Osmanlı'da arkeoloji 2: Henry Layard ve lamassular
Bizi bizden çok düşünen bu duyarlı Avrupalıların vicdan muhasebelerini incelemek hem eğlendirici hem de yorucu. 1840’ların Mezopotamya’sında Layard’ın götürdüğü Assur lamassuları ya da çivi yazılı tabletler ne Arap aşiretlerinin, ne Kürtlerin ne Türkmenlerin ne de Osmanlıların umurundaydı.
Geçen hafta ‘vicdanlı Batılı arkeologların’ Osmanlı
topraklarından ‘kaçırılan’ eserler ve bunları kaçıran ecdatlarının
faaliyetlerinden dolayı nasıl üzgün olduklarına değinmiştik. Bu
hafta ise Shawn Malley’in 19. yüzyıl kolonizmini sorgulayan,
sömürgecilerin yüzüne adeta bir tokat gibi inen cesaret dolu
yorumlarına değinerek dosyaya devam edeceğim.
Shawn Malley’in mazisi hakkında bir bilgi bulamadım ama kendisi
İngiliz arkeolojisinin doğum dönemlerine ve özellikle Viktorya
Çağı’nda Assurlar hakkındaki çalışmaları ile tanınan ünlü
diplomat/arkeolog Sir Austen Henry Layard dönemini incelemiş.
(1) Malley’ın kitabın özeti gibi olan Türkçeye
çevrilmiş bir makalesi var. Zaman kazanmak için makaleyi esas
aldım. Malley makalesinde Viktorya Çağı arkeologlarının gerçek
yüzünü ifşa ederken ecdadını tenkit yağmuruna tutan vicdanlı bir
Batılı nasıl olur dosta düşmana kanıtlamakta.
Assur başkenti Ninive kentinin kaşifi olarak tanınan A.
Henry Layard
Yıl 1845, Osmanlı Mezopotamyası'nda Musul’dayız. O yıllarda
Musul’da Britanya Konsolosluğu var. Burası arkeoloji
araştırmalarının, etnolojik gözlemlerin ve casusluk faaliyetlerinin
merkezi. Dönemin konsolosluk çalışanları öğlen sağı solu eşeleyip
heykel buluyor, akşama doğru bedevi kabileler arasındaki barış
görüşmelerinde ‘ombudsmanlık’ yapıyor; gece de nerede maden var,
nerede Osmanlı askeri konuşlanmış, hangi kuyunun suyu içilir, hangi
kabile hangisinden hazzetmiyor tarzı bilgileri raporlayıp
amirlerine gönderiyorlar. İşleri çok yani...
Neyse bahsettiğimiz yıl (1845) konsolosluğa ileride tüm dünyanın
adını duyacağı A. Henry Layard (1817-1894) adlı bir genç geliyor.
Tam olarak ne vazifede olduğu belli değil. Resmi olarak Basra
Körfezi'ndeki İran-Osmanlı sınır sorunlarının çözülmesi için rapor
hazırlamak, Arap aşiretleri arasında çatışmaları engellemek,
eskiden bereketli bir bölge olduğu belli olan Mezopotamya'da
göçebeleri yeniden tarıma ikna etmek gibi bir dizi derin vazife
içinde. Ama bir yandan da kutsal kitaplarda adı geçen Assurların
başkentini keşfetmek gibi de bir maksadı var.
Layard’ın amiri konumunda olan Britanya Musul Konsolosu Sir
Canning (1786-1880), Musul Paşası'na Layard’ı, “harabelere ve eski
eserlere ilgi duyan zararsız bir gezgin" olarak tanıtmış. Ama onun
Britanya için eser toplama maksadında olduğunu saklamış.
(2) Anti-kolonyalist Shawn Malley, "Layard’ın bir
gezgin imajıyla sözde bilimsel araştırma adı altında tarihi
kalıntıları İngiltere’ye taşıma görevini gizlediğini" söylüyor.
Sanki saklamasa ne olacak? Osmanlı Paşası'nın da Assur harabeleri
çok umurundaydı. Malley yazımına öyle bir hava veriyor ki Layard’ın
asıl amacını Osmanlılardan özenle gizlemeye çalışmış gibi...
