Otoritenin eteğine tutunanlar
Her şey güç sahiplerine duyulan hayranlıkla başlar, tek adamlara tutsaklıkla son bulur. Kendi ellerinizle sizi tutsak edecek bir zorba yaratmadığınızda zaten özgürlük hep yanı başınızda bekleyecektir.
Bütün yetkileri elinde tutan tek adamın eteğine tutunmak için kişiliklerini kapının önünde bırakır onlar. Ferhan Şensoy’un başrölünde oynadığı Pardon filmindeki gardiyan Osman (Parkan Özturan) gibi, ‘haysiyet takılmayı’ defterlerinden silmekle işe başlarlar. Gölgeleri bile yoktur onların. Çünkü sığındıkları ve bir parçası olmaya can attıkları daha büyük bir gölgenin altında yürürler. ‘Etek öpmekle dudaklar aşınmaz’ sözünü alınlarında bir bildiri gibi taşıyıp, foyalarını açığa vuranları dış güçlerin uşağı olmakla suçlamayı işten bile saymazlar. İktidar ve servet basamaklarını tırmanmanın yolunun irtifa kaybından geçtiğini içlerindeki ‘mantık perisi’ kulaklarına çok önceden fısıldamıştır. Tek adamın ipe sapa gelmez kararlarını ‘dahice’ diye aklayan onlardır. Dilleri gerçeği söylemeye ebediyen yabancılaşmış gibidir. Aslında tek adam dahil hiç kimseye ve hiçbir şeye güvenmezler. Çünkü içlerindeki fırsatçılık ve kendilerine duydukları güvensizlik, onları her konuda kuşkunun ateşinde yakıp kavurur. Ceplerinde gizliden gizliye tek adamın tökezleyeceği zamanlarda işlerine yarayacak bahaneler biriktirirler. Sezgileri kendilerinden büyüktür. Gücünün sonuna doğru geldiğine inandıkları tek adamın arkasında ilk önce onların tekmelerinin izlerine rastlanır. Onlar için yeni bir efendinin gölgesine kapağı atmak ise çocuk oyuncağıdır. Sevmenin onların kitabında yeri yoktur. Çünkü hiç sevilmemişlerdir.
Onlar tek adamın karşısında hem dalkavuğu, hem ‘dava’ adamlığını, hem mümini aynı anda oynarlar. Aslında tek adamın bu hileyi anlayacağından da eminler. Yine de bu oyunu oynamaktan geri kalmazlar. Çünkü tek adamın da en az onların tek adama yaslandıkları kadar kendilerine ihtiyacı olduğunu bilirler. İktidarın etekleri onlar için ana rahminden sonraki en güvenilir sığınaktır bir bakıma. Oysa buna rağmen içleri de vahşi bir ormandaymışçasına tehlikeli seslerle uğuldar. Böyle yaşamakla ömür boyu iflah olmayacaklarını bilirler ama aç gözlülükleri, makam ve zengin olma hırsları onları çoktan avucuna almıştır bile.
Özgürlük yerine kulluğu, saygınlık yerine hiçleşmeyi, iç huzuru yerine kuşkudan kuşkuya düşmeyi ‘tercih’ ettiklerinde sanki gözlerini bile kırpmamışlardır. Tek adamı arkalarına alıp, onun hoşlanmadığı herkese parmak sallamayı, sadece kendilerine bahşedilen bir iktidar alanı olarak değil, sınırsız özgürlüğün de bir delili olarak görürler. Tek adam adına hükmederler, onun gözleriyle dünyaya bakarlar. Onun adına yaşarlar ama kendi hesaplarına öleceklerini de bir an için akıllarından çıkarmazlar. İçlerinden bazıları gizliden gizliye imkansız da olsa bir gün tek adamın yerine geçmenin hayalini kurar. Oysa zaten tek adamın seri üretimi olduklarını da bilmez değiller. Bundan neredeyse beş yüz yıl önce yaşayan Fransız düşünür Etienne de la Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev adlı eserinde, ‘Tiran’ dediği hükümdarın yakın çevresine çöreklenenleri şöyle anlatır: “Bu kişilerin tiranın söylediklerini yapmaları yeterli değildir; onun ne istediğini düşünmeleri ve hatta onu memnun edebilmek için düşüncelerini öngörmeleri gerekir. Tirana yalnız itaat etmekle kalmayacaklar, onu hoşnut da edecekler, işlerini yapmak