'Öteki'ni dinlemek
Ulaş Sunata'nın 'Hafızam Çerkesçe: Çerkesler Çerkesliği Anlatıyor' kitabı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Bu projede, büyük şehirler yerine Anadolu coğrafyasındaki Çerkes köyleri ziyaret edilerek, buradaki Çerkeslerle kendi tarihleri üzerinden yaptıkları görüşmeler aktarılıyor. Kitap, öncelikle Çerkeslerin bir nevi siyasi tarih okumasını yaptırıyor okura.
Püren Mutlutürk Meral
İçinde bulunduğumuz coğrafyaya ilişkin söz konusu resmî tarih anlatımı, hepimizin malumu… Eğitim kurumlarının müfredatlarında da sıkı bir şekilde yer bulan bu resmî tarih anlatımı, muktedirler tarafından yazılmış ve yazılmaya devam eden, ancak bunun yanında resmin “öteki” tarafının bilinmesini ya da görünmesini istemeyen ve buna çoğunlukla da izin vermeyen bir bellek oluşturmaya yöneliktir.
Peki resmin öte tarafı? Ulus devletleşme sürecinde, yaratılmaya çalışılan ortak kimliklere dahil olamayan, olmak istemeyen, asimile edilen kişisel ya da toplumsal tarihler? Yine ortak kimlik algısı çerçevesinde yaratılan resmi anlatılarda, bu tarihsel geçmişi bulmak mümkün olamıyor elbet. Bu durumun çok çeşitli bilimsel analizleri yapılabilir tabii ki, ancak bugün, ortak bir etnik kökeni paylaşan insanların ortak tarihlerini okuyabilmenin en gerçekçi yolu sözlü tarihten geçiyor. İşte Ulaş Sunata, İletişim Yayınları’ndan çıkan 'Hafızam Çerkesçe: Çerkesler Çerkesliği Anlatıyor' başlıklı kitabında, sözlü tarih aracılığıyla tam da buna yer veriyor, bize Çerkesleri dinletiyor.
Sunata ve ekip arkadaşlarının hazırladığı çalışma, aslında öncelikle bir proje çalışması olarak başlamış. Bu projede, genellikle yapılanın aksine, büyük şehirler yerine Anadolu coğrafyasındaki Çerkes köyleri ziyaret edilerek, buradaki Çerkeslerle kendi tarihleri üzerinden yaptıkları görüşmeler aktarılıyor. Kitap, öncelikle Çerkeslerin bir nevi siyasi tarih okumasını yaptırıyor okura. Yurtlarından neden ve nasıl sürüldüklerine, Ruslarla ilişkilerine, Türkiye’ye gelişlerine, Türkiye’de kurulmaya başlayan yeni devlet ve ideolojisi ile olan ilişkilerine, kendilerini bu süreçte nasıl konumlandırdıklarına önce bir tarihsel süreç olarak eşlik ediyorsunuz. Sonrasında, kitabın ana çatısı olan “Dinliyoruz” bölümü okurun karşısına çıkıyor. Bu bölümde, genellikle orta yaş ve üstü diyebileceğimiz Çerkeslerden başlayarak; 18 yaşına kadar inebilen 30 kişiyle yapılan görüşmeler kendi ağızlarından aktarılıyor. Kişisel tarih anlatılarının ardından, iki makale ile kitap sonlanıyor.
“Dinliyoruz” bölümüne geçmeden önce yapılan Çerkeslere ait siyasi tarih okuması, aktarılan anıların canlılığını ve bütünlüğünü sağlaması açısından oldukça yeterli ve gerekli görünüyor. 30 Çerkes katılımcının anlattığı kişisel hikayelerde ise ortak noktaların fazlalığı dikkati çekiyor. Söz konusu 30 kişiden en büyüğünün 82, en küçüğünün ise 18 yaşında olduğunu düşündüğümüzde; söz konusu ortak noktalar kendi içlerinde, kendi kültürlerini nesiller boyunca aktarmaya ne kadar önem verdiklerini açıkça gözler önüne seriyor. Türkiye’ye ilk gelişlerini yaş grubu itibariyle net bir şekilde öğrenemeyen görüşmeciler olsa da; çoğunlukla deniz yoluyla Türkiye topraklarına bir şekilde ulaşmayı başardıkları aşikâr. Özellikle bu deniz ulaşımı sırasında yaşadıkları can kayıpları nedeniyle, Çerkesler arasında genellikle balık yenmediğinin belirtilmesi şahsi olarak en çok etkilendiğim yerlerden biri oldu. Bunun yanında elbette ki hemen hepsi siyaseten bir fikir ve tercihe sahip. Yine görüşmecilerin hemen hepsi, tarihte önemli bir figür olan Çerkes Ethem’e mutlaka değiniyorlar. Bu konudaki ortak kanılarından biri, Ethem’e haksızlık edildiği, aslında kendisinin ulusal mücadelede, en az Türkler kadar hatta daha iyi bir şekilde mücadele ettiği yönünde. Zira Çerkeslerin savaşçı bir toplum oldukları ve ulusal mücadelede de hiçbir zaman savaşmaktan çekinmedikleri anlatılarda geniş yer buluyor. Nitekim aile büyüklerini savaşta kaybettiğini belirten görüşmeciler de mevcut.
Hem asimile edilmeye çalışılmaları hem de Çerkes Ethem’in hakkının teslim edilmemesi gibi konularda, Mustafa Kemal ve politikaları ile İsmet İnönü’yü de suçlu gördükleri göze çarpıyor. Bu durum, görüşmecilerden birinin de belirttiği gibi, Türkiye’de daha çok CHP’li olduğu düşünülen Çerkeslerin, Çerkes Ethem konusunda aslında oldukça hassas olduklarını ve dönemin tek parti rejimi ve liderlerine de son derece eleştirel bakabildiklerini gösteriyor.
Görüşmecilerin benimsedikleri ortak noktalardan biri de, dillerini yaşatabilme istekleri. Bu konuda Kürtleri kendilerine referans edindikleri, silahlı ve örgütsel mücadeleyi hiçbir zaman onaylamasalar da, Kürtlerin dilleri için verdikleri mücadeleyi örnek aldıkları dikkati çekiyor. Kitapta özellikle hane içindeki çocukların okullaşma oranları ile dillerinin yaşatılamadığı vurgusu sıkça karşımıza çıkıyor. Çerkeslerin aslında ne kadar modern oldukları, hatta Türkiye topraklarına modernliği kendilerinin getirdiği, Türklerin hiçbir zaman kendileri gibi olamayacağına dair yapılan vurgu da hemen hepsinde ortak kanı olarak göze çarpıyor. Bunun yanında toplum olarak dinlerini ve geleneklerini korumaya gösterdikleri özen de her anlatıcının kelimeleri arasında yer buluyor.
Sözlü tarih çalışmalarının, olanla birlikte kişilerin olana yönelik algılarını göstermesi açısından son derece kıymetli, bu bakımdan özellikle teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu çalışmada dikkatimi çeken en önemli şey, yazarın da vurguladığı gibi, gerçekten Çerkesleri dinliyor olmak. Görüşmecilerin anlatılarının, yazarın dilinden değil de kendi ağızlarından paylaşılmış olması da anlatıların çarpıcılığını perçinleyerek kitabın amacını yerine getirmesini sağlıyor ve Çerkeslerin Çerkesliği “bilmeyen”e anlatmasını mümkün kılıyor.