Halbuki yine Malley’ın aktardığı metnin ilerleyen kısımlarında
Layard’ın faaliyetlerini Osmanlılardan değil aynı alanda rekabet
içinde olduğu Fransız arkeologlardan gizlemeye çalıştığı açık
biçimde belli olmakta. Yazışmalarının hepsi Fransızların da bölgede
yaptığı araştırmalardan ve kendilerinden önce Assur eserlerini
bulup götürmelerinden duyduğu kaygıyı dile getirmekte.
(3) Bir mektubunda şunları yazmış “Fransızlar
Nimrud (Kalhu) keşiflerimiz konusunda alçakça bir kıskançlık
gösterdi. Ve başıma çok iş açtılar. Olmayacak abes konularda hak
iddia ediyorlar. Horsabad (Dur Şarrukin) keşfedildiğinde Acedemié
Française’dekiler Assur eski eserlerini edinme ayrıcalığını
İngilizlerin elinden aldıklarını sandılar. Onun için şimdi epey
hayal kırıklığına uğramış durumdalar ve çok öfkeliler. Ninive
üzerinde hak iddia etmek istiyorlar.” (4) Başka
bir yazısında da Layard, "Osmanlıların desteğini kazanmak önemli,
ancak bu sayede Fransızların ve Almanların müdahalelerinin önüne
geçebiliriz” demekte. (5)
Yani kimsenin, "Aman Osmanlılar asıl amacımızı" anlamasın gibi
bir telaş içine girdiği yok. Zira geçen yazımızda da belirttiğimiz
üzere Osmanlı dünyası henüz açık büfe. Ortada yarım-yamalak bir
metin olan 1869 Nizamnamesi bile yok.
Nimrud kazılarında lamussuların toprak altına
çıkarılması (1849).
Neyse Layard bilindiği üzere Nimrud kazıları sonucu elde edilen
buluntuları, başta meşhur boğa-adamlar olan lamassular olmak üzere,
Londra’daki British Museum’a taşımıştı. Anti-kolonyalist ve Doğu
insanının haklarının savunucusu Shawn Malley, Layard’ın gerçek
yüzünü de bu olay üzerinden deşifre etmeye devam ediyor. “Layard
açgözlü ve kibirliymiş, asıl amacı tüm Mezopotamya’daki bütün
buluntuları İngiltere'ye taşıyıp burayı bir kağıttan uygarlık
haline getirmekmiş. Layard’ın planı tamamen Britanya
İmparatorluğu'nun çıkarlarını gözetmekteymiş vb”. Eee... Ne olması
bekleniyordu? Burada neyi yargılıyoruz anlayamadım. Güneş batmayan
imparatorluğun seçkin bir bürokratından söz ediyoruz. Henüz ortada
ne arkeoloji, ne eski eserler nizamnamesi var. İki asır sonra
ayıplanacağını düşünüp Canning’i Musul’da yerel bir müze kurmaya mı
ikna edecekti? İki asır sonrasının liberal-demokratik dünyasından
bu adamları kendi çağlarının normallerine göre hareket etmekle mi
yargılıyoruz? Bu türden bir makale yazılmasının sebebi nedir?
Layard ve çağdaşlarının ekseriyetinin amacı buldukları her
arkeolojik nesneyi kendi ülkelerine taşımaktı. Bu zaten bilinen bir
olgu. Tersini iddia edip Layard’ı öven yeni belgeler bulsak yazının
literatüre bir katkısı olabilir. Bize yeni bir bilgi belge sunmayan
bu tür yazılar bana göre sadece bir tür kefaret, yazarın ülkesi
adına utanıp günah çıkarma işlemi. Şundan ya da bundan dolayı ‘özür
diliyoruz’... Bu Batı'da çok yaygın bir tavır. Batı entelektüel
dünyası sabah akşam bize Batı'yı kötülüyor. Bu günah çıkarmacı
entelektüel tavrın, ataları adına ikide bir de Hotantolardan,
Aborjinlerden, siyahlardan vb. özür-af talep eden bu anakronik
hatta ‘tarihsizlik’ tınılı ve biraz da kabak tadı vermiş
seremonilerin bir bilinç yükselmesinden değil tam aksine Hıristiyan
kültürü ve geçmişinden kaynaklandığını düşünmeye başladım.
