Osman Kavala, Aziz Nesin, Nihal Atsız ve Said-i Nursi; Türkiye yargısı bir Temel fıkrası mıdır?
Bir gün Osman Kavala, Aziz Nesin, Nihal Atsız ve Said-i Nursi mahkemeye düşmüşler… Sonra ne oldu? Aziz Nesin ve 46 arkadaşı beraat ettiler. Artık herkes onların 6-7 Eylül olaylarından dolayı yargılanmalarını bir politik komedi olarak görüyor. Nihal Atsız ve 23 arkadaşı beraat ettiler ve hatta 1947’deki kararla “milli kahraman” ilan edildiler. Said-i Nursi ve arkadaşları 1944 Denizli Yargılamasında beraat ettiler. Artık neredeyse hiç kimse “risale-i nur”ların suç delili olarak kabul edilmesini savunamıyor. Osman Kavala’ya gelince... O hâlâ cezaevinde; ne suç işlediğini bilmiyor…
Orhan Gazi Ertekin
Solcu bir işadamı, aydınlanmacı bir yazar, Halidi bir din adamı ve Türkçü-Turancı bir entelektüeli tek bir cümlede anlamlı bir biçimde bir araya getirmek ancak absürd bir fıkra ile mümkün olacaktır herhalde: Bir gün Osman Kavala,Aziz Nesin, Nihal Atsız ve Said-i Nursi mahkemeye düşmüşler… Temel ve Fadime yok. Ama maşallah herkesler orada, mahkemedeler…
Belli ki daha ilk anda, İsimler ve mahkeme ikazı sizi bir fıkra beklentisinden ihtiyatlı bekleme haline geri çekmiş olmalıdır. Biliyoruz ki bir fıkra ile gerçek hayatın üst üste gelmesi oriental bir hikmettir ve her Türkiye vatandaşı bunun idraki içindedir. Çünkü son yüz elli yılın bırakın bambaşka kahramanlarını düpedüz bambaşka dünyalarını aynı zaman ve mekan içinde buluşturabilmenin de Türkiye yargı tarihinin nesnel bilgisine tekabül ettiğini görecek kadar hikmetle dolduk. Değil mi?
Hadi o halde fıkraya başlayalım. Buradan buyrun…
Aziz Nesin Mahkemeye Düşmüş!
6-7 Eylül 1955’te İstanbulda Gayrimüslimlere yönelik bir “şiddet festivali” (pogrom) gerçekleşti. İstanbul, Atatürk’ün Selanikteki evine atılan bomba haberinin hemen arkasından hepsi varoşlardan gelen binlerce kişinin tek elden çıkma sopa ve aletlerle gayrimüslimlerin yaşadıkları yerleri talan edip, kiliseyi yakmalarına ve dahi papazı “sünnet etme” marifetine kadar ulaşan yaygın bir şiddet gösterisine sahne oldu. Üstüne üstlük şiddetin mağdurları bir de Türkiye’yi derhal terke mecbur edildiler. Selanik Bombası, 6-7 eylül olayları ve hemen ardından binlerce gayrimüslimin sürgünü oldukça kapsamlı, tutarlı ve teknik bir hazırlığın ürünü olabilir miydi?
Dönemin DP hükümeti ve Sıkıyönetim komutanı da böyle düşünmüş olacak ki derhal operasyonlar yaparak Aziz Nesin ve 46 arkadaşını gözaltına alıp tutukladılar. Sanıklar neden suçlandıklarını birinci haftanın sonunda öğrendiler. 6-7 Eylül olaylarını tertip etmişlerdi. Gazeteler “vatan hainlerinin karışıklık çıkarmak ve hükümeti düşürmenin peşinde olduğu”ndan dem vuruyorlardı. Gazete haberleri o kadar aralıksız ve şiddetliydi ki Aziz Nesin ve arkadaşları bir an 6-7 Eylül olaylarını kendilerinin yapmış olabileceğini düşünmeye bile başladılar… Ortada suç fiilleri yoktu. Ama savcı onların “suç potansiyelleri”ni fark etmişti belli ki. Tutuklandılar ve cezaevine konuldular. Aslında zindana konuldular… Sanıklar kendilerini savunmaktan dahi aciz bırakılmışlardı…
Nihal Atsız Mahkemeye Düşmüş!
