Ötekinin kayboluşunda, neyi bulmayı umuyoruz?
Emrah Öztürk’ün son kitabı "Anlatamıyorum" çıktı. Kitap, okuyucusunu 'öteki'ne mecbur ediyor.
Melih Levi – melihle@stanford.edu
Acaba şimdi ne yapıyor? Cam kenarında oturmuş, sigarasını yakmak için elini çakmağına götürüyordur belki. Belki de boğazda oturmuş, suyun yüzeyinde aniden beliren balık sürüsünü izliyordur. Ya da işten yeni dönmüş bir elinde otobüste okuduğu kitabı, bir elinde ev anahtarı, apartmanın merdivenlerini tırmanıyordur. Belki de yeni uyanmış, ayaklarını isteksiz terliklerinin içine sokuşturuyordur. Nazım Hikmet, Piraye’yi düşünürken, 23 Eylül 1945 günü şöyle yazmıştı:
O şimdi ne yapıyor
şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizide bir kedi yavrusu var,
okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
- her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
sevgili, canımın için ayaklar!...
İnsan böyle hayal ediyor özlediğini. Ya da geçmiş yıllardan hatırına gelen sahneleri. En belirgin haliyle canlandırıyor kafasında. Hayal gücü oltasını kesin bir ana, kesin bir mekana fırlatıyor. Orada bulmak istiyor kafasını kurcalatacak şeyi.
Picasso’nun 1903 yılında, Mavi Döneminde çizdiği resimlerden biri olan Yaşlı Gitarist’e dönelim. Bu dönemdeki resimlerine hükmeden mavi rengin dışında, Picasso’nun fazlasıyla keskin duruşlara, pozlara yöneldiğini görüyoruz. Toplumda kendine yer edinememişlerin, fakirin fukaranın resmini çizerken, yer edinme telaşını koruyan bir resim. Ne de olsa, gitarist, sanki resmin çerçevesine sığabilmek için eğilmiş, şekilden şekle girmiş gibi duruyor. Seyircinin aklına çözelti gibi yayılan bir ruh hali ile karşı karşıyayız. Mavinin hakimiyetinin resme sunduğu bir hüzün, melankoli duygusu var.
Picasso bu döneminde, uzun süreler başvurduğu deformasyon yani şekil bozma yönteminden uzaklaşıyor. Uzaklaşıyor fakat karşımızda içinde bulunduğu ruh haline tamamen teslim olmuş bir karakter var. Belki de artık vücudun şeklini bozmaya gerek kalmadığını fark ediyor Picasso. Bu etkiyi farklı bir yerde arıyor. Kendini, bilinçsizce, belli ruh hallerine teslim etmiş bir insanın vücudunun zaten belli bir ölçüde halihazırda inkar edildiğini keşfediyor belki de. Bir duyguya cevaben vücuduyla bütünleşmiş bir karakter değil de bir ruh hali ya da mod içine çekilmiş, kendi vücudu üzerindeki hakimiyetini kaybetmiş bir karakter.
Bu resmi inceleyerek, akla getirme, hatırlama eylemlerinin neden vücudu belli bir duruş pozisyonunda yakalamaya yeltendiklerini sorgulayabiliriz. Hatırlanmak istenen şeyin neden hep bir ana, bir yere kıstırıldığını. Zihnimizin neden vücudun belli duruşlarının ve pozisyonlarının cazibesine kapıldığını.
Emrah Öztürk’ün Yapı Kredi Yayınları’ndan yeni yayınlanan öykü kitabı Anlatamıyorum’un özellikle ilk bölümünde, anlatıcının zihni hep bu tür sorunsallara bulaşıyor.
Kitabın en güzel öykülerinden “Karanlık Şimdi”nin konusu, sürekli “pazar arabasıyla telaşla evine dönerken rastlanan” Reyyan Teyze. Anlatıcı, Reyyan Teyze’nin gençliğini ve gençliğindeki daha neşeli hallerini kısmen hatırlasa bile şimdiki pek mutsuz, umutsuz ruh hallerini bir türlü anlayamıyor. Anlamak istiyor. Ancak bir vesile olup da evinde ziyaret edince, onun iç dünyasına giriveriyor:
“Reyyan Teyze’nin salonunda işittiğim, kurşun kadar yoğun, altına üzgü, yangı gizlenmiş, kemirici, yontucu bir suskuydu. Bana ya da bir başkasına hiç söylemediği, yıllarca itinayla sakladığı, örtüp kapattığı her şeyi, o sessizlik, o susku, o susmalar birikimi anlatıyordu. Böylece koltukta oturmamı sürdürdükçe Reyyan Teyze’nin duvarlar, kapılar ardında nelerle boğuştuğunu, nelerin onu tükettiğini, incittiğini, kızdırdığını anlıyor gibiydim.”