Tarihin vicdanı rolüne soyunmuş olan Shawn Malley, Layard’ı
yerden yere vurmaya devam ediyor. Halk zorla kazılarda
çalıştırılıyormuş. Buna tepki olarak da kızıp arkeolojik eserleri
parçalıyorlarmış. Yani halk Batılılar yüzünden tarihi eserlere
zarar veriyor; yoksa çok muntazam biçimde korumaktaydılar. Layard
burada sömürgecilik kaynaklı tahribatın anlamını kavrayamayan bir
mantık hatası içindeymiş, işçilerin zorlandıkları için eserleri
kırdıklarını anlamak istemiyor, bu vandalizmi kalıntıların bir an
önce Britanya’ya taşınmasının gerekçesi olarak sunuyormuş. (6)
Kolonicilikle gurur duyan biri olarak Layard’ın meselesinin bir
‘kavrama’ hatası olduğunu sanmıyorum. Tam aksine bence tam olarak
zamanının adamı olan, kendinden emin biriyle karşı karşıyayız.
Bence asıl Malley, Layard’ı 21. yüzyıl şartlarına göre yargılayan
bir tür mantık hatası içinde.
Bahsi geçen ‘zorla çalıştırılma’ (angarya) bir Osmanlı geleneği.
Osmanlı zamanlarında bir yere kanal açılacaksa, bataklık
kurutulacaksa, demiryolu yapılacaksa vb. bölge halkı göreve
çağrılabilmekteydi. Arkeolojik kazılarda da böyle olabilmekteydi.
Cihan Harbi sonrasında Irak’ta Türk savaş esirleri de arkeolojik
kazılarda zorla çalıştırılmıştı. Ama Layard zamanındaki zorla
çalıştırılma konusu daha çok bizim meselemiz. Zaten başka bir
devletin sınırları içinde bir İngiliz, Arap köylüsünü zorla kazıya
getirtebiliyorsa bundan dolayı asıl mesul tutulacak olan egemenlik
haklarını ipotek etmiş devleti âlidir, o da başka mesele... Ama
Malley’ın yaklaşımı fazla abartılı gibi, Yakındoğu insanının asla
zorla çalıştırılmayacağını bilmiyor gibi... Zorla çalıştırılan
işçinin üzerlerine titrenilen arkeolojik bulgulara zarar
verebileceğini herhalde İngiliz de biliyordur. Benim bildiğim
işçilere o döneme göre cazip ücretler ödenmekteydi. Yoksa bu
projeler salt Osmanlı paşalarının değnek gücüne dayanarak, Musul
gibi savaşçı Arap, Kürt aşiretlerinin egemenliğinde olan
topraklarda uzun süreli olamazdı. Burada Frenk arkeoloğu genellikle
aşiret reislerini hediye ve parayla ikna edip aşireti işçi olarak
kullanabilmekteydi.
Ama işçiler mezarlara veya bazı harabeleri girmekten
korkmaktaydılar. Zorlamadan kasıt bu olabilir. Öte yandan Malley’ın
işçilerin zorla çalıştırılmasının bedelini tarihi buluntulara
ödetilmesini haklı çıkarmasına ne diyelim? Avrupalı liberaller
sömürgecilikten doğan her tepkiyi kutsama merakı içindeler bunu
anlamış durumdayız. Bu durumda Malley, Musul’un tarihi mirasını yok
eden IŞİD militanlarını da anlayışla karşılıyordur herhalde. Ayrıca
yöre halkının arkeolojik buluntulara zarar vermesinin bir sebebi de
Layard’ın "kibirli, yerel adetlere karşı saygısız" tavırlarıymış.
