Gazete Duvar’daki bu ‘köşenin’ kendine özgü bir okur kitlesi
oluştu diyebiliriz. Fark edildiği üzere köşenin yazarı gündemle
ilgilenmemekte ve Osmanlı/İslam medeniyeti tarihi ağırlıklı yazılar
(aslında denemeler) kaleme almaktadır. Bu durum -bana
göre-memleketin bayat politik gündeminden sıkılan okuyucu için bir
alternatif oluşturmakta ve burada yer alan yazılar kültür inşası
tartışmalarına bir katkı sunmaktadır.
Öte yandan düzenli okuyucunun fark edeceği üzere yazarın
didaktik bir amacı/tavrı olmadığı gibi her konunun uzmanı olma gibi
bir iddiası da yoktur. Bu cümleleri mütevazı görüntü yaratmak
amacıyla yazmadığımı ve ‘köşenin’ okuyucuların katkılarıyla
‘interaktif’ bir muhtevaya bürünmesini arzuladığımı da söyleyeyim.
Sadece söylemekle kalmıyarak zaman zaman tarafıma gelen öneri,
eleştiri ve katkılara da yer vermeye gayret ediyorum. Örneğin geçen
hafta yayınlanan Cariyeliğe Övgü başlıklı yazıya tıp
camiasından uyarı geldi. Bendeniz, testisleri burulan siyahi çocuk
kölelerin ‘büyüme hormonları’ salgılanamadığı için sakat
kaldıklarından söz etmiştim. Bir okurumuz kölelere yapılanın bir
işkence olduğunu söylemekle birlikte vaziyetin tam olarak doğrusunu
şu şekilde aktarıyor: “Haremağaları hadım edildiklerinde
vücutlarının yoksun kaldığı büyüme hormonu değil, erkeklik
hormonlarıdır. Büyüme hormonu beyinden, hipofiz bezinden salınıyor,
o nedenle testislerin burulmasıyla büyüme hormonu salınımı
etkilenmiyor. Bu işlem sonucu kan akımının iptal olması nedeniyle
testisin esas işlev gören kısmı ölüyor. Hem üreme hücrelerinin
(spermin öncül hücreleri) hem de bunların dizili olduğu tüp
şeklinde kanalcıkların yerleşmiş olduğu ara dokuda yer alan ve
erkeklik hormonlarını üreten Leydig hücreleri ölüyor. Dolayısıyla
çocuk büyümeye devam ediyor ama erkeksi dış görünümü kazanamıyor,
biraz kadınsı bir görünümü oluyor. Yani Ortaçağ İtalya'sında
sesinin özelliği değişmesin diye erkek çocuk şarkıcılara
(kastratolara) yapılan işlemin aynısı”.
Evet, tıbbi olarak durum budur. Batıdaki bu geleneği ben de bu
vesileyle öğrenmiş oldum. Son zamanlarda Batılı tarihçiler arasında
da giderek yükselen Ortaçağ hayranlığı beni her zaman ürpertmiştir.
Bu bilgi benim için de faydalı oldu. Arapça at (hisan)
sözcüğünün çoğul haline daha ben sözlüklerden bakmadan hemen bir
okurdan (ḥuṣunun) cevabı geldi. Ama tam da tahmin ettiğim gibi tek
kullanım bu değil, ʾahşinetun versiyonu da var. Zaten hemen her
hayvan için seçenek bol. Mesela eşek (ḥimārun), ḥamı̇̄run;
ḥumurun; ʾaḥmiratun olarak çoğullaşabiliyor. Kuş (ṭāʾirun) ṭayrun;
ṭuyūrun; ʾaṭyārun olabiliyor. İnek (baḳaratun) çoğullaşınca
bakarātun da oluyor, ʾebkārun; da ʾebḳurun da doğru. Horoz
(dı̇̄kun) da hem diyeketun, hem de duyūkun olabiliyor. Yani eril
dişillik de her zaman net bir versiyonu geçerli kılmıyor.