Reyyan Teyze’nin zihnini kurcalayan, senelerdir görmediği, hep bir gün eve döner umudunu besleyerek özlemini çektiği kocası Suat. 1974 yılında evlenmişler fakat iki yıl geçmeden Güney Kıbrıs’a savaşa gitmiş. Bir daha da dönmemiş. Reyyan Teyze’nin “aklını hep gelecek olan, beklenilen kişi meşgul etmiş, kendini o kişiye göre ayarlamış, büyük zamanın ancak onun gelişiyle başlayacağını düşünmüştür.” Hikayenin en çarpıcı yerleri, anlatıcının Reyyan Teyze’yi cam kenarında otururken pürdikkat izlediği zamanlar. Bilinçsizce bir ruh haline teslim olmuş Teyze etrafına saçtığı ve etrafından kazandığı mizansen ile kendini yoruma sunuyor:
“Yüzünü pencereye dönmüş, kımıltısız, çökkün, tortop, öylece oturuyordu. O, pencereye bakmıyordu da pencere ona bakıyordu sanki. Pencerenin içindeki tüm ışık, renk, salım, bitkiler, ağaçlar, paraca parça gökyüzü, bulutlar, hepsi yoğunlaşıp bir olmuş, realist bir ressamın tablosuna dönüşmüş, Reyyan Teyze’yi izliyordu. Onlar baktıkça daha da küçülüyordu kadın, onlar dirildikçe hissiz, renksiz, soyut bir şekle bürünüyordu.”
Anlatıcı sürekli sıfat tekrarlarına başvurarak Reyyan Teyze’yi çevreleyen ruh halini tanımlamaya çalışıyor. Picasso’da mavi rengin resme kattığı doygunluğun, burada benzer tonajlı sözcükler kullanılarak elde edilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Öyle ki, anlatıcı bize başka çare bırakmıyor. Bütün dikkati bu ana, bu çerçeveye yönlendiriyor ve bir meyvenin bütün suyunu sıkar gibi, çevirdikçe çeviriyor. Dilin olanakları kullanıldıkça, tekrarlara, benzetmelere başvuruldukça, bir yakınlaşma hissi uyanıyor. Sanki anlatıcı önünde duran çerçeveyi ne kadar detaylı anlatabilirse, ne kadar iyi okursa, o kadar yaklaşacağız Reyyan Teyze’nin iç dünyasına.
Gündelik hayat bizi farkında olmadan bin bir türlü tiyatronun içine çekiyor. Yönetmeni olduğumuzu düşündüğümüz hayatlarımızın oyuncusu oluveriyoruz. Başkaları tarafından tanımadığımız bir
mizansenin içinde yakalanabiliyoruz. Anlatıcı burada şunu fark ediyor: Bu tiyatroyu anlayabilmek, çözümleyebilmek için dili gündelik işlevlerinden kurtarmak gerekiyor. İmgelere, benzetmelere yelken açmak gerekiyor. Yukarıdaki cümlelerde de anlatıcının ister istemez bunu yaptığı görülebilir.
“Tam o an, onunla ilgili bütün düğümü çözüverdim. Onca kitabı okumuş birinden beklenmeyecek bir sadeliğe – daha doğrusu bir düzlüğe, bir sığlığa, bir basitliğe ya da – neden büründüğünü, beklemek denen o soğuk gölgeyle nasıl kuşandığını, fısıltılarını, niye’lerini anlar gibi oldum.”
Şahit olduğu durağan sahneye farklı bakış açıları geliştiren anlatıcıyı, dili yalnızca bir araç olarak kullanmak tatmin etmiyor. Öztürk, kitap boyunca, dilin içine girip, dilin kendi içinde var olan imgeleri ve duruşları keşfetmeye yelteniyor. Örneğin, yine bu öyküde, dilin bilinçaltında yatan, durmak ve bilmek arasındaki bağa dikkat çekiyor:
“Oğuz, durma’nın bilmek’le bir bağı olduğunu söylerdi bana hep. Haklıydı. Batı’da, özellikle anlamak sözcüğü ile durmak sözcüğü arasındaki benzerliğe dikkat çekerdi: Under-stand; durmanın himayesi altında, durarak. Oturmak, bağdaş kurmak; hareket etmeyerek, akmayarak, ilerlemeyerek, sabit bir biçimde, sohbetlerin koltuklarında, minderlerde olması, Tibetlilerin iç huzura ermek için nilüfer çiçeği gibi çökmesi, Müslümanların namaz kılması… Dünya tarihi duranların, oturanların tarihidir aslında, anlayanların, hiç değilse sözleri yazıya geçirenlerin tarihidir. Garlar, havaalanları anlamanın yeri değildir. Öyle yerlerde beklemek, dirimi teğet geçmek, harita dışında olmaktır.”