Bu ithamlar da bana pek inandırıcı gelmedi. Bu tür tipler
genellikle Doğu'nun egzotizmine de bana göre abartılı bir hayranlık
duyarlar zira. Yazının başında Layard’ın elinde tesbihi, Osmanlı
kıyafetleri içinde bir resmini görmüştük. Malley’in yerel
geleneklere saygısız biri olarak lanse ettiği Layard’ın ‘yerel
geleneklere saygısızlığını yansıtan’ Bahtiyari aşiretleri arasında
yaşadığı zamanlardan kalan bir resmini de aşağıya ekliyorum.
Layard Bahtiyari aşireti giysisiyle.
Anti-kolonyalist Malley, Layard’ın ‘yağmacılığını’
Amerikalıların 2003’teki işgalinden sonra yaşanan otorite boşluğu
sebebiyle Mezopotamya müzelerinde yaşanan korkunç yağmaya
benzeterek bu olayı sömürgeciliğin genel yağmacı geçmişi ile
birleştirmekte. (7) Yazının en alakasız önermesi
de bu. Layard’ın macerası dönemin koşullarında nizamlı ve izinli
bir ‘talan’. Osmanlı Devleti'nin gözetiminde, izninde, müttefik bir
ülkeye padişah tarafından bahşedilmiş bir jest. Bugünün bakış
açısıyla Osmanlıların zayıflığını temsil ediyor gibi görünebilir;
ama o zamanın bakış açısıyla Osmanlılar açısından padişahın
büyüklüğünü, dost bir ülkeye karşı alicenaplığını yansıtan bir
hareket. Buluntuların nereye gittiği, nerede sergilendiği belli. Bu
açıdan Layard’ın faaliyetinin bugün yanlış görünse de 2003 yağması
gibi el altından özel koleksiyonlara satılan ve şu anda akıbeti
meçhul envanterler meselesiyle hiç bir ilgisi yok. Ortada iki
müttefik devletin planlı programlı ortak faaliyeti var. Layard’ın
yasal talanından yola çıkarak 2003 işgalinde yaşanan yağmayı ‘işte
sömürgeciliğin bilmem kaç asırdır değişmeyen talan geleneği’ diye
benzeştirmek, her şeyden evvel 2003 işgalinin yarattığı yıkımı
hafifletmek demek.
Bu aynı zamanda sömürgeciliği kötüleyeyim derken aslında
Osmanlıları da bütünüyle aciz gösteren yeni bir ‘tepedenci
yaklaşım’. Bu yazılarda Osmanlıların eski eserler konusundaki
duyarsızlıklarını eleştirmekteyim ve buna devam da edeceğim. Ama
meseleyi duyarsızlıktan acziyete taşımak konuyu saptırmaktan başka
bir sonuç vermez. Osmanlı Devleti sömürgecilerin tarihini
yağmaladığı bir kabile devleti değildi. Bu talanın kendi gündelik
çıkarları adına sessiz kalmış bilinçli işbirlikçisiydi. Sorun bir
egemenlik meselesi değildi. Musul Paşası istese Layard bir kıymık
bile götüremezdi. Bununla ilgili örneklere daha sonra
değineceğiz.
Malley’ın Layard’ı tam anlamıyla itibarsızlaştırma davası
bununla kalmıyor. Neticede çattığı isim arkeolojinin devlerinden
biri ve öyle birkaç darbeyle devrilecek türden bir figür değil. O
nedenle bu tür asimetrik harplerde mutat olduğu üzere hemen
saldırının odakları değişiyor. Malley, Layard’ın ne fena bir
kolonist olduğunu kanıtlamak için onun arkeolojiyi kötü niyetlerine
nasıl alet ettiğinden dem vuruyor. Kayda geçirdiği 190 kadar
höyüğün ardından Layard, amirlerine geçmişte Mezopotamya’nın
bereketli bir bölge olduğundan ve doğru bir yönetimle yine verimli
bir bölge haline gelebileceğinden söz ediyor. 19. yüzyılda deve ve
keçi çobanlarının inisiyatifine kalmış bu toprakların eğer eskisi
gibi sulama sistemleriyle donatılırsa yeniden yeşerebileceğini
aktarıyor. Sadece bunu söylemesi elbette Layard’ı kötü yapmaya
yetmiyor. O nedenle Layard’ın Mezopotamya’nın yeniden yeşertilmesi
için verilecek mücadelenin Britanya’nın kaderi olduğuna inandığını
öğreniyoruz. Ayrıca göçebe Arapları da mecburi iskanla tarımcı
yapılmasını salık vermiş. Buna göre göçebe Araplar tarım
bölgelerine zorla iskan edilerek çiftçiliğe geçirileceklermiş.