Neyse Arapça öğretmeni olan ve Arapça Mütercim-Tercümanlık yapan
bir okurumuz önceki yazımız için şöyle demiş. “Her dilin zorluk ve
kolaylık dereceleri farklıdır. Arapçanın da İngilizceye kıyasla
kolaylıkları vardır. Arapça yazıldığı gibi okunması; İngilizcenin
ise yazıldığı gibi okunmaması gibi...”. Okurumuz doğru
söylüyor. Arapça okunduğu gibi yazılmakla birlikte bu harfleri
yabancı birinin telaffuz etmesi hayli zor. Aşağıda Mehmet
Maksudoğlu’nun gramer kitabında[1] Arapça harflerin nasıl telaffuz
edileceğine dair giriş kısmından örnekler aktaracağım:
Maksudoğlu özellikle Türkçede olmayan harflerin nasıl doğru
okunabileceğini aktarmış. Bilindiği üzere Türkçede sadece tek bir h
sesi var (diğerleri kayboldu). Arapçada ise üç farklı h sesi
yaşamaya devam ediyor. Bizim kullandığımız ise sadece Osmanlıların
’güzel he’ dedikleri (ه هـ) harf. Bu harfe Osmanlı
ecdadımızın ‘güzel he’ demesinin bir anlamı var elbette.
Zira, elitler ile halk arasındaki uçurumun cumhuriyet sonrası
oluştuğunu düşünen bazı İslamist aydınlarımızın sandığının aksine
Osmanlı okur yazarları Orta Anadolu, Çukurova Türkmenlerinin,
Kürtlerin veya Arapların kullandıkları sert h seslerini kaba
bulurlar, herkesin istanbul ağzıyla konuşmasını isterlerdi. O
yüzden diğerleri ‘çirkin he’ bu ise ‘güzel he’ olmuştu.
Maksudoğlu kullanmadığımız he’lerden hâ (ح) harfinin
okunuşunu anlatıyor: “Boğaz tamamen açıkken ses telleri
sıkıştırılarak gırtlaktan çıkarılır. Bu sesi mükemmel çıkarmak
zamanla, alışkanlıkla olur. Şehadet parmağınızı gırtlağınıza
hafifçe bastırınız. Bu sesi çıkarmak için gayret ederken
gırtlağınız kıpırdar ve yukarı doğru oynarsa bu sesi doğru olarak
çıkarıyorsunuz demektir.” Şimdi de hı (خ) harfini çıkarmayı
öğrenelim: “Boğaz kırılarak çıkarılan bir sestir. Bu ses
çıkarılırken gırtlak hafifçe oynar ve yukarı doğru hareket
eder”.
Osmanlılar bu sesleri çıkarmak yerine yukarıdaki tüm harfleri he
olarak okumuşlardı. Benzer şekilde Osmanlıların telaffuzunda tek
bir ze sesi vardı. Oysa Arapçada dört adet ze sesi var. Şimdi
onlara bakalım. Zel (ذ) (Osmanlılar bu harfi zal olarak
bilirdi): “Peltek bir sestir. Dil üst ve alt dişler arasına
sıkıştırılarak şiddetle soluk verilirse bu ses çıkar”. Za (ز)
(Osmanlılar ze olarak bilirdi): “dişler hafifçe sıkılarak
çıkarılır”. Zad’ın (ض) (Osmanlılar dat derdi) tanımı ise şöyle:
“Dil sağ veya sol üst azı dişinin üzerine getirilerek çıkarılan çok
kalın bir D ile kalın bir L veya çok kalın Z arasında , tok, dolgun
kalın bir sestir”. Bir diğer z harfi olan zâ (ظ) (Osmanlılar zı
derdi) ise şöyle çıkıyormuş: “Dilin üst yüzü damağa yapıştırılır,
dilin ucu üst dişlerin iç tarafına iyice yaklaştırılıp soluk
verilirse çıkan vızıltılı kalın ses budur”. Osmanlıların bu dört
‘ze’ sesi arasındaki farkı anlayamadıklarını ve de
umursamadıklarını hepsini bilindik z sesiyle karşıladıklarını
bilmekteyiz.
Osmanlılar diğer bir meşhur harf olan ayn’ı (ع) da A olarak
okurlardı. Halbuki (ع) şöyle seslendiriliyor: “Ses telleri
sıkıştırılarak gırtlaktan çıkan bir sestir. Şehadet parmağı gırtlak
üzerine konur, ayn sesi çıkarılırken parmak kıpırdayıp yukarı doğru
hareket ederse çıkan ses doğrudur”. Bu harfin kardeşi olan ve
Türkçede asla sözcük başına gelmeyen ve genellikle g veya yumuşak g
ile karşılanan ğayn (غ) harfinin gerçekte şöyle söylenmesi
gerekiyor: “Dil kökü damağa doğru yaklaştırılarak, dilin ucu da
yumuşak damağa yapıştırılarak dilin kökünden ve altından çıkarılan
tok ve dolgun bir ga sesidir. Bu ses çıkarılırken gırtlak titrer ve
hafifçe hareket eder. Türkçede G harfinin verdiği sesle
karıştırılmamalıdır (orijinal metinde bold).”
