Evrim ve Osmanlıca sözcüklerinin yan yana gelmesi tuhaf görülebilir. Ama doğada ve toplumsal tarihteki her nesne ve olgu gibi Osmanlıca denilen dil de aslında sürekli bir değişim içindeydi. Benim de yazılarımda tenkit ettiğim ağdalı, en süslü en “baroque” Osmanlıca aslında bu dilin 19. yüzyılda aldığı son şekliydi. Okuyucu ne demek istediğimizi merak ediyorsa internete Tanzimat Fermanının (1839) orijinal metni yazıp okuyabilir, daha doğrusu okumaya ve anlamaya çalışabilir. Orada karşısına “gavâ’il-i müte’âkıbe ve esbâb-ı mütenevviaya mebnî ne şer-i şerîfe ve ne kavânîn-i münîfeye inkıyâd ü imtisâl olunmamak hasebiyle” ve “mücerred i’mâr-ı memâlik ve enha ve terfîh-i ahâlî ve fukarâ kazıyye-i nâfi’asına münhasır” gibi uzun tamlamalar çıkacaktır. Ki o zamanlar noktalama işaretleri olmadığından fermanın nerdeyse tamamı da tek bir cümleden oluşmaktadır.
Peki, Osmanlıca hep böyle miydi? Bu sorunun cevabı olumsuz… Osmanlıca her zaman böyle “süslü” bir dil değildi ve başlangıçta halk diline de oldukça yakındı. Osmanlıca ile aramızdaki dil mesafesini dil devrimine bağlayanların düşündüklerinin aksine günümüz Türkçesi ile erken dönem Osmanlıcası birbirlerine 19. yüzyıldaki bu ağdalı dilden çok daha yakındı. Bu konunun anlaşılması için en eskisinden en yenisine doğru belli başlı bazı Osmanlı tarihçilerinin metinlerine göz atalım... (Baştan uyarmalıyım ne yazık ki bu haftaki yazımız kolayca okunabilecek türden değil. Ama bu mevzunun anlaşılabilmesinin de başka bir yolu yok).
Zaman makinemize binelim ve II. Bayezid ve I. Selim zamanlarına geri dönelim. Bakalım erken dönem Osmanlı tarihçilerinden Oruç Bey, Tevarih-i Âl-i Osman’ından bir pasajda Osman Gazi’nin fetihlerinde sonrasını nasıl anlatıyor:
“Hicretün altı yüz seksen dokuzunda (1290/1291) Osman Gazi aldığı vilayetleri bahş eyledi. Karacaşehr sancağını ki ana İn-önü derler, oğlı Orhan’a virdi. Subaşılığını karındaşı oğlı Alp Gündüz’e virdi. Ve Yarhisar’ı Hasan Alp’e virdi….Kayın Atası Edebâli’ye Bilecük’ü virdi….”
Evet, nasıl oluyor da ben de “devrimzede kuşağa” ait olduğum halde tıpkı “İngiliz gençlerinin Shakespeare’i anladığı gibi (!)” Shakespeare’den neredeyse bir asır öncesinin Osmanlıcasını anlayabiliyorum? Bu dile Osmanlıca demek dahi zor, sarayda yazılmasına rağmen bu dil Eski Anadolu Türkçesi denilen dille hemen hemen aynı…
Zaman makinemizi sabit tutuyoruz. Öyle ya belki de bu sade anlatım Oruç Bey’in kişisel tarzıdır. Ancak durum öyle değil. Oruç Bey’in çağdaşı olan 1520’de vefat etmiş Neşrî’nin Cihannûma’sından II. Murad’ın tahta çıkışına dair rastgele açtığım bir sayfadan alıntı:
“Rivayettir ki, çünki Sultan Murad, müstakil padişah oldı. İki küçük karındaşı ki Yusuf’la Mahmud Çelebidir, tutup Tokat’a hapsettirmişti. Gönül gözü açılub anları getürüb nazar-ı inayet edüb Burussa’da (Bursa’da) ulufe tayin etti. Anda (orada) oturdular. Sonra ta’unda (veba) ikisi dahi vefat etti ve kız karındaşlarından dahi üçünü Karaman oğlına virdi.”[1]