için uğraşacaklar, didinecekler, onun keyifli olmasından haz duyacaklar ve kendi kişisel beğenileri yerine onunkileri benimseyerek mizaçlarını, doğal yapılarını değişmeye zorlayacaklardır. Tiranın söylediklerine, sesine, işaretlerine, gözlerine dikkat etmeleri gerekecek ve de arzularını bilebilmek ve düşüncelerini seçebilmek için sürekli olarak tetikte bulunacaklardır. Bu mutlu bir biçimde yaşamak mıdır? Buna yaşamak denebilir mi? Bunları iyi doğmuş bir insana değil, fakat yalnızca sağduyuya sahip bir kişiye ya da hiç olmazsa bir insan çehresi olan kişiye söylüyorum. Kendine ait hiçbir şeye sahip olmayarak ve rahatını, özgürlüğünü, bedenini ve yaşamını başkasının ellerine vererek yaşamaktan daha sefil bir durum olabilir mi?”(syf 55, İmge yayınları, 3. Baskı)
Taşları bağlayıp, köpekleri salmanın manifestosunda en çok da onların kalemlerinin mürekkebi görülür. Saygın insanları kendi seviyelerine indirmek için, buğday başaklarına saldıran çekirge sürüleri gibi hareket ederler. Onlar sınırsız bencildirler. Kişilikleri değil, bencillikleri kişiliklerini yönetir. Bu yüzden uçtan uca jet hızıyla gidip gelirler. Kazara bir vicdan belirtisine rastlasalar, gezegen dışından gelmiş bir bitkiye bakar gibi bakakalırlar. Beş on maaş alıp, ‘karnımız doymuyor’ diyene şükretmeyi vaaz ederler. Üstelik bu dünyanın adaletsizliklerine katlanmak, sabretmek ve sınanmayı bildirmekle görevli olduklarını da bir an bile unutmazlar. Kulu uyuşturmanın Allah’ı tekeline almaktan geçtiğini onlardan daha iyi uygulayan yoktur. Onların bazıları da hayatlarının bir döneminde tek adamın temsil ettiği düzene veryansın edenlerin penceresinden dünyaya bakmıştır. Cüzdanları doldukça, benlikleri boşalır. Merhamet duygusunun olması gereken o boşlukta, bir zalimin filizleri boy verir. Dün alçak dediklerine bugün kahraman muamelesi yaparlar. Kendilerine benzememek için direnenlere duydukları hıncın sebebi, içlerinde sürekli biriken ama pay edemedikleri aşağılık duygusunun ağırlığıdır. Arkalarına bakmadan yürüdükleri tek bir gün yok gibidir. Katılaşmış göğüs kafeslerinde korkuyu bir kimlik gibi taşır onlar. Aslında parmak salladıklarından değil, varlığından cesaret aldıkları tek adamdan korkarlar. Günün birinde tekmeyi yeme düşüncesi, onların kıyameti olup çıkar.
Onlar bencillik ve korkunun gözlerini oydukları körlerdir. Yollarını kurnazlıkla bulurlar bu yüzden. Zekanın önünde değil, hileyi bir hüner haline getirenlerin önünde secde ederler. Onlara her çağda ve toplumda rastlanır. Evrenseldirler. Asıl zehir oradan topluma yayılır. Bir avuçturlar ama aşağıya doğru indikçe binlerce kola ayrılırlar. Gerçeği bir mercek gibi kırıp çarpıtmayı, konfor, maaş ve iktidarlarının teminatı olarak görürler. Yeri geldiğinde, deyim uygunsa tek adamı da kafaya alırlar. İştahları bir kara delik gibi her şeyi yutar. Sanki bin yıldır o anı beklemişlerdir. Oturdukları sofradan kalkmayı sanki hiç düşünmemiş gibidirler. Zıvanadan çıkmış imtiyazlarını ‘devlet adamlarının yediklerinin içtiklerinin hesabı yapılmaz’ diyerek bir perdenin ardına gizlerler. Agop’un Kazı’na rahmet okutup, yoksulları nankörlükle itham etmeyi spor haline getiren de yine onlardır. Normalde başıbozuk bir çetenin içinde yer almaları gerekirken, nasıl olmuşsa kendilerini bir anda doğaldır ki yasaları olan Devlet dediğimiz o büyük mekanizmanın içinde bulmuşlardır. Ama zaten bu nedenlerle aradaki o ince çizgi de silinip gitmiştir.