Malley "arkeoloji burada insanların disiplin altına alınması için
bir araç olarak kullanılmıştır" diyor. (8)
Ardından aradığı cümleleri bulmuş olmanın mutluluğuyla buradan
Foucault’nun panotikon hapishane imgesine geçiş yapıyor. Metnin
bütününde zaten Foucault’nun ruhu hep var, gerçi göçebelerin,
toprağı terk etme hakkının olmadığı miri arazilere yerleştirilip
zorla çiftçi yapılması Foucault’dan da Layard’dan da asırlar önce
Osmanlı tarafından uygulanagelen ‘yerel’ bir gelenekti ya
neyse.
Bizi bizden çok düşünen bu duyarlı Avrupalıların vicdan
muhasebelerini incelemek hem eğlendirici hem de yorucu. 1840’ların
Mezopotamya’sında Layard’ın götürdüğü Assur lamassuları ya da çivi
yazılı tabletler ne Arap aşiretlerinin, ne Kürtlerin ne
Türkmenlerin ne de Osmanlıların umurundaydı. Devlet-i Aliyye’de taş
mı yok çağındaydık. Gerçi hala da öyleyiz ya neyse. Kimsenin
umurunda olmayan nesneleri alıp götürdüğü için Layard da yerel
aşiretler de kendilerini kötü hissetmiş değillerdi. Onların
gecikmiş vicdan muhasebelerini bugün bizim yapıyor olmamız da çok
ilginç. Malley’ın yargıları bu açıdan anlamsız ve ancak
‘kaçırdığınız eserleri geri verin’ diye heyheylenen modern Arap
milliyetçileri ile vicdan krizine girmiş post-modern Batılı
liberaller için bir anlam ifade ediyor. Geçen hafta Philippe
Jockey’in “eski Hellenler, Avrupalıların heykelleri için verdikleri
kavgaya şahit olsalar nasıl şaşkınlığa uğrarlardı” minvalindeki
cümlesini aktarmıştık. Aynı yorumu bu konuda da yapabiliriz. Ninive
Kazıları'nda Layard’a yardım eden Arap bedevileri Malley’in
yazısını okusalar “üç beş taş için kendini böyle üzme” demekten
başka bir yorumda bulunmazlardı.
IŞİD, Irak’ta kalan lamassuları hiltilerle yok
ederken.
Bana gelince, ben henüz kararımı vermedim. Bir yanda British
Museum’a taşınarak özünden, öz coğrafyasından koparılmış sıla
hasreti çeken lamassular. Sömürgeci kibrin birer nişanesi gibi
ziyaretçilerini karşılıyor. Öte yandan öz topraklarında IŞİD
tarafından yüzleri hiltiyle kazınan, başları balyozla kırılmış
geride kalmış akrabaları... ‘Tarihi eser yerine kalmalıdır’
sloganını atanların sesini kısan, Batı'ya, modernizme ve Antik
Çağ'a duyulan öfkenin aslında masum hedefleri...Bu ‘köşe’ mahkeme
yeri değil. Her okur tercihini kendi yapsın.
1) Shawn Malley, From Archaeology to Spectacle in Victorian
Britain: The Case of Assyria, 1845-1854, Farnham, Ashgate,
2012.
2) Shawn Malley, “Layard Girişimi” Geçmişe Hücum, Osmanlı
İmparatorluğunda Arkeolojinin Öyküsü 1753-1914, ed. Zainab Bahrani,
Zeynep Çelik, Edhem Eldem, SALT,2011, s.108.
3) Malley, a.g.e.s.108
4) Malley, a.g.e.s.109.
5) Malley, a.g.e.s.112
6) Malley, a.g.e.s.114.
7) Malley, a.g.e.s.116.
8) Malley, a.g.e.s.116.