Hem susamış hem de istekli anlamına gelen “Teşne” başlıklı öykü de doğrudan dil ile alakalı. Olağanüstü bir öykü. Yıllar önce sevdiği kızdan “teşneyim” sözünü duyunca öğreniyor anlatıcı bu kelimenin ne demek olduğunu. Ardından, kısmen sevdiğinden duyduğu için olsa gerek, ağzına takılıveriyor bu kelime. Bir türlü tadına varamıyor. Söylene söylene öylesine fiziksel bir mevcudiyet kazanıyor ki “teşne”, sonunda neredeyse karakter oluveriyor öyküye. Sürekli duyarız, “dilimize Arapçadan geçme” ya da “Farsçadan geçme” diye. Peki hiç düşünür müyüz ne anlama geldiğini bunun? Bakın Öztürk’ün kaleminde insanın zihnini nasıl da gıdıklıyor bu soru:
“Tahran’da teşne desem anlarlar mı beni? Anlamamaları de pekâlâ mümkün. Belki sözcük kökünü, geride bıraktığı yeri unutmamış ama geri dönmek de istememiştir. Olabilir. Çünkü onlar diridir. Zeyrektir. Burayı, bulunduğu yeri seçmiştir belki. Kimi insanlar gibi, bazı hayvanlar gibi. Gittiği yerde yeni bir gömlek giymiş, o gömleği de beğenmiştir. ‘Geri dönmek istemeyen sözcükler’ diyorum ben onlara: ‘Başka yere gitmek istemeyen.’, ‘Kalmayı seçen’. Farsça olup da hiçbir Farslının, Arapça olup da hiçbir Arap’ın anlamadığı, aksine Türkçede anlamlanan sözcükler mesela.”
Kitabın ilk öyküsü, “Yumurta”da anlatıcı, dışarıda durmuş sigara içerken birden çocukluğunu hatırlayıveriyor. Öykünün başında kırılmış bir dille karşılaşıyoruz:
“Yağmurun /
Sokak lambasının altındayım. Sırılsıklamım. Bir sigara daha…”
Bir yağmur efekti olarak okumak mümkün. Fakat daha önemlisi, bu satırlarda anlatıcı kendine doğru dönmekte. Kendi duruşunu izleyip, içinde bulunduğu çaresiz ruh halinden, anılar diyarına göç etmekte. Bu ilk cümlelerdeki kırıklık, parçalanmışlık yazarın dil üzerinden kendine dönmesine, dili bu türden manevraları yapabilecek bir ortam olarak benimsemesine işaret ediyor. Ardından hatırlıyor:
“Yağmur taneleri dumanı deliyor. İzliyorum. Beş yaşında falan olduğumu.”
Anlatıcının geçmişi gözünde canlandırabilmesi için dikkatini keskinleştirmeye ve bunu yapabilmek için de dile ihtiyacı var.
“Bir ağaç gölgesi duvarda kımıldıyor. Yaprakları dinç. Yerlerinden memnun değil gibiler, tavana tırmanmaya çalışıyorlar. Hışır hışır.”
Etrafını anımsama sürecine dahil etmeyi başardıktan sonra hatıralar elinden tutup götürüyor anlatıcıyı. Çocukluğunun evindeki ve eve yumurta almak için gittiği bakkaldaki insanların seslerini, kokularını hatırlıyor. Yumurtaları almış eve dönerken alışveriş yapmış olmanın getirdiği çocuksu gururu. Bütün bunlar pek uzaktalar, mürekkep gibi uçucular. Ama ah, o yumurtalar! O yumurtalar kırılmasın diye sarf edilen çabalar! Hatıraları da taşımak bir o kadar çaba gerektiriyor işte. Kırmadan, kırılmadan taşımak.
Emrah Öztürk’ün ikinci öykü kitabı "Anlatamıyorum" okuyucusunu sürekli dile geri gönderen, anladığına bir de dışarıdan bakmaya mecbur eden bir kitap. Nasıl anlamış olabileceğini sorgulatan ve kendi saltanatlarını baltalayan türden öyküler.
Şaşırtıcı değil, ne de olsa kitabın asıl derdi de anlatamamak durumu. İkinci bölümde yer alan iki uzunca öyküden biri masalsı diğeri de Edgar Allan Poe’yu andıran karanlık, telaşlı ve mekan üzerinden geçmişi bir bilinçaltı olarak kurcalayan türden. Bu öyküler öylesine ustalıkla kurgulanmış ki bütün bir öykü boyunca sembol olmaya kafa tutmuş ögeler birden genişleyip kendi hayatlarına kavuşabiliyorlar. Gevşek bırakılmış psikolojik düğümler ve beraberinde getirdikleri zor kararsızlıklar bir tortu gibi çöküyor zihinde. Son derece başarılı, okunması gereken öyküler.
Bütün bunlar güzel de… insan düşünmeden edemiyor. Bir başkasının duruşunu hatırladıkça, baktığı yönü düşündükçe, kaybolduğu manzarayı kurguladıkça, acaba nedir bulmayı umduğumuz? Picasso’nun Yaşlı Gitarist’ine neden bakmak istiyoruz, saatlerce? Neden cazip geliyor düşünmek Reyyan Teyze’yi cam kenarında oturmuş dışarıyı izlerken?