Önceki iki yazımızda Osmanlı alfabesinin kaldırılmasının teknik ve politik nedenleri üzerinde durduk. Asıl mesele olan dil bahsine hiç girmedik. Bazı okurlarımız eleştiri olarak yazının zorluklarını abarttığımı söylediler. Olabilir; zaten Osmanlıca söz konusu olduğunda asıl zorluklar yazıda değil dilin kendisindeydi. Yani bu dil Latin yazısıyla yazıldığında da anlaşılması oldukça zordu. Başka yazılarımda da örnek olarak kullandığım Ahmet Cevdet Paşa’nın Tarih-i Cevdet’inin şu giriş cümlesine bakalım:
“İlm-i târih efrâd-ı nâsı vekâyi ve me’asîr-i mâziyeye ve vükelâ vü havâssı hafâyâ ve serâ’ir-i mukteziyyeye muttali’ idüp, nef’i âmme-i âleme â’id ve râci’ olduğundan âmme-i eşhâs mutâla’asına mecbûl ve beyne’l-havâss makbûl ve merg’ub bir fenn-i kesîrü’l-menâfi’dir.”
Yani alfabe meselesi aslında sorunun çok küçük bir parçası... Asıl sorun bu dilin bir açıdan bakarsanız muhteşem estetiği diğer yandan bakarsanız da anlaşılmasındaki zorluk. Osmanlıca adeta Baroque bir dil. Estetik, süslü, sanatsal ama aynı zamanda pratik kullanımı mümkün değil, işlevsel olmaktan ziyade seyirlik bir baroque mobilya gibi. Ziya Gökalp’in deyimiyle yazılan ama konuşulmayan bir dil…
Genç bir okurumuz bana biraz sert bir eleştiri yönelterek şunları yazmış: “Osmanlıca hiç de iddia ettiğiniz gibi zor bir dil değil, ben 3,5 senede öğrendim”. Sanırım burada alfabeyi kast ediyor olmalı; zira ben de kendisine cevaben “Bunu bir divan şairine söylesen küplere binerdi” dedim. Ali Suavi Osmanlıcada yetkinleşmenin disiplinli bir çalışmayla on- on beş yılı bulabileceğini yazmıştı. Ama genç kardeşimize hiç kızmıyorum; zira şu anda Osmanlıcanın aslında nasıl basit bir dil olduğuna dair kampanyalar biraz hız kesmekle birlikte devam ediyor. İşi basitleştirmek için Osmanlıca yerine Osmanlı Türkçesi diyorlar. Böylece kurslara/derslere katılanlar yeni bir dil öğrenmeyip; bildikleri Türkçeden biraz sanatlısını öğreneceklerini sanıyorlar. Hani şu aşırı yapay tarih dizilerinde iki de bir lakin, ammavelakin falan deyip Osmanlıca konuşuyormuş havası veren genç oyuncuların yaptığı gibi.
İnsanlar korkmasın diye öyle garip işler yapıyorlar ki bir kamu kuruluşunda “24 Saatte Osmanlıca” kursu ilanı bile gördüm. Eğitmenlik yapabilmek için bu kurslardan birine ben de katıldım. Kurs gerçekten evlere şenlikti. Ağırlık din görevlilerinden oluşuyordu. Benim gibi bir iki tarih öğrencisi vardı. Eğitmenin Osmanlıca bilgisi şöyle böyleydi. Bir gün kursiyerlerden biri neden Osmanlıcada Tursun yazılıp Dursun diye okunduğunu sordu. Osmanlıcada böyle misal çoktur. Mesela tokuz yazılıp, dokuz okunur veya tonguz yazılır domuz okunur (Denizli ilinin adı aslında Tonguzlu’dan (Domuzlu) gelir. Sonradan herhalde biraz kibarlaştıralım diye Denizli yapmışlar (Denizli’de neden deniz yok diye merak edenlere). Neyse bu zorlu soru karşısında eğitmen hemen kıvrak zekâsıyla bir kural uydurdu ve arkasından kalın sesli gelirse tı (ط)harfinin kalınlaşarak dal (د)olarak okunduğunu iddia etti. Ben de itiraz ederek böyle bir kural olmadığını, o sözcüklerin eskiden tursun, tonguz diye okunduklarını, ancak zamanla okunuşlarının değiştiği ama yazının sabit kaldığını söyledim. Kalın sesli kuralı diye bir şey olmadığına örnek olarak da tümür /temir yazılıp demir okunmasını gösterdim. Mesela Timurtaş/Temurtaş (تمر تاش) zamanla Demirtaş olarak okunmaya başlanmıştır. Başka bir gün de eğitmenimiz meslekleri yazarken oduncu sözcüğünün sonuna u sesi versin diye (و) getirdi. Bu da hatalıydı; zira meslekler yazılırken oduncu okunsa da sözcüğün sonuna kural olarak i (ى) gelir. Yani odunci yazılır, oduncu okunur. Her konuya itiraz eden öğrenci imajı vermemek için bu sefer sesimi çıkarmadım.