Neşrî diline biraz Arabî/Farsî katmış; ama onu da anlıyoruz. Shakespeare’in ruhu yaşıyor… Anlatım dili günümüz Türkçesinden bir şive farkı kadar farklı o kadar. Şimdi biraz zamanda yolculuk yapalım, fazla değil yüz yıl kadar ileri gidelim ve meşhur tarihçilerden Peçevî’ye (1572-1650) göz atalım.[2] Peçevî Osmanlıların Eflak ve Boğdan’a yaptıkları seferden ve Erdel Prensi Rakoçi’nin ihanetinden söz ediyor:
“Hâlâ hâkim olan Rakoçoğlı merhum Sultan İbrahim Han hazretlerinin zamân-ı saltanatında mansûb olub bu zamana dek hükümetde idi. Cibilliyetinde olan hıyanet muktezasınca dimağı fesada olmağın bundan akdem kendüsü Leh krallığı sevdasına düşüp oğlını Erdel hakimi etmek üzre İsvec ve Eflak ve Boğdan’da istimdâd ile asker-i cem’ idüp Leh memleketi üzerine yürüdüğünde Leh Kralı Atabe-i aliyyeden isti’âne ve mürâca’ı itmeğin Kırım Hanı taslît olunup la’in-i mezbura gereği gibi gûşmal virildiği balâda zikr olunmuş idi. Yine mütenebbih olmayup vârid olan evâmir-i Aliyyeye çendan inkıyad itmeyüp ‘azar-ı za’ifiyeye mebnî bâtıl cevâblar irsâl eylemiş idi.[3]
Burada dilin değişmeye başladığına tanık olmaktayız. Arabî/Farisî terkipler artık belirgin hale gelmiş. Cümleler uzamış, anlatım sanatsallaşmış, edipleşmiş.
Zaman yolculuğumuza devam edelim ve saati ileri saralım. Yüzyıl daha ileri gidelim. Osmanlı tarihçilerini en büyüğü kabul edilen Naîmâ’nın çağına (1655-1716) gelelim. Naîmâ’dan Genç Osman’ın kardeşi Mehmed Çelebi’yi öldürmesi hakkında bir pasajı aktarıyoruz:
“Lâkin Mezbûr Mehemmed Han bir latîfü’ş-şemâ’il şehzâde-i kerîm’ül –hassâ’il idi. Katline hücûm olundukda, Osman Allah’dan dilerim ki ömr-ü devletin berbâd olup beni ömründen nice mahrûm eyledin ise sen dahi behre-mend olmayasın deyû hatem-i kelâm idüp şehîd olmuş ol vakt-i yes’de sûz-i derûn ve inkısâr kalb-i mahzûn ile itdüğü beddu’â icâbete kâin olup zamân-ı kalîlde mücâzât-ı zuhûr itmişdir”.[4]
Görüldüğü üzere letafet, zarafet artmakta, cümleler uzamakta, yabancı sözcükler çoğalmakta… Zaman yolculuğumuza devam edelim. Sözü 18. yüzyıl tarihçisi İzzi Süleyman Efendi’ye (öl. 1755) bırakıyoruz. Konu Hıristiyan ülkelerle yaşanan karışıklık ve bunların Osmanlı karasularında bile savaşması sonucu ticarette yarattığı sorunlar:
“İstanbul’a ve sâ’ir memâlik-i İslâmiyye benderlerinde iyâb ü zehabdan münkatı olup Âsitâne-i sa’adette ibâdullah’ın me’luf oldukları çuka ve sâ’ir ol vilâyetlerden nakl olunan eşya-yı mütenevvi’anın kıllet ü nedretine bâ’is b’iz zarûre bey’ü şirâsı dahi ez’af u muzâ’af bahâ olduğundan başka gümrük hususunda dahi taraf-ı mîrîye zara u noksân terettüb eylediği bedîhî olmağla, mücerred terfîh-i hâl-i ibâd ve tatmîn-i bâl-i sükkân-ı bilâd-ı islâmiyeye kasdıyla Devlet-i Aliyye-yi ebed müebbedin tavassutuyla ıslâh-ı zât’ül beyne yani Avrupa taraflarında bu vechile hâdis olan ihtilâf- ü ihtilâl ve işti’âl bulan âteş-i ceng ü cidâlin âb- sâf-ı tedbîr-i dil-i pezîr ve kavâ’id i düvel üzre enseb olan hâlât ve esbâb-ı i’tidali ve umûmen mülûk-u Nâsıra’nın ittifâk-ı ârâlarıyla men’ ü def’i ve n’aire-i fitne vü fesâdın intıfâsıyla urûk-ı nizâ’ü cidâlin hasm u kât’ı …..(cümle devam ediyor).