Geniş halk kesimleri bir çok nedenden ötürü otoriteye, otoriteyi en tepede temsil eden tek adama boyun eğerken, onlar boyun eğmeyi de bir geçim kapısına dönüştürürler. Boyun eğmenin onlara şan, şöhret, para, zenginlik, daha yüksek mevkiler ve ama bütün bunlardan daha büyük bir düşkünlük, aynı zamanda giderek genişleyen bir benlik yarası olarak geri döneceğini de bilirler. Tek adamın ardı arkası kesilmeyen hezeyanlarını bir paratoner gibi emmeyi sadece onlar başarır. Hiçlik duygusu onlara sürekli zalim olmayı öğretir. Aynı anda yukarıya doğru sırıtıp, aşağıya doğru hiddetlenmekte kimse onların eline su dökemez. ‘Kraldan çok kralcı’ deyimini tarih sanki onlar için icat etmiştir. Görgüsüzlükleriyle hasta eder, kibirleriyle öldürürler. Bir lokma bir hırkanın erdemlerinden söz edip, milyonluk arabalara binip, Avrupa’ya ıstakoz yemeye giderler. Yalanı bir sermaye olarak kullana kullana, gerçek hayatla ve toplumla aralarına Çin Seddi girer ama ağızlarını ‘milletle’ açıp ‘milletle’ kapatırlar. Lüks ve şatafat karşısında zincirlerinden boşaldıkça, onları yukarıya bağlayan zincirlere her seferinde birkaç halka daha eklenir. Kültürsüzlüklerini gizleyecek bir şal bulamamanın öfkesi, onları bütün aykırı sesleri bastırmaya yöneltir. Omurga kelimesini sadece hayvan belgesellerinde duymuş olmanın hayretiyle yüzümüze bakarlar. Canları ne zaman istese halkın ağzına bir parmak ‘bakara-makara’ çalıp, küplerini tıka basa doldurmanın kitabını yazarlar.
Kukla oynatıcısı gibi bütün ipleri elinde toplayan tek adam dönemleri, yağmaya, soyguna, aynı zamanda vasatlığa, küstahlığa, eşi normal zamanlarda görülmeyen bir fırsatçılığa ve zalimliğe de kapıyı ardına kadar aralar. Kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi, fırsatçılar ve her düzene ayak uydurmada olağanüstü ‘yetenekler’ kazanan Joseph Fouche’ler de kimsenin kendilerinden hesap sormayacağı bu dönemleri severler. Karakterlerindeki aşınma, koku alma duyuları geliştikçe hız kazanır. Bukelamuna bile şapka çıkartırlar. Ağızlarını her açtıklarında aslında kendilerinde hiç olmayan erdemlerden söz ederler. Ahlak dediklerinde bilin ki bir ahlaksızlığı örtme çabasındadırlar. Dürüstlük diye bağırdıklarında bilin ki bir hırsızlığın üstü örtülmektedir. Sözleriyle ters istikamette yol almak konusunda onlardan üstünü bulunmaz. Dün neredeyse taptıkları, ama bugün güçten düşmüş birini çıkarları gereği hiç tereddüt etmeden i..n ş.yine sokarken gözlerini bile kırpmazlar. Tek adamın kurduğu düzende kısacası sapla saman birbirine karışır. Çünkü ayaklar baş olmuştur. ‘İt’ mindere bağdaş kurar bu yüzden. Bu düzene yaslanıp biraz güç devşiren herkes her istediğini yapmakta özgür hisseder kendisini. Bir vasat el çabukluğuyla kendini her konuda çabucak uzman katına oturtabilir. Zaten toplum da bu dönemlerde bu tip durumlara hazır hale getirilmiştir. Bu dönemlerde ahmaklık kendini kutsal halelerle sarıp sarmalar. Şarlatanlık örgütlü hale gelir. Din tacirleri salya sümük omuzlarda taşınır. Cennet anahtarları havada uçuştukça, kıyıda köşede kalmış özgürlüklerin soluk borusu biraz daha tıkanır. Aklın ve merhametin kovulduğu kapıdan hurafeler ve gaddarlık içeri alınır. Tarikatların ‘sivil toplum’ mertebesine yükseltildiği bu ortamda, üniversitelere sadece ‘hain yuvası’ olmak düşer. Bir akbaba çıkıp ‘ben bülbülüm’ dese kimsenin itiraz edecek hali yoktur. (Orhan Gencebay’ın ‘ben Rihanna’yım demesi de duruma uygun düşer!)
