Otoriterler seçimleri nasıl çarpıtıyor?
İstanbul'da seçimlerin iptal edilmesi, Türkiye siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası: Bundan sonra, Türkiye’yi ‘demokrasi’ diye tarif eden ya da seçimleri kamuoyunun adil bir göstergesi olarak görmekte ısrar eden herkes ya yalancı ya da aptaldır.
Yascha Mounk *
Recep Tayyip Erdoğan, 2003 yılında ilk kez Türkiye başbakanı seçildiğinde, ülkenin demokratik kurumlarına saygı duyacağı ve halkın güvenini kaybederse görevinden ayrılacağı sözünü vermişti. Erdoğan yönetiminin gerçekliği şimdi daha da iç karartıcı bir hale geldi. Her ne kadar uluslararası gazete ve dergiler kendisini başlangıçta demokrat bir reformcu gibi sunsa da, sahip olduğu güçleri sistematik biçimde genişletti ve ordunun en üst mevkilerinde, kamu görevlerinde ve ülkedeki eğitim kurumlarında bulunan tüm muhaliflerini temizledi. 2016 yazında eski müttefikleri onu bir darbeyle saf dışı etmeye çalıştıklarında, bu fırsatı ülke üzerindeki konumunu pekiştirmek için kullandı. Başarısız darbeden birkaç gün sonra ilan ettiği olağanüstü hâl yetkileri sayesinde, siyasi açıdan güvenilmez olduğunu düşündüğü on binlerce devlet memurunu görevden aldı ve ülkenin en tanınmış gazetecilerini hapse attı.
Öte yandan Erdoğan rejiminin diktatörce karakteri ortaya çıksa ve onu eleştirme özgürlüğü daha da kısıtlı hale gelse bile, Türkiye çok partili seçimler düzenlemeyi sürdürdü ve bu durum muhalefete sandıkta rekabet etme yeteneği kazandırdı. Haziran 2018’de Erdoğan, birçok gözlemcinin muhalefete şiddetli saldırılar düzenlendiğini açıkladığı seçimlerin ardından oyların yüzde 53’ünü kazandı; o andan itibaren de Erdoğan kendisini Türkiye’nin Başkanı olarak konumlandırdı.
ERDOĞAN’IN BEĞENMEDİĞİ SEÇİM İPTAL EDİLDİ
Bu seçim, Erdoğan’ın ne yardan ne serden geçmesine olanak sağlıyor: Bir yandan ülkenin seçim komisyonu (YSK) gibi kilit kurumlar üzerinde uyguladığı kontrol, seçimlerin kendi yönetimine karşı yaratabileceği tehdidi sınırlandırmıştı. Öte yandan, seçim yurtiçi ve yurtdışındaki meşruiyetini artırmasına yardımcı oldu. AGİT’ten Freedom House’a kadar, gözlemciler seçimlerin özgür ve adil olmadığını belirtseler de Angela Merkel ve Donald Trump gibi uluslararası liderler Erdoğan’ı sandıkta kazandığı “zaferden” ötürü açık biçimde kutladılar. Türkiye kökenli ve otoriter rejimler hakkında uzman olan Timur Kuran’ın da belirttiği üzere, Erdoğan, ‘tartışmalı bir seçim yanılsaması’nı ‘önceden belirlenmiş bir sonuç’ ile birleştirmeye çalıştı.
Erdoğan’ın elinde tuttuğu muazzam güç, birleşik muhalefetin, geçtiğimiz ay ülke çapındaki belediye seçimlerinde beklenmedik bir zafer kazanabilmesi gerçeğini daha da ilgi çekici hale getiriyor: Türkiye’deki büyüyen ekonomik krizin yarattığı öfkeden yararlanan ve hem karizmatik hem de uzlaşmacı yeni bir aday çıkaran muhalefet, ülkenin başkenti Ankara’nın yanı sıra en büyük şehri olan İstanbul’un da kontrolünü kazanarak iki büyük sembolik rahatsızlık yaratmayı başardı.
Netice itibariyle, Erdoğan, üç yıl önce gerçekleşen başarısız darbeden beridir ilk defa gerçek bir takasla karşı karşıya kaldı: Seçim sonuçlarının aynı kalmasına izin vererek halkın yönetimine ilişkin hoşnutsuzluğunu kabul edecek miydi? Yoksa seçimin iptal edilmesi için Türkiye’nin kurumları üzerindeki hakimiyetinden yararlanarak Türkiye’nin artık bir demokrasi olup olmadığını görmek isteyen herkesin karşısında gayet açık bir şekilde mi davranacaktı?
