Osmanlı kabadayılarının fantastik hikâyeleri
Mehmet Berk Yaltırık'ın yazdığı "Yedikuleli Mansur" raflardaki yerini aldı. Yaltırık karanlığı ele alıyor.
“Yedikuleli Mansur” isimli ilk romanı ile okuyucuyla buluşan Mehmet Berk Yaltırık’la konuştuk. Kendi deyimiyle “folklordan ve tarihten beslenen korkulu ve fantastik hikâyeler” yazan Yaltırık’a, kitabında neden 16'ncı yüzyıl Osmanlı kabadayılarını anlattığını sorduğumuzda, “Yaşayamayacağımı ve hiçbir zaman göremeyeceğimi bildiğim bir dönemi “hayal gücü” aracılığıyla dolaşma imkânı…” diyerek sorumuzu cevapladı.
“Yedikuleli Mansur” fantastik –kısmen de korkulu- bir tarihi roman… 16. yüzyıl Osmanlı İstanbul’unun bir gününü konu alan olayları anlatıyor. “Tarih” mefhumunun odakta olduğu bir roman yazma fikri nereden çıktı?
Çocukluğumda okuduğum Reşat Ekrem Koçu eserlerinin etkisi diyebilirim. Tarihi merak etmenin yanı sıra bunun hikayeleştirilmesi, tarihi kurgular vs. özellikle ilgimi çekiyordu. "Yedikuleli Mansur" ilk romanım olmasa yine muhtemelen tarihi mevzulara dayanan ama fantastik dokuya da sahip başka bir roman yazmış olurdum.
Yaşayamayacağımı ve hiçbir zaman göremeyeceğimi bildiğim bir dönemi “hayal gücü” aracılığıyla dolaşma imkânı benim için.
'KARANLIK TARAFA MEYİLLENME TEMASINI YAZDIM'
Kitap, her ne kadar gerçeküstü bir olayın ortaya çıkışı ile başlasa da “kabadayılar dünyası” hikâyenin akışı için de ana odağa dönüşüyor. Osmanlı kabadayılarının racon/besa dedikleri hayatı algılayış biçimleri bugün “saflık- iş bilmezlik” olarak görülüyor. İstanbul, son beş yüzyıl içinde neleri yitirdi sizce?
Aslında romanda daha o dönemde “racon”un “söz”e dayalı olduğunu, esnetilebildiğini anlatmaya çalıştım. İşini bilenlerce kurnazlık aracı, işini bilmeyenlerce ayaktaki pranga… İstanbul’un elli yıl içerisinde bile yitirdiği pek çok şey var ama eski döneme atfedilen ideal, kötülüklerden uzak bir gerçeklik hiçbir zaman söz konusu değil. Roman için kabadayılığın tarihini araştırdığımda karşıma çıkan örnekler, bir anlamda bu “karanlık tarafa meyillenme” temasını yazmaya itti.
Kabadayılar kendi alt kültürlerinde eski dönemi “bıçak ve bilek zamanı” olarak nitelendiriyorlar mesela, ama yeniçeri kavgalarının bahsi geçen belgelerde birbirlerine karşı tüfek hatta yeri gelince top kullanmaktan (toplu kavgalarda) çekinmedikleri görülüyor.
Hasmı sırtından vurmak bu alt kültürde aşağılanıyor ama pek çok türkü ve destanda “pusu” teması işleniyor. Bütünüyle kötücül ve çıkarcı bir çerçeve söz konusu olmasa da bir tür “semt ütopyası”ndan da bahsedemeyiz.
'GÜÇ NEDİR? GÜÇ GERÇEKTE KİMDE?'
Kitabın ana teması “erk” mefhumu… Gariban bir yeniyetmenin söz sahibi olmak için yaptığı yolculuk ve sonrasında güç için verdiği mücadele… Keza Rüstem Paşa da “erk” mefhumunu “İnsanın makamını korumak için yapamayacağı şey yoktur” sözleriyle açıklıyor. Günümüzün hayat anlayışını düşündüğümüzde Rüstem Paşa’nın güncelliğini koruduğu görülüyor. Kendinize ve hayata dair neyi fark edip “erk” üzerine bir roman yazmak istediniz?
Romana başlamadan önce kabadayılık temasını işleyen bir hikâye anlatmak istemiştim. Konuyu “epik” bir tarzda işleyip işlememe noktasında belli bir yönelimim yoktu. Ancak bir noktadan sonra gerek mevzunun tarihine dair yaptığım araştırma gerekse yazım süreci, beni birazcık daha gerçekçiliğe, “karanlık noktaları” ön plana çıkarmaya itti.
Bilhassa romanın ana hikâyesini kurgularken gücün manevi ve maddi açılardan temsil edilmesi asıl çatışma konusu haline geldi. “Güç nedir?” ve “Güç gerçekte kimde?” soruları etrafında konumlandı romandaki erk sahipleri. Olan veya olmayan şeyleri sahiplenen, bunun üzerinden hâkimiyet yarışına giren, güç peşinde koşan kimseler.
Kitapta sık sık okuyucuya uyarılarda bulunuyorsunuz. Çeşitli bölümlerde geçen ritüeller için, o dönem böyle bir ritüel olup olmadığına mealen “kurgu icabı zikredilmiştir” diyorsunuz. Tarihi roman yazmanın başka ne tür sorumlulukları var sizce?
Okurda inandırıcılık hissi uyandırması yani o dönemin hissini vermesi en önemli sorumluluk. Tabi okura karşı… Bir de öğrencileri, insanları vb. yanıltmamak için tarihi açıdan nelerin kurgu icabı seçildiğinin belirtilmesi gerekiyor.
İki sorumluluk da tek bir şeye hizmet ediyor; okurun karşısına eli yüzü düzgün bir hikâyeyle çıkmak. Fantastik ağırlıklı olsa bile ciddi bir araştırma istiyor.
Kitabın dilinin duru ve anlaşılır olması ele aldığınız dönemin etkisini arttırmış. Bölümün başlarında yaptığınız alıntılar ile “gerçek”ten kopmadan kurmaca bir anlatım yaratmanın dilsel sorunları ne oldu? 500 yıl önceki bir olayı günümüz Türkçesi ile anlatırken kaygılarınız ne oldu?
Eski kelimeleri, tabirleri hikâye anlatırken “çeşni” gibi kullandığımdan, “şu kelimeyi o dönem kullanmayayım” türünden bir çekincem olmadı. Okuyucuda “eski” intibası uyandırmasını yeterli gördüm. Zaten aksan ve ağız farklılıklarını da bunun için kullandım.
Hikâyenin anlaşılır olması gerektiğini düşünüyorum. “Tarih vesikası” gibi görünmesi de mümkün ama okuyucuya ulaşmadıktan sonra herhangi bir kıymeti yok.
Yeni bir çalışma var mı?
Bu yaz itibarıyla üzerinde çalışacağım bir roman projesi var. Korku dozu daha ağırlıkta olan ama yine tarihi olaylarla ilgili bir çalışma olacak.