Sabit olmayan ve ülke siyasetinin rüzgarına göre yukarı, aşağı, sağ, sol yönünde hareket eden Overton penceresi, seçim süreciyle birlikte Türkiye’de giderek sağ yelpazenin en uçlarına kaydı ve bu durum, ülkedeki gündemin “yeni normali” haline geldi. Bu yelpazenin uçlarını eleştiren herhangi birisi de “vatan haini” olmakla, “milli çıkarları gözetmemekle” itham edildi.
“İnsanca özlemler dünyaya uymuyorsa;
Bozuk olan dünyadır,
İnsanca özlemler değil.”
Oruç Aruoba
Kaotik bir seçim süreci daha geride kaldı ve bu zorlu maratonda birçok kez “Overton penceresi”nin çerçevesinin genişlediğine tanıklık ettik. Hem de ne genişleme!
Overton penceresi, bir zaman diliminde kamuoyunun kanıksadığı, normalleştirdiği ve hatta ana akımlaştırdığı –kimisi geçmişte “uçlarda” görülen- siyasal fikirler ve çözümlerin oluşturduğu geniş yelpazeye verilen isim... Siyasal iletişim stratejilerinde sıklıkla kullanılıyor.
Muhafazakar bir düşünce kuruluşu olan Mackinac Kamu Politikaları Merkezi’nde yöneticilik yapan Amerikalı siyaset araştırmacısı Joseph Overton tarafından 1990’lı yıllarda geliştirilmiş.
Overton’a göre, halkın kabullendiği politika yelpazesi, dar bir çerçevedir. Bu politikaların değişmesi ve siyaset yapım süreçlerine evrilmesi ise, halkın “kabul çerçevesinin değişmesi”yle mümkündür. Yani bir politikayı, menüden tatlı seçer gibi kamuoyuna empoze edemiyorsunuz.
Overton penceresinin en üstünde “en özgür”, en altında da “en az özgür”ün olduğu dikey bir politika modeli geliştiren Overton, halkın kabul edebildiği politikaların bu eksende hareket ettiğini ileri sürer. Dolayısıyla, değişim, halkla beraber başlar.
Örneğin “yamyamlık,” bu pencerede en düşük kabul düzeyinde yer alır; zira toplumun ahlaki normlarına uymaz; tabu olduğu için de pencerenin dışında kalır. Ancak bilim insanları, bazı kabilelerde bu geleneğin ve ritüelin olduğu yönünde araştırmalar yapınca, fikir “tabu” olmaktan çıkarak, tartışma mecrasına çekilir.
Halk, böyle bir ritüelin olduğunu kabul etmeye başlar, bilgi edinmek ister. Hatta bu konuda bilim topluluğunun araştırmalarına kulak vermeyi reddedenler, “hoşgörüsüz”, “radikal” ve “fanatik” olmakla itham edilir.
Medya üzerinden, yamyamlık, giderek kabul edilebilir bir davranış modeli haline gelir; filmlerde ve dizilerde işlenmeye başlar; adeta “olumlu bir imaj” edinmiştir.
Hatta yamyamlığı normal görenler siyasette yer almaya başlar, temsil güçleri artar, bu davranışın yasama mekanizması içinde yer almasına doğru giden bir “pencere” açılır.
Toplumun siyasi eğilimleri değiştikçe, daha önceleri ötekileştirilen ve hatta ayıplanan bazı fikirler popülerleştikçe pencerenin “kabul sınırları” da esner.
Biz bunu İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkıldığı dönemde deneyimledik. Kadının insan haklarının en önemli güvencelerinden olan bir uluslararası sözleşmeden ani görünen ama öncesinde Overton penceresinin farklı söylem ve eylemlerle esnetilmesiyle “eli kulağında beklenen” bir kararla çıkılmasının ardından, yeni iktidar ortağı Yeniden Refah Partisi’nin 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair yasanın kaldırılması yönündeki çağrıları da, zamanında esnetilen Overton penceresinin daha da sağa çekilmesinin örneği oldu. Bunu da “süresiz nafaka mağduriyetinin giderilmesi” yönündeki “lobi çalışmaları” ve toplumsal cinsiyet eşitliğine dair nice kabulün sınırlarını test etme girişimleri izledi.
HÜDA-PAR’dan çocuk istismarını meşrulaştırırcasına erken yaşta evlilikleri normalleştiren, “kaç yaşında çocuk, neye göre, kime göre çocuk” şeklinde erken evliliğe dair güzellemeler yapan açıklamalar geldi peşi sıra...