Şimdi yine zaman makinemize atlayarak 19. yüzyıl sonlarına Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895) dönemine, yani dil ve alfabe devrimini yapacak olan kuşakların gençlik yıllarına tekabül eden zamanlara gidelim. Ahmed Cevdet Paşa Fransız ihtilalini ve eşitliği yerdiği bir metinde “Hukūk-ı mülkiyyet ve zevciyyeti inkâr idüp ve herkes kâffe-i husûsâtda müsâvât üzre olmalıdır deyüp birçok edânî dahi bunu mizâclarına muvâfık görmeleriyle Fransa Cumhûriyyetini bu renge boyamağa teşebbüs itdiler” diyor.[5] Devamla Cevdet Paşa “Ammâ hükûmet-i islâmiyye, hılâfet ve saltanatı câmi‛ olup, imâmü’l-müslimîn olan pâdişâh-ı islâm, hâmî-i şerî‛at ve muhyî-i saltanat olmağla, lillâhi’l-hamd bu gûne teferruk ve teşettütden berîdir”[6] diye ekliyor. Böylece Fransa’dan yayılan müsavat (eşitlik) ve serbestlik (özgürlük) gibi fenalıkların Osmanlı halkına zarar veremeyeceğini anlıyoruz.
Evet, artık “Arap alfabeli Türkçe” diyemeyeceğimiz bambaşka bir dille karşı karşıyayız. Bu artık Oruç Beylerin Neşrîlerin dili değil. Shakespeare’in ruhu bizi terk etmiş gibi… Peki, bu neden böyle oldu? Osmanlıca neden ağdalı bir şekle büründü? Bunun sebeplerini elbette böylesi bir “Pazar yazısında” çözümleyebilecek değiliz. Ama en önemli sebebin saray-halk ayrımı olduğunu söyleyebiliriz. Başlangıçta Osmanoğulları halkın içindeydi. Gazilerle birlikte aynı sofrada yer içerlerdi. Sonradan İstanbul’da kendi kültürünü inşa eden elit bir tabaka oluştu. Aslında bu çok tuhaf bir durum da değil. Tarih bu olayın benzerleriyle dolu... Tarihte hemen her sarayda halkın konuştuğundan farklı bir dilin hâkimiyeti vardı. Mesela İngiliz sarayında Fransızca sözcükler modaydı. Rus sarayı Almanca etkisi altındaydı (Büyük Petro yeni başkentini kurarken ona Rusça Petrograd değil Almanca Petersburg adını vermişti). Saray ve çevresi her dönemde ve hemen her coğrafyada kendini halktan dil konusunda da ayırmanın bir yolunu bulmaktaydı. Osmanlı elitlerinin payına da Arabî/Farisî tesiri düşmüştü. Son zamanlara doğru da Fransızca elbette...
Osmanlı dilinin giderek süslenmesinde sanırım sosyolojik olduğu kadar psikolojik nedenler de var. Dil, imparatorluk geriledikçe daha da görkemli hale gelmiş… Osmanlı Devleti çöküş emarelerine cevaben mimari ve güzel sanatlarda aşırı süslü bir moda başlatmıştı. Dolmabahçe, Beylerbeyi gibi sarayların Topkapı’dan daha gösterişli ve süslü olduğunu herkes bilir. Bu şekilde devlet, düşmanlarına ve halkına “güçlüyüz, yıkılmadık ayaktayız, zenginliği nereye harcayacağımızı bilemiyoruz” mesajı vermekteydi herhalde... Teşbihte hata olmaz derler. Bu durum yaşlandıkça cildi kırışan, rengi solan insanların makyajla ve estetik müdahaleyle genç ve diri görünmeye çalışmasına benzemekteydi.
NOTLAR:
[1] Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihannüm’a, TTK, Ankara, 1995, s.581
[2] Bundan sonraki alıntılar Osmanlı Türkçesi Metinleri I (Anadolu Üniversitesi, Eskişehir, 2012) adlı kitaptan yapılmıştır.
[3] Yani özetle tüm uyarılara rağmen Rakoçi Leh Krallığına el koymak istediği için Polonyalıların da Osmanlıdan yardım istemesinden ve onlara yardım için Kırım Han’ının gönderilmesinden söz ediliyor.
[4] Ölmeden önce şehzade, Genç Osman’a “dilerim ki senin ömründe de benin gibi kısa olsun” diye beddua etmişti. Nitekim anlaşıldığı kadarıyla bedduası da gerçek olmuştur.
[5] Yani birtakım kişiler kadın-erkek herkesin her konuda eşit olması gerektiğini savundular, aşağılık birtakım insanlar da bu fikre ikna oldular diyor.
[6] Saltanat ve hilafet Osmanlıda bir bütün olduğundan Osmanlı tebaası Fransa’da cumhuriyet nedeniyle yaşanan karışıklıklardan etkilenmez anlamında.