Neyse 24 Saatte Osmanlıca kurslarımızın durumu bu. Osmanlıcanın kolay bir dil olduğunu ispatlamak için veya belki yine bu alfabeyle eğitime geçeriz umuduyla yapılan başka bir taktik de Osmanlıca eğitim kitaplarını günümüz diliyle hazırlamak… Kitaplarda muallim yerine öğretmen, ilm-i riyâzi yerine matematik, hendese yerine geometri, müsellesi müsava-yi adlâ yerine eşkenar üçgen, kesr-i âşârî yerine ondalık kesir gibi dil devrimi sonrası yerleşmiş terimlerin kullanıldığını görüyorsunuz. Böylece öğrenci günlük hayattan tanıdığı bildiği sözcükleri kitapta görünce “Aaa hakikaten Osmanlıca ne kolaymış” , “Neden kaldırmışlar acaba?” diyor. Yani öyle ilginç bir vaziyet ki dil devrimine karşı çıkanlar, kitapları dil devrimine göre hazırlıyorlar. Hatta daha da ötesine geçerek dijital çağın bazılarını benim de anlamadığım yeni terimlerine yetişiyorlar. Daha önce başka bir yazımda örnek verdiğim bir kamu kuruluşunca yayınlanmış Gençler Osmanlıca Yarışıyor adlı kitaptaki şu metne bakın:
“İnsanlığımız, sosyal medyada (سوسیال مدیا) görüp de üzüldüğümüz fotoğraflarda kaldı. Duygularımız emojileşti (اموژيلشدي) Günümüze ise sadece Sanal âlemde (صانال عالمده) attığımız taziye tweetleri (تعزیه توییتلری) veya telefon mesajları (تلفن مساژلری) kaldı. İletişim kanallarını (ایلتیشیم کاناللرینی) açık hale getirmek boynumuzun borcudur.”
İnanılmaz değil mi? Osmanlıca öğrenmek için bir kursa gidip eğitim kitabı ediniyorsunuz ve metinde tweet (توییت) sözcüğüyle karşılaşıyorsunuz. Yani mesele sanki biraz dedelerin mezar taşını okuma hadisesini aşmış gibi... Sonuç: Kursu bitirdikten sonra genç öğrencimiz eline aldığı ilk gerçek Osmanlıca metinde Ahmet Cevdet Paşa’nın yukarıda verdiğimiz cümlesiyle karşılaşınca, sınava Ertuğrul dizisiyle hazırlanıp sıfır çeken öğrenciye dönüveriyor. Yarışmada dereceye girenlere devlet-i âlimizin 5000 tl teşvik vermesi de ayrı konu….
Beni eleştiren ve 3,5 yılda Osmanlıcayı öğrendiğini belirten genç arkadaş ayrıca şöyle yazmış: “Köküne gelirsek Osmanlı Türkçesi, Arapça ve Farsçadan etkilenmiş bir dil. Yani bu dünyadaki ‘Dil açısından’ en güzel, kaliteli ve köklü dillerden bahsediyorum. Bu kadar güzel bir dili kim öğrenmesin?”
