Geçtiğimiz hafta 2008’deki küresel finansal kriz sonrasında yükselen yeni milliyetçiği ele almıştım. Kaldığımız yer, siyasi olarak yeni milliyetçilikte kendisini ifade eden bu siyasi akımın aynı zamanda yeni otoriterizmin de taşıyıcısı olduğuydu. Bu hafta, bir başka makale yardımıyla kaldığımız yerden devam ediyorum.
Bu yazıda, Doğu Avrupa’ya odaklanan karşılaştırmalı kapitalizm çalışmalarıyla bilinen Dorothee Bohle ve meslektaşları tarafından yazılan 2022’de yayınlanan bir makaleden hareketle, kapitalizmin demokrasiden uzaklaşan farklı yönetimler altında aldığı biçimleri ele alacağım. Bohle ve meslektaşları somut olarak Doğu Avrupa’da Covid-19 salgını sonrasında otoriterizmin aldığı biçimleri Macaristan, Polonya, Sırbistan ve Slovenya üzerinden inceliyor. Ancak bu yazıda benim daha önemli bulduğum, bu incelemede kullandıkları çerçeve. Zira bu çerçeveyi başka ülkelere de uygulamak mümkün.
ŞOK TERAPİSİ VE İTİRAZLAR
1990’lar Doğu Avrupası, şok terapisi olarak bilinen serbestleştirme, özelleştirme ve kuralsızlaştırma (de-regulation) üçlüsünün uygulanması ile geçmişti. 2000’lerde siyasi-ekonomik gündemi ise Avrupa Birliği’ne uyum süreci şekillendirdi. 2008 krizi sonrasında ise, 1990’lar ve 2000’ler boyunca uygulanan piyasa reformlarına itiraz, yükselen yeni milliyetçi-muhafazakar güçler tarafından temsil edildi.
Popülist söylemleri bir iktidar stratejisi olarak kullanan bu güçlerin iktidara geldiği ülkelerde devlet kurumlarının zayıflaması, hukukun üstünlüğünün aşınması ve gücün yürütmede toplanması gibi benzer uygulamalar görüldü. Bu uygulamalar genellikle ‘demokratik gerileme’ literatüründe tartışıldı, tartışılıyor. Ancak bu siyasi sürecin politik ekonomisinin ne olduğu, bu yeni rejimlerin nasıl bir sosyo-ekonomik düzen kurarak eski liberal biçimlerden uzaklaştıklarına ilişkin literatür henüz yeni gelişiyor. Bohle ve meslektaşları, makalelerinde liberal kapitalizmden uzaklaşmanın üç yoluna odaklanmış.
OTORİTERİZME ÇIKAN FARKLI YOLLAR
Bunlardan ilki, otoriter neoliberalizm olarak adlandırılıyor. Esas olarak 2008 krizi sonrasında krizden çıkış için neoliberalizmin derinleştirilmesi gerektiğini savunan yaklaşıma dayanıyor. Özetle bu yaklaşım, kural temelli para politikaları ve borç frenleri veya bütçe kurallarıyla şekillenen mali disiplin araçlarından oluşan bir teknokratik devlet yapısının, sorunlara çözüm olacağını savunuyor. Ancak günümüzde bunları uygulamak, önceki dönemlere göre giderek daha otoriter bir yapı ortaya çıkarıyor. Zira bu teknokratik kurumlar ve devlet yapısı, toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarını korumaya değil, popüler olmayan ekonomik tedbirleri halkın memnuniyetsizliğinden korumaya yarıyor.
İkinci yol, muhafazakar kalkınmacılık tarafından tanımlanıyor. Bu yaklaşım, bazı Doğu Asya ülkelerince geçmişte uygulanan ve başarılı sonuçlar veren kalkınmacı devlet uygulamalarını neoliberal küreselleşme yaklaşımına karşı savunuyor. Devletin piyasalara daha etkin olarak müdahale ettiği ve sanayi politikalarını önceleyen bir büyüme stratejisi, bu yaklaşımın öncelikleri arasında. Kalkınmacı politikalar, aileyi merkeze koyan muhafazakar bir sosyal güvenlik, yardım, sağlık ve emeklilik sistemiyle eşleştiğinde, muhafazakar kalkınmacı seçenek ortaya çıkıyor. Bu yaklaşım, geçen haftaki yazıda belirttiğim muhafazakar yeni-milliyetçiliğin ekonomik programını yansıtıyor.
Üçüncü yaklaşım olan otoriter kapitalizmde Doğu Avrupa ülkelerindeki otoriter dönüşümün ayırt edici özelliği, bu ülkelerin muhafazakar kalkınma gündemini takip etmeleri ya da neoliberalizmi derinleştirmeye çalışmalarından ziyade siyasi elitlerin kendi çıkarlarına hizmet etmesidir. Bohle ve meslektaşları, otoriter kapitalizme örnek olarak ‘kamu kurumlarının resmi otoritesinin zayıflatılması ve bunların yerine parti içi hiyerarşilerin gayri resmi otoritesinin getirilmesi, firmaların ve bireylerin kaynaklara erişim için devlete bağımlı hale getirilmesi ve bireysel hakların veya kolektif hakların ortadan kaldırılması’ gibi uygulamaları sıralıyor. Bu yaklaşımda hakim olan, siyasetin ve siyasi elitin çıkarlarının direksiyonda olması vurgusunun, ABD’de yakın dönemde Dylan Riley ve Robert Brenner’in makaleleriyle gündeme getirdiği ‘siyasi kapitalizm’ tartışmasıyla paylaştığı ortak temalar dikkat çekici, ancak bunları tartışmak bir başka yazıya kalsın.
DEĞİŞEN OTORİTERLİKLERİN DOĞRULTUSU
Bohle ve meslektaşları, Covid-19 döneminin üç açıdan otoriter rejimlerin kalıcılaşmasının yolunu açtığını ileri sürüyor: (i) Pandemi döneminde firmalar ve işçiler giderek daha fazla devletin sağladığı yardım ve kredi olanaklarına bağımlı hale geldi, (ii) uluslararası kurumların iç siyaseti sınırlandırma/yönlendirme kapasiteleri büyük ölçüde sınırlandı, (iii) özellikle AB üyesi ülkeler için yararlanılabilecek dış fonlar önemli ölçüde arttı. Dolayısıyla, her üç biçimde görülen otoriter yönetimler için de Covid-19 şoku otoriter konsolidasyon için bir fırsat olarak görüldü.
Yazarların makalelerinde önerdikleri çerçeve özel olarak pandemi şokuna odaklansa da, genel olarak ekonomik krizlerin siyasi rejimlerin gidişatı üzerindeki etkilerini incelemek için de kullanılabilir. Dolayısıyla ülkelerin politik-ekonomi doğrultusunu incelerken krizlerin, özellikle de birikim modelindeki tıkanıklıklara odaklanan yapısal krizlerin etkilerini daha detaylı bir şekilde ele almak gerekiyor.
Tüm bu anlattıklarım Türkiye için ne ifade ediyor ya da Türkiye’de otoriterliğin değişen biçimlerine bu çerçeveden bakarsak farklı olarak neleri görebiliriz sorularına verilebilecek olası yanıtlar, önümüzdeki haftaya kalsın.