Bu tür açıklamaların toplumun tabanına yayılmasıyla birlikte, bu yöndeki siyasi eylemlerin normalleşmesi için ne yazık ki daha esnek bir zemin yaratılmış oldu. Bu alanda çalışan değerli sivil toplum kuruluşlarının tüm farkındalık çalışmalarına rağmen, “kemikleşmiş” bir kesimin bu konuya dair görüşleri de siyasi karşılık bulmuş oldu.
Toplumun geneli açısından “kabul sınırları” aşırı sağa ve İslamcı çizgiye çekildi. Meclis açıldığında gündeme gelecek ilk yasa tekliflerinin içeriği de bu konuda bize fikir verecek. Zira kadınların yaşam hakkına, çocukların eğitim hakkına, gençlerin özgürlük arayışına göz diken bir siyasi diskur, toplumsal kabul yelpazesini sürekli esnetmeye çalışıyor.
Overton penceresi, mülteci karşıtlığı üzerinden de sistematik şekilde genişletildi.
Zafer Partisi’nin sığınmacıları zor kullanarak ve bir otobüse bindirerek geri göndermeyi ifade eden “Zafer Turizm” kampanyası veya yüzde 5’lik oy potansiyeliyle Zafer Partisi menşeli Sinan Oğan’ın “Plana Sadık Kal” gibi “kodlanmış sloganları” ile başlayan, cumhurbaşkanlığı seçiminin iki kesimini de aşırı sağcı - milliyetçi diskurlara muhtaç hale getiren “kazanma telaşı”, önce düşük tempoyla, ardından giderek hızlanarak bazı aşırı fikirleri uçlardan alıp ana akıma doğru yaklaştırdı, onları normalleştirdi.
Bu, önümüzdeki dönemde mültecilerin sınır dışı edilmesi gibi sağ siyasetin gündemindeki birçok konunun kamuoyunda meşru bir tartışma konusu haline getirilmesini sağladı. Böylelikle, sonraki aşamada politikacıların devreye girerek bu tartışmaları yasaya dönüştürmesi için toplumsal bir referans oluşturulmuş oldu.
Yüksek perdeden kamusal tartışmaların gündemine getirilen bu fikirler, siyasi hedefler ve kamusal politika önerileri ana akımlaştıkça, onların kamuoyu tarafından tehlikeli bulunma olasılıkları da giderek zayıfladı; hatta bu argümanları savunan birçok kişi de, sistem-içi aktörlere dönüşerek artık sistemin penceresini “içeriden” esnetme imkanı buldu.
Bir diğer deyişle, daha önceleri “uçlarda” görülen fikirler, ekonomik krizden ve/veya beka kaygısından beslenerek, giderek tabana yayıldı ve meşru görülür oldu. Bu yelpazenin uçlarını eleştiren herhangi birisi de “vatan haini” olmakla, “milli çıkarları gözetmemekle” itham edildi.
Dolayısıyla, sabit olmayan ve ülke siyasetinin rüzgarına göre yukarı, aşağı, sağ, sol yönünde hareket eden Overton penceresi, seçim süreciyle birlikte Türkiye’de giderek sağ yelpazenin en uçlarına kaydı ve bu durum, ülkedeki gündemin “yeni normali” haline geldi.
Amerikalı sosyolog Cynthia Miller-Idris, Ayrıntı Yayınları’ndan yakın zamanda çıkan “Anavatanda Nefret: Yeni Küresel Aşırı Sağ” başlıklı muhteşem kitabında (çev: Behzat Hıroğlu), aşırılıkçı düşünce ve içeriklerin ana akıma taşınmasında eş zamanlı üç gelişmenin yardımcı olduğunu söyler:
Öncelikle, popülist partilerin yükselişi, kampanya retoriği ve siyasi konuşmalar aracılığıyla aşırı fikirlerin ana akımlaştırılmasına katkı verilir.
Ardından, dezenformasyon ile komplo teorileri yayılır; hakikatin önemsizleştiği bir ortam doğar.
Son olarak da, bir “karşı kültür” olarak gençlik kültürü kullanılarak “mizah” ve “memler” yoluyla, kinayelere, şakalara başvurarak aşırı sağcı görüşlerin tehlikesiz görünmesi sağlanır. Zira, Overton penceresinin aşırı sağ argümanları normalleştirecek şekilde tabana yayılması sürecinde en büyük hedef kitlesi, geleceksizlik kaygısındaki gençler olduğu için onlara “üstünlükçü duyguları körüklemeye yardımcı” teknolojiyle ulaşılır.