Arkadaşımızın Arapçanın o ölçüde olmasa da Farsçanın zenginliğini hatırlatması yerinde. İşte tam da bu nedenle 24 Saatte Osmanlıca Öğretiyoruz edebiyatı gerçekçi değil. Ben de kendisine şunu söyledim: Osmanlıca zengin bir dil diyorsan (ki doğru) öğrenmesi çok kolay diyemezsin. Bu önermelerden birinden birini seçmek zorundayız. İleriki yazılarımda Arapça terkipler meselesine değineceğim.
Osmanlıca Arapçadan Farsçadan etkilenmiş demek aslında yeterli değil; zira bu oran etkilenme diyebileceğimiz aşamanın hayli üzerinde. Gerçi erken dönem metinleri bu kadar ağdalı değil, onlar daha sade Türkçe, bu konuya değineceğim. Ama cumhuriyetin hemen öncesindeki kuşağın öğrenmek zorunda oldukları dil tüm Osmanlı tarihinin belki de en ağdalı dili bunu da bilmek lazım. 19. yüzyıl sonunda Osmanlıcanın herhalde Türkçe sözcük varlığı yüzde 10 dolayındadır diye tahmin ediyorum. Onların çoğu da olmazsa olmaz fiiller (gelmiştir, gitmiştir vb). İsim tamlamaları, sıfat tamlamalarını falan düşündüğümüzde tahminimce dilin sözcük varlığının yüzde 70-80’i Arapça ve Farsçadır. Bir yüzde 10-20 arasında da Batılı dillerden giren sözcük var. Modernleşme zamanlarında çok sayıda Fransızca sözcük alındı malumunuz. Yani Osmanlılar, Batıdan sözcük alma konusunda günümüzün Osmanlıcıları kadar duyarlı ve katı değildi. Üstelik Batılılardan Batılılaşma öncesinde de sözcük alıyorlardı. Bugün yerli malı sandığımız kuruş, lira gibi sözcükler Almancadan, İtalyancadan alınmıştı. Çok sayıda Yunanca/Latince sözcük hem Arapça kanalıyla (dirhem, dinar, coğrafya gibi) hem de doğrudan Bizans’tan alındı. Bizans’tan alınanlar o kadar çok ki şimdi bunlara değinmek konudan sapmamıza yol açar ama Osmanlının bolca kullandığı efendi teriminin, toprak emekçisi anlamındaki ırgat’ın, defterdar’ın defterinin ve ıspanak, marul, limon, kiraz, salata gibi onlarca meyve-sebzenin ve balık isimlerinin hemen hepsinin Rumca ve İtalyancadan geldiğini söyleyebiliriz. Argoda öylesine çok İtalyanca, Rumca, Bulgarca ve Ermenice sözcük var ki bunlar zaten ayrı bir kitap olur. Sonuç olarak “Batıdan sözcük ithali” yüzlerce yıldır vardı ve o dönemlerde kimse “eyvah Batılılaştık” diye paniğe kapılmıyordu.
Şimdi böyle bir dile Osmanlı Türkçesi demek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Bu dile bana göre bir imparatorluk dili olmasından dolayı Osmanlı Türkçesinden ziyade Osmanlıca demek daha doğru geliyor. Yazılarımı takip eden ve oldukça yerinde eleştirilerle katkı sağlayan, Osmanlıca konusunda benden çok daha bilgili uzmanlar var. Bu satırları okuduktan sonra yanılıyorsam beni uyarabilirler.
Bu yazı dizisini takip edenlerin bazıları beni Osmanlıca karşıtı sanıyor. Ama aslında ben bir Osmanlıca hayranıyım. Hayranı olduğum bu estetik ve aristokrat dili “24 saatte öğretiyoruz çok kolay” diye hafife alanlara da şahsi bir tepkim var. Onlara karşı, eski şarkıları coverlayanlara karşı hissettiklerimi hissediyorum. Yani rahat bırakın bu şarkıları, başka işler yapın demek istiyorum. Tweetsiz bir Osmanlıca dileğiyle.