Nisan-Mayıs 1944’te artık Almanya’nın yenilgisi iyice belirginleşmeye başlamış ve Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan etmek durumunda kalacağı görülür hale gelmişti. Savaş sürecinde Türk hükümeti Ali Fuat Erden gibi muvazzaf Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet gibi emekli generaller vasıtasıyla Hitler ile bağlantılar kurmuş ve hatta Hitler’in karargahı ziyaret edilmişti. Çeşitli ırkçı-turancı yayınlar yapılıyor ve hatta Şükrü Saraçoğlu “Türküz, Türkçüyüz bizim için Türklük sadece bir kültür meselesi değil kan meselesidir de…” mealinde konuşmalar yapıyordu. Savaş Almanlar aleyhine ilerlerken kuşkusuz ki bu tür ırkçı/Turancı/Nazi propogandası için içerde bir “Naziler dosyası” hazırlanması da gerekiyordu. Aynı günlerde Nihal Atsız-Sebahattin Ali davasının görüldüğü 3 Mayıs 1944’te Ankara Ulus meydanında gençlik gösterileri yapılmış, ırkçı-turancı gençler Sebahattin Ali’ye tazyikte bulunmuşlardı. Bunun üzerine Sıkıyönetim savcısı Kazım Alöç 24 Türkçü-turancı aydını gözaltına alarak suç mahallinin tamamen dışında olan İstanbula götürdü ve onlar hakkında Nazilerle işbirliği ve ırkçılık suçlamasıyla son tahkikat kararı hazırladı (o zamanlar son tahkikat kararı iddianameden önce yazılırdı savcılar tarafından) . Sanıklar arasında hükümetin Nazilerle irtibat için kullandığı hiç kimse yoktu. Askeri yöneticiler ve üst düzey bürokratlar dosya dışı bırakılmışlardı. Gazeteler yine 24 kişinin hükümeti devirmek istediklerini, gardistlik peşinde koşarak rejime zarar verdiklerini yazıyorlardı. Sanıklardan Edebiyat tarihçisi Orhan Şaik Gökyay durumuna o kadar şaşırmıştı ki “ben daha dün milli şef ile kolkola idim…” diyerek şaşkınlığını dile getiriyordu…Ortada savcının da tespit ettiği bir “suç fiili” yoktu. Fakat savcı onların da “suç potansiyeli”ni keşfetmişti. Hepsi tutuklandılar ve cezaevine konuldular. Daha doğrusu zindana… Onlarda kendilerini savunmaktan aciz kaldılar…
Said-i Nursi Mahkemeye Düşmüş!
Türkiye Cumhuriyeti “milli beşeriyet”ini hem Diyanet işleri Başkanlığı üzerinden kurumsal olarak hem de Mübadele esasları bakımından “Sünni İslam” temelleri üzerine kurmuş, bu temeli “gerçek” ve “akılcı” bir din bağlamı içinde yeniden örgütleme çalışmaları içine girmişti. Aynı sıralarda Saidi Nursi ise İsparta Barla sürgününde üç ayrı risale çıkarmış ve yayınlamış, çevresinde oluşturduğu öğrencileri ve takipçileriyle risaleleri okuyup yaygınlaştırmaya başlamıştı. Bunun üzerine 1935’te Saidi Nursi bir grup arkadaşı ile tarikat kurmak, dini duyguları istismar etmek, inkılaplara ve hükümete muhalefet etmek suçundan gözaltına alınıp tutuklandılar. Bazı suç ortaklarını hiç tanımıyorlardı. Örneğin Yalovadan bir şeyh ile birleştirilmişti dosyası. Her ikisi de birbirlerini tanımıyorlardı ve eylemler arasında bir alaka da bulunmuyordu. Suç delilleri ise risalelelerin ta kendisiydi. 11 ay yattı cezaevinde Said-i Nursi ve bu kez 1944’de Denizli’de aynı suçlamalar ve aynı delillerle bir kez daha tutuklandı ve cezaevine konuldular. Daha doğrusu zindana konuldular… Yine ortada bir “suç fiili” yoktu ve yine Said-i Nursi’nin Said-i Nursi olmasından kaynaklanan bir “suç potansiyeli” söz konusuydu. Gazeteler, tarikat ve cemiyet kurarak vatana nasıl ihanet ettiğini yazıyorlardı…
Ve Osman Kavala Mahkemeye Düşmüş!