ÇAĞIMIZIN DİKTATÖRLÜKLERİ SANDIKLARLA OLUŞTU
20. yüzyılın büyük kısmında, demokrasinin karşısındaki en ciddi tehdit, silah namlularından kaynaklanıyordu. Demokratik sistemler çöktüğünde, çoğunlukla bunun sebebi, ülke parlamentosunun veya başkanlık sarayının önünde toplanan ve bariz biçimde antidemokratik bir hareketin liderince yönetilen tankların varlığıydı. Javier Cercas, 1981 yılında İspanya demokrasisine karşı başarısız bir darbe girişiminin anlatıldığı ‘Bir Ânın Anatomisi’ adlı kitabın giriş sayfalarında, bu tür bir darbe girişimini açık biçimde anlatıyor:
Sivil Muhafız Yarbay Antonio Tejero, elinde bir tabancayla, sakin bir şekilde kürsünün merdivenlerinde yürür, sekreterin arkasından geçer ve ona kuşkulu gözlerle bakan konuşmacı Landelino Lavilla’nın yanında durur. Yarbay bağırır: “Kimse kıpırdamasın!” Ve birkaç büyülü saniye için, hiçbir şey olmayacak, hiç kimse hareket etmeyecek ve sessizlik dışında kimseye hiçbir şey olmayacak gibi görünür… Etrafta yankılanan dört belirgin ve kat’i haykırış, yaşanan büyülü ânı bozar: Biri “Sessizlik!” diye bağırır; diğeri, “Kimse kıpırdamasın!”; bir diğeri, “Yere yatın!” ve sonuncusu “Herkes yere yatsın!” Odadakiler itaat etme telaşına kapılır.
Böylesine vurucu bir tiyatro sahnesi yarattığı için, Cercas’ın tarif ettiği demokrasi karşıtı açık saldırı, siyasal hayal gücü üzerinde uzun süre için varlığını sürdürdü. Diğer yandan, 21. yüzyılda askeri darbeler daha ender görülür oldu. Rusya’dan Venezüella’ya, demokratik kurumlara zarar veren ‘güçlü’ kişiler, bulundukları mevkilere oy sandıkları aracılığıyla geldi. Açık biçimde demokrasiye saldırmaktan ziyade, yalnızca ve yalnızca kendilerinin halkı gerçekten temsil ettiklerini iddia etme eğilimindeler.
“Demokratik” Almanya’dan “Demokratik” Kongo Cumhuriyeti’ne kadar, otokratik rejimler de “seçimler” vasıtasıyla bir kamusal meşruiyet yanılsaması yaratmaya çalıştı. Ancak, seçim “oyunlarının” hizmet ettiği propagandanın amacı ne olursa olsun, yerel bir izleyiciyi aldatamayacak derecede beceriksizceydi.
GÖREVDEN ALINMAYACAKLARINDAN EMİN OLMAK İSTİYORLAR
Buna karşın, yeni mahsul otoriter liderler, çok daha gerçekçi bir “demokratik hizmet” görüntüsünü korumaya yatırım yapıyorlar. Neticede, çok daha karmaşık bir siyasal hesaba dahil olmaları gerekiyor: Halkın önemli bir kesimi açısından güvenilir görünmek amacıyla, muhalefete seçimlerde rekabet edebilecek oranda şans tanımaları gerekiyor. Ama aynı zamanda, halkın kendilerini görevden alamayacağından emin olmak için seçim komisyonları gibi siyasi kurumları da yeterli ölçüde zapt etmeleri lâzım.
Türkiye’de yaşanan son gelişmelerin de gösterdiği üzere, bu tür bir dengeyi sonsuza kadar devam ettirmek mümkün olmayabilir. Netice olarak, basın özgürlüğü tehdidini güç kullanarak ortadan kaldıran hükümetler bile bekledikleri kadar destek görmüyor ve seçimler karşısında daha katı yollara başvurmak zorunda kaldılar.
Ekrem İmamoğlu, İstanbul Belediye Başkanı seçilmesinden üç hafta sonra üzgün bir kalabalığa “Demokrasiye susadık,” diyordu, “Hiç kimse halkın talebini engelleyemez.”