İşte bunlar beni daha ünitelere başlamadan demoralize eden ve
Arapçanın sonradan öğrenilemeyecek bir dil olduğuna dair
önyargılarımı pekiştiren hakikatler... Netice olarak Arapçanın
yazıldığı gibi okunması bir avantaj olmakla birlikte; benim
durumumda asla yazıldığı gibi okunamayacağı da ortada ki Osmanlı
ecdadımızın da –eğer Mısır’da Bağdad’ta medrese eğitimi almamışsa-
bu harfleri orijinallerine göre değil Türkçeye göre okuduklarını
biliyoruz.
Elbette bunlar dil öğrenme önünde gerçek engeller değil; bazı
dilbilimci okurlarımız bu meseleyi abarttığım için sitem ediyorlar;
ama bunlar da biraz latifeli yazılar, içinde bir miktar mübalağa
olacak... Öte yandan her dilin kendine özgü zorlukları olduğu
görüşüne katılmıyorum. Dillerin zorluk derecelerini şu şekilde
sıralayabilirim: en zor diller bana göre Çin-Tibet dilleri, onları
Sami dilleri (Arapça, İbranice) takip ediyor. Türkî diller orta
zorlukta ve çoğu araştırmacıya göre öğrenilme açısından kesinlikle
Hint-Avrupa dillerinden zorlar. En basit diller Hint-Avrupa
dilleri. Onlar içinde de Slav, Latin ailesi daha zor Germenikler ve
İrani aile kolay. Germen dillerinde de Almanca daha zor, İngilizce
en basiti. Sıralamada küçük hatalar yapmış olabilirim ama kabaca
dizilim bana böyleymiş gibi geliyor. Mesela İngilizcenin dünya
hakimiyeti hep sömürgecilik/emperyalizmle açıklanır. Elbette
sömürgecilik tarihi olmadan İngilizcenin yaygınlığını da
açıklayamayız; ama konu bundan mı ibaret? İngilizcenin basit bir
anlaşma dili olmasının bunda payı yok mu? Mesela şu anda Uzak
Doğu/Çin yüzyılına girmekteyiz. Yakın bir zamanda Çin, dünyanın en
büyük gücü olacak ama Çince bana göre hiç bir zaman evrensel
anlaşma dili olamayacak. Çincenin, sözcüklerin vurgularla ayırt
edildiği ses sistemi, binlerce ideogram ve piktogramlık yazısıyla
bunu başarabileceğini sanmıyorum. Ya da nasıl İngilizce biraz da
sömürgecilik praksisi gereği giderek basitleştiyse; Çincenin de
evrensel bir dil olabilmesi için radikal bir evrim geçirmesi ve
basitleşmesi gerekecek.
Arapçanın konumu da bu... Müslüman dünyanın evrensel bir
medeniyet yaratmaya oldukça yaklaştığı asırlarda (kabaca 9-14.
yüzyıllar) iki dil, Arapça ve Farsça bu medeniyet havzasının
lingua francası olmaya adaydı. Ama bunlardan Arapça sadece
ulemanın dili olarak kalırken Farsça diplomatik dil seviyesine
yükseldi. Neden? Çünkü Farsça kesinlikle Arapçadan çok daha kolay
bir dildi. Hem telaffuz edilecek seslerin basitliği hem de gramer
kolaylığı açısından. Mesela basit örnek olarak çoğullaştırma
kurallarından söz ediyoruz. Diğer Hint-Avrupa dilleri gibi Farsçada
da bu kural çok basit: Sözcüklerin sonuna bir an- veya
–ha hecesi ekliyorsunuz o kadar. Genelde insanlara –an eki
geliyor: mebus (vekil) mebusan (vekiller) Rumiyan
(Rumlular, Osmanlılar), baciyan (bacılar) gibi. Hayvanlara veya
cansızlara –ha geliyor asb (at) asbha (atlar),
draht (ağaç), drahtha (ağaçlar). Tarihi
Farsçada ve edebi metinlerde genelde –an tercih ediliyor;
keşveran (ülkeler),zebanan (lisanlar) vb.
Farsçanın Ortaçağ İslam dünyasının lingua francası olmasının tek
sebebi elbette dilin kolaylığı değildi. Devlet tecrübesinde ve
diplomatik gelenekte İranlı Müslümanlar, Araplardan ilerdeydiler ve
Araplar da onların halihazırdaki birikiminden faydalandılar. Zaten
zamanla Araplar geldikleri memleketlere çekildiler ve İran
coğrafyası yine Farsça konuşan yerel hanedanların eline kaldı.