En sondan geriye -1955’ten 1935’e- doğru gitmiştik. Şimdi ise bugüne dönelim. 2005 yılından itibaren ordu, yargı ve emniyet başta olmak üzere stratejik kurumlar içindeki sosyal demokrat, Alevi, ülkücü vb kadrolar yerlerini giderek yeni isimlere bırakmaya başlamışlardı. Birçok kişi için bu durum Adalet ve Kalkınma Partisi ile birlikte geldiği zannedilen bir “yenilik” olduğu düşünülebilirdi ve nitekim hem Milli Güvenlik Kurulundaki gelişmeler hem de 2010 HSYK seçimleri ile bu “yeni” kadroların genel politik ağ içindeki bütünlükleri de tamamlanmış oldu. Bu derin kenetlenmeye karşın 17-25 Aralık ile Cemaatin bütün bir devleti ağ gibi saran gücü ile hükümetin politik gücü karşı karşıya kalmış ve kesin olarak ayrışmıştı. Savaşın devamı olarak 2014’te yargıda Cemaatin yargıda yenildiğini gördük. Birkaç yıl sonra 15 Temmuz 2016’da ise Cemaat merkezli bir darbe girişiminin yapıldığına da tanık olduk.
Peki failleri kimlerdi bütün bu süreçlerin? Kurumlardaki bu derinleşmenin ortakları? Ülkücü, sosyal demokrat ve Alevi tasfiyesinin? Kuşkusuz çok tanıdık kişiler vardı. Fakat Osman Kavala’nın araya sıkıştırılması fıkranın tüm kahramanlarını bir araya getirmeyi gerektiriyor…
Şimdi gelin bu fıkranın finaline bakalım. Ne diyorduk? Bir gün Osman Kavala, Aziz Nesin, Nihal Atsız ve Said-i Nursi mahkemeye düşmüşler…
Sonra ne oldu?
Aziz Nesin ve 46 arkadaşı beraat ettiler. Artık herkes onların 6-7 Eylül olaylarından dolayı yargılanmalarını bir politik komedi olarak görüyor. Dönemin gazete haberleri müstehzi bir ifadeyle anılıyorlar.
Nihal Atsız ve 23 arkadaşı beraat ettiler ve hatta 1947’deki kararla “milli kahraman” ilan edildiler… Artık kimse onların “nazi dosyası” ile bir ilgisinin olduğunu düşünmüyor… Dönemin gazeteleri trajikomedi örneği olarak anılıyor.
Said-i Nursi ve arkadaşları 1944 Denizli Yargılamasında beraat ettiler. Artık neredeyse hiç kimse “risale-i nur”ların suç delili olarak kabul edilmesini savunamıyor… Dönemin gazeteleri eğlencelik…
Osman Kavala’ya gelince. O hâlâ cezaevinde… Ne suç işlediğini bilmiyor… 11 ayda iddianamesi yazılamadı. Gazeteler ve gazeteciler “nasıl vatan hainliği yaptığı”nı yazıyorlar. “Darbeyi nasıl planladığı”, “darbecilerle nasıl işbirliği yaptığı”nı ve “93 saatlik hts” kaydının suçluluğunun inanılmaz ve inkar edilemez delillerini ortaya koyduğunu söylüyorlar.
Galiba cevapların tümü Aziz Nesin, Nihal Atsız ve Said-i Nursi’nin mahkeme kayıtlarında var. Ama HTS kaydı absürtlüğü ve gülünçlüğünün açığa çıkması için elli yıl geçmesi gerekmeyecektir kuşkusuz… Çünkü şu an yargıdaki tüm hakim ve savcıların en az 10 katı hts kaydının çıkacağını hepimiz biliyoruz…
Peki bu gazeteleri okuyan Osman Kavala, Aziz Nesin gibi gerçekten de suçlu olduğunu düşünmeye zorlanmış olabilir mi?
Peki her biri 11 ayda yargıdaki absürt davadan kurtulan Aziz Nesin, Nihal Atsız ve Said-i Nursi fıkra arkadaşları Osman Kavala için ne derlerdi ki acaba?
11 ayda iddianamesini göremeyen Osman Kavala için Aziz Nesin ne yazardı peki?