçek ölüm sayıları ortaya çıkınca,
zannederim ki böyle olacak. Şunu bilmeliyiz ki, maalesef 100 bini
aşan bir ölümüz var. Çok ciddi bir hastalık problemi ile karşı
karşıyayız. Sadece İstanbul’da ölümlerin 20 bine yaklaştığını
biliyorum. Bulaşıcı hastalık ölümlerinin çok büyük bir kısmı çok
fakir hanelerde oluyor. İstanbul özelinde salgında ölenlerin dörtte
biri yoksul hanelerde. Zengin hanelerde oran altıda bir düzeyinde.
Ölümde bile eşitliğin olmadığı bir dünyada ve ülkedeyiz. Öte yandan
DSÖ’nün son verisine göre salgın Avrupa’da azalıyor ama tüm dünyada
yeniden artış trendine girdi. Dünyada tüm vakaların ve ölümlerin
üçte biri son üç ayda yaşandı.
'CORONAVAC’IN İLK DOZU KESİNLİKLE KORUMUYOR, YAVAŞ DA OLSA
HERKES BİR GÜN AŞI OLACAK REHAVETİ BİZİ FELAKETE GÖTÜRÜYOR'
Yeni varyantlardan dolayı mı?
Hayır, öncelikli neden DSÖ Başkanı Tedros Adhanom Ghebreyesus’un
da söylediği gibi hükümetlerin duyarsızlığı, kafa karışıklığı ve
salgınla mücadele etmemeleri nedeniyle, son üç ayda tüm salgındaki
vaka ölümlerinin üçte birini yaşadık. Salgını artıran yeni
varyantların kaynağı da bu. Dünya ölçeğinde salgını sil baştan
yaşıyoruz.
Ama en azından bilim aşıyı bulmuş durumda…
Bu doğru ama Türkiye açısından bakacak olursak, bir kere
CoronaVac’ın ilk dozu kesinlikle korumuyor. Her iki doz aşıyı
yaptırabilmiş insan sayısı ise 8 milyon, ki bu da nüfusun yüzde 9’u
demek. Bu hızla gidersek ancak 15 ay sonra toplumun yüzde 75’i
aşılanabilecek. Oysa o zamana kadar şu an aşı olmuş olanların da
tekrar aşı olması gerekecek. Dolayısıyla bu işten kurtulmanın yolu
sıkı tedbir ve hızlı aşı. Toplumun yüzde 20’sini aşılarsak hastalık
yüzde 20 azalır gibi bir durum yok. Ancak yüzde 75’e çok hızlı
ulaşabilirsek virüsü azaltabiliriz. Nasıl olsa aşı bulundu, yavaş
da olsa herkes bir gün aşı olacak gibi bir rehavet bizi felakete
götürür, götürüyor da. ABD mesela, çok hızlı bir aşılama yaptı ve
üç ay sonra nüfusun yüzde 75’ini aşılamış olacak. Bizim de en
azından Varyant 2 ve Varyant 3 gelmeden aşılamaya hız vermemiz
lazım. Aslında en büyük sorunumuz aşı değil, pandeminin
yönetilmemesidir.
'VİRÜSÜN YAYILMASINI ENGELLEMEK, ÇOK DAHA TEHLİKELİ VARYANTLARI
DA ENGELLEMEYİ SAĞLAR'
Dünya genelinde ölüm oranlarının seyrine dair bir
bilgimiz var mı?
Bu salgından dolayı şimdiye kadar hayatını kaybeden insan sayısı
3 milyonu aştı. Bir milyon insan salgının ilk 9 ayında hayatını
kaybetti. İkinci bir milyon ise sonraki 4 ay içinde hayatını
kaybetti. Üçüncü bir milyon ölüm ise üç ay içinde yaşandı. Çok
hızlanan bir seyir söz konusu. Dünya salgının ilk aylarından çok
daha kötü bir durumda.
Varyantlar nasıl ortaya çıkıyor peki?
Varyantların oluşmasının basit açıklaması şöyle: Virüs
çoğaldıkça hata yapıyor, mutasyona uğruyor. Doğada yaşayabilen,
evrimsel olarak ayakta kalabilen, daha fazla kişiye ulaşabilen,
daha çok bulaştıran, kendisini daha çok üretiyor. Daha az
bulaşabilen, insandan insana daha az geçebilen virüs de yok olup
gidiyor. O yüzden virüsün yayılmasını engellemek, çok daha
tehlikeli varyantları da engellemek anlamına gelir.
CoronaVac aşısının insanları hastalığı hafif atlatmasını
sağladığı ama virüsün yayılımını engellemediği söyleniyor. Bu ne
anlama geliyor?
CoronoVac aşısı olmuş kişi başka kişiden virüsü alıp bir
başkasına bulaştırabilir. Dolayısıyla CoronaVac aşısıyla pandemi
bitmez. Bizim bulaşı kesmemiz lâzım. mRNA aşıları, Sputnik5 aşısı
bu açıdan başarılı. Çünkü bu aşılar bulaş hızını ve yükünü
azaltıyor. Dolayısıyla pandemiyi CoronaVac değil, mRNA aşıları ya
da daha etkili aşılar bitirebilir.
İktidar salgın yönetimini bıraktığına göre iş başa
düşmüş demektir. Bizler ne yapabiliriz?
Bugün hiçbir hastalığı olmayan kişilerin COVID-19’u ağır
geçirmelerinin iki temel nedeni var. Birincisi tütün ürünleri,
diğeri de obezite. Sürecin en başında sigara kullananlarda
COVID-19’un daha az görüldüğünü idda edenlerin, bu yönde makale
yazanların tütün endüstrisinde istihdam edildikleri ve para
aldıkları ortaya çıktı. Nitekim söz konusu “bilimsel” makale de
iptal edildi. Öte yandan örneğin İstanbul gibi bir kentte her 100
kişiden biri hasta olmuşsa, kişisel önlemler yeterli değil. Hasta
olmak sizin suçunuz değil. Yaşamak için çalıştınız, çalıştığınız
ortamda virüsle karşılaştınız ve hasta oldunuz. Maalesef artık
kişisel önlemlerin bizi kurtaramayacağı noktadayız.