Peki, toplum nasıl yaşar böyle dönemleri? Geniş çoğunluk şarlatanların, zalimlerin, fırsatçıların peşinden gider. Onlar da en az peşinden gittikleri kadar pragmatist olurlar. Güçlüyü kutsarlar. Ama yoksulluk ve zulmün de farkındadırlar. Böyle dönemlerin aynası, ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’, gibi atasözleri olur. Tek adam düzeninde işler biraz sarpa sarmaya başlayınca da, herkes telaşla geçmişteki suç ortaklıklarının üstünü örtmeye girişir. Fısıltı halinde de olsa, ‘ben zaten hiç desteklemedim o herifi’, ‘onun bir zorba olacağını ben yıllar önce söylemiştim’ diye konuşmaya başlarlar. Oysa böyle dönemlerde neredeyse hiç kimse masum kalmayı becerememiştir. Çünkü korku çürütür. Adaletsizliğin balçıkla sıvadığı vicdanlar ise kör ve sağırdır. Boetie, Söylev’de bundan beş yüz yıl önce şu yakıcı soruları sorar: “Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa nasıl oluyor da, sizi dövebildiği bu kadar eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar, sizlerin değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa, üzerinizde nasıl iktidar olabilir?”
Toplum kendi cehenneminin yaratıcısıdır bir bakıma. Çünkü kendisini sarıp yutacak alevlerin yükselmesine sebep olan ateşe odun atan odur. Kendi yıkımı, kendi körlüğünden doğar. Otorite hayranıdır. Mahallesindeki bir imamı bile bir ülkenin yıkımını hazırlayacak bir zorbaya dönüştürecek potansiyel sadece onda vardır. Kendisini aldatanı sever, onu savunana düşman kesilir. Hep kuşkuludur. Çünkü o da hiç sevilmemiştir. Bu yüzden genellikle kendine benzeyenleri baştacı eder. Tek adam da, onu ayakta tutanlar da gökten zembille inmemişlerdir. Rumen düşünür Cioran, Çürümenin kitabı adlı eserinde şöyle der: “En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar.”
Esasen toplumların özgürlükten yana eğilim göstermesi sanıldığının aksine istisnadır. Özgürlük için mücadele başlatanlar her zaman bir avuç insandan başkası olmamıştır. Onlar da iktidarı ele geçirdiklerinde genellikle ilk yaptıkları şey, kendilerine bile bol gelen özgürlüğü önce kuşa çevirmek, sonra da buruşturup çöpe atmak olmuştur. Tarihte ele geçirilmiş neredeyse bütün ‘özgürlükler’ köleleştirme ve gasp etme ‘özgürlüğüdür’. Tarihin en büyük paradoks şudur: Tıpkı köleleştirme hareketleri gibi, özgürlük için verilen mücadeleler de hunharlık ve yoldaş katilliğiyle sonuçlanmıştır. Bunun için sadece Fransız ve Rus Devrimlerine bakmak yeterlidir. Birinde giyotin, diğerinde Gulag toplama kampları! Hitler türü vahşetleri anlatmaya gerek bile yok. Geniş kitlelerin onayı ve bizzat katılımı olmadan bunları yapmak imkansızdır. Her şey önce güç sahiplerine duyulan hayranlıkla başlar, tek adamlara tutsaklıkla son bulur. Kurtuluş için reçeteler sunanlar da en az toplumun yıkıcıları kadar tehlikelidir. Çünkü bir elinde reçetesi olanların diğer elinde kendisini de kör edecek ve yozlaştıracak şiddet aygıtları bulunur. Şiddet ile kazanılmış ‘özgürlük’, doğası gereği kendini şiddetle sürdürmek isteyecektir. Meşru savunma dışındaki şiddet, önce o şiddeti uygulayanların ruhunu sakatlar…Benlik yarası olanlar bir ‘dava’ icat eder. Tarihteki bir çok katil, bir ‘ütopya’ya sığınmıştır. Çoğu ‘kurtarıcı’nın macerası, düşmanına benzemekle sonuçlanmıştır. Ağızlarını ‘özgürlük’ diye açıp, zorbalıkla kapamışlardır. İnsan hayatını hiçe sayan bütün öğretiler, toplumların özgürlüğüne kasteden birer karabasan olmanın ötesine geçememişlerdir.
Aslında başka yerde aramaya gerek yok. Haksızlığa boyun eğmediğinizde zaten özgürsünüz…
Kendi ellerinizle sizi tutsak edecek bir zorbayı yaratmadığınızda zaten özgürlük hep yanı başınızda bekleyecektir sizi…