Öte yandan, İmamoğlu ilham verici konuşmasını yaparken, en azından şimdilik Erdoğan’ın bunu çok da iyi engellediğini zaten biliyordu. Erdoğan, cılız bir muhalefetin seçim sonuçlarını bir şekilde tahrif edebileceğine işaret eden çılgın komplo teorisini yaymak için ülkenin çoğunun üzerindeki etkisini kullandıktan sonra, seçim sonucunu iptal etmek amacıyla ülkenin yargı sistemi üzerindeki denetimini kullanmaya devam etti. Sözde usulsüzlüklere vurgu yapan seçim komisyonu pazartesi günü yaptığı açıklamada, İstanbul’daki seçimlerin haziran ayında yeniden gerçekleştirileceğini ilan etti.
ÖNEMLİ BİR DÖNÜM NOKTASI
Bu duyuru, Türkiye siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası: Herhangi bir mantıklı gözlemcinin gerçeği inkâr etmeyi sürdürmesi artık mümkün değil. Cumhurbaşkanının sonuçları beğenmediği zamanlarda seçimleri iptal etme yetkisine sahip olduğu bu ülke, açık bir diktatörlük haline geldi. Bundan sonra, Türkiye’yi ‘demokrasi’ diye tarif eden ya da seçimleri kamuoyunun adil bir göstergesi olarak görmekte ısrar eden herkes ya yalancı ya da aptaldır.
Seçim komisyonunun duyurusu, Türkiye demokrasisinin şu anki haline ilişkin herhangi bir şüpheye yer bırakmamakla beraber, demokrasinin geleceğiyle ilgili büyük sorular ortaya çıkardı. İlerleyen günlerde, İmamoğlu’nun haziran ayında tekrarlanacak seçimleri boykot edip etmeme hususunda bir karar vermesi gerekecek. Şayet boykot ederse, Erdoğan’a arzuladığı gücü teslim eder. Boykot etmezse, kazanamayacağı bir seçime meşruiyet kazandırır. Birinci de olsa, sonuncu da olsa Erdoğan kazanır.
Buna karşın, Erdoğan kısa vadede İstanbul’un kontrolünü elinde tutabiliyor olsa da, artık çok daha zor bir gelecekle yüz yüze. Şimdiye dek Türk nüfusunun büyük kısmı, halkın güvenini yitirirse görevinden ayrılacağına dair ettiği yeminlere inanıyordu. Sayısız gazetecinin hapsedilmesi gibi çok açık baskıcı davranışları bile, demokratik bir meşruiyet makyajı taşıyordu: 2016 darbesinin ardından Erdoğan’ın kimi taraftarları, 'terörist' olarak gördüğü yazarların gerçekten de seçilmiş hükümeti koltuğundan etmeyi amaçlayan tehlikeli bir komplonun parçası olduğuna inanmaya hevesliydi. Şimdiyse, Erdoğan’ın halkın gerçek iradesini temsil ettiğine ilişkin ısrarı, eski destekçilerinin kulaklarında bile boş bir çınlamadan ibaret olabilir.
Erdoğan’ın demokratik meşruiyetini yitirmesi, iktidarını da yitirmek üzere olduğu manasına gelmiyor. Uzun diktatörlük hikâyelerinin de gösterdiği üzere, birçok insan demokratik kurumlara açık biçimde karşı çıkan bir lideri desteklemeye heveslidir ve birçok otokrat, hiç de sevilmemesine rağmen yıllar ve yıllar boyunca görevde kalabilir. Ne var ki bu durum, bundan sonra iktidarının çok daha istikrarsız bir temelde var olacağı anlamına geliyor. Halk destekli bir görev yerine getirme iddiası tam anlamıyla ortadan kalktığından, Erdoğan, büyük olasılıkla daha kararlı bir muhalefetle karşı karşıya kalacak ve iktidarını korumak için daha açık bir baskı uygulamak zorunda kalacak.
* Halk Demokrasiye Karşı: Özgürlüğümüz Neden Tehlike Altında ve Onu Nasıl Kurtarabiliriz (The People vs. Democracy: Why Our Freedom Is in Danger and How to Save It) kitabının yazarı.
** Yazının aslı The Atlantic sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)