Ancak ben yine de Farsçanın uluslararası anlaşma dili haline
gelmesinde tarihsel maceralar kadar dilin sadeliğinin de önemli
olduğunu düşünmekteyim. Tıpkı İngilizce mevzusunda olduğu gibi.
Geçenlerde başka bir proje için İbn Battuta seyahatnamesini
yeniden okudum. 14. yüzyılda Anadolu’yu dolaşan İbn Battuta’nın
anlatımlarında dikkatimi çeken noktalardan biri de seyyahın
Anadolu’da Arapça bilen insan bulmakta nasıl zorlandığı. Sıradan
halkı es geçelim İbn Battuta müderrisler, ahiler, dervişler vb
arasında bile üç beş kelime Arapça bilen birine rastladığında pek
seviniyordu. Geyve’de Arapça bildiğini iddia eden bir fıkıh bilgini
(fakih) hoca ise İbn Battuta ile Farsça konuşmaya çalışmıştı. Halk
adamın Arapça bildiğini sanmaktaydı. Kimse aradaki farkı bilmediği
için hoca da senelerce Farsçayla durumu idare etmişti. Foyası
ortaya çıkan hoca, suçu İbn Battuta’ya atıp, “Bunlar eski Arapça
konuşuyor, ben yeni Arapça biliyorum (İşan Arab-i kuhne migovend;
men Arab-i nev midanem) yalanıyla işin içinden sıyrılmıştı.”[2]
Geyveli fakihin uyanıklığı bize Anadolu’da Farsçanın yaygınlığı
hakkında bir fikir vermektedir.
Bu yazıyı ‘netice olarak Arapça zor bir dil’ diyerek sona
erdirmenin manasızlığının farkındayım. Vardığım sonucun nedenlerini
düşünmek zorundayım. Gerek yazı, gerekse telaffuz ve gramer olarak
Arapça neden böylesine zor? Ya da şöyle soralım neden bu ölçüde
mükemmel, tekamüle ermiş, artık basitleşemeyecek kadar zengin bir
dil? Burada tarihçilik kimliğimi terk ederek arkeolog kimliğimi
takınmama izin verin. Bana göre Arapçanın bu ölçüde mükemmel ve
zengin bir dil olmasının sebebi tarih boyunca Arapların (özellikle
de Hicazlıların) nerdeyse dilden gayri hiçbir şeyle ilgilenmemiş
olmaları... Antik Araplar maddi kültür nesnelerini yaratmada
Akdenizli, İranlı ve Hintli komşularından oldukça geriydiler.
Müslümanlık öncesi putlarla ilgili anlatılar bunların heykel
diyemeyeceğimiz, kaba saba kayalar veya kütüklerden ibaret
olduklarını söyler. Arkeolojik kazılar İslam öncesi Arap
heykelciliğinin çocukların çamurdan yaptıkları işlere benzediğini
kanıtladı. Arap mimarisi de (Yemen ve Ürdün müstesna) oldukça kötü
ve basitti. Basit olmadığı yerlerde de (Yemen ve Ürdün) komşu
kültürlerin etkisi altındaydı. İslam tarihçileri Kabe’nin
tamiratlarında dahi Bizanslı, Mısırlı Kıpti ustalardan yardım
istendiğini anlatırlar. Tarihsel Araplar mimaride, resimde ve
heykelde iddiasızdılar (ilk putların Mekke’ye dışarıdan ithal
edildiğine dair anlatımları hatırlayalım). Ama bir konuda
mükemmeldiler: şiir ve edebiyat. İhtiyar Hegel’e göre konuşursak
tarihte Arap tini kendisini Yunan gibi sanatın tüm dallarına eşit
ve dengeli olarak dağıtmamış ve enerjsini tek bir alana yöneltmiş
gibi durmaktadır: Dil ve yazı... Bu durum Arapların basit çöl
hayatlarından ve beş on bin nüfuslu kasabalarından nasıl olup da
böylesine muhteşem bir dil ve edebiyat türetebildiklerini
açıklayabilir.
NOTLAR:
[1] Mehmet Maksudoğlu, Arapça Dilbilgisi, Enser Neşriyat,
İstanbul, 2008, s.20-24.
[2] İbn Battuta Seyahatnamesi, çev. Sait Aykut, YKY, İstanbul,
2016, s.299