Buna göre, tıpkı Türkiye’de yaşadığımız gibi, göçmen karşıtı mesajlar da küreselleşme-karşıtı bir çerçeveye yerleştirilir; yerel iktidarın yitirildiği ve artan göçle birlikte ortaya çıkan ekonomik ve kültürel etkilerin artık dayanılamaz boyutlara geldiği vurgulanır.
Komplo teorileri, hakikat anlayışında yeni ideolojik çerçeveler sunacak şekilde “biz” ve “onlar” ayrımını netleştirir, toplum daha da kutuplaştırılır ve “tehlike hissi” güçlendirilir. Örneğin kent yoksulluğunun tek sebebi olarak mülteci varlığı gösterilir.
Dolayısıyla, bu pencerenin genişlemesinin verdiği / verebileceği tahribatı önlemek ve yönetebilmek için, tüm bireylerin kapsayıcılığını desteklemek ve gündelik hayat kaygıları içerisinde “elverişli” alan ve mekanlarda filizlenen aşırı sağcılığı dizginlemek gerekiyor.
Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı siyaset bilimci Prof. Dr. Evren Balta, çoğunlukçu sistemlerin kurumsal olarak aşırı sağdaki aktörleri “kral/kraliçe yapıcı” (kingmaker) hale getirdiğini, daha radikal gündeme sahip aktörlerin çoğunluğu elde etmede önemli hale gelmesiyle birlikte toplumsal gündemi belirlemeye başladığını kaydediyor.
Prof. Balta’nın bu konudaki tespitleri ufuk açıcı nitelikte:
“Çoğunlukçu sistem olmasaydı bu aktörler yine olurdu ama gündemi bu denli belirleyemezlerdi. Şu anda Zafer Partisi olsun, Hüda-Par olsun, Sinan Oğan olsun, sahip oldukları güçten daha büyük etki alanına sahipler. Geçmişte bu tarz çoğunlukçu sisteme sahip olan ülkelerde iki rakip siyasi partinin gündemi yakınlaşır, ortalama seçmene hitap ederlerdi. Ancak son yıllarda artan siyasal ve duygusal kutuplaşmayla birlikte, oylarını değiştirmeyen, kireçleşen, adeta kemikleşen bir seçmen grubu oluştu. Bu grup, fikrini değiştirmiyor; ötekine duyduğu nefret, kendi partisine oy vermesinin temel sebebini oluşturuyor. Kendi partisini, yadırgadığı ittifaklara girse bile cezalandırmıyor; çünkü öteki gruba duyduğu nefret onun temel oy verme motivasyonunu oluşturuyor. Dolayısıyla, artık bu kireçleşme yüzünden kararsız seçmenler en kritik seçmen grubu haline geliyor ve o grup içinde radikal eğilimleri destekleyenler olduğunda da seçimi kazanmanın kritik anahtarı bu grupların gündemini ana akıma taşımaktan geçer hale geliyor.”
Overton penceresinin sınırlarını genişleten bu süreçte Türkiye’de muhalefetin de iktidarın da küresel radikal sağın gündemine paralel bir gündem benimsediğini görüyoruz.
Zira Cumhur İttifakı, tüm bileşenleriyle birlikte, küresel sağın toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerine göz kırparken, gündemini LGBTİQ+ karşıtlığı ve kadını ikinci sınıf gören anlayışlar üzerinden şekillendirirken, muhalefet de gündemine göçmen karşıtlığını aldı.
Prof. Balta’nın tabiriyle, “iki aşırı sağ gündemin arasına hapsoluverdik.”
Dolayısıyla, toplumda yüzde 2’lik düzeyde bile olsa, oyuyla siyasal değişiklik yaratma potansiyeline sahip olmak, oyunu koşullu hale getirmek açısından oldukça kritik oluyor.
Prof. Balta, “Bu değiştirme potansiyelini aşırı sağ gündemli partiler yapabiliyorsa, demokratik gündemli küçük partiler de yapabilmeli. Seçmenler artık kemikleşmiş bir şekilde partisini her koşulda savunmak yerine, demokratik bir sistemde veto gücü olduğunu anımsamalı, gerekirse de bağımsız davranabilmeli,” diyor.
Bu süreçten sonra küresel aşırı sağın Türkiye gündemini belirleyen ana aktör haline gelmemesi için CHP içindeki ilerici-demokratik grupların bu demokratikleşme mücadelesine destek vermesi, kendi gündemini radikal tartışmalara hapsetmek yerine, kendi sosyal-demokrat tartışma kanallarını açması gerekiyor.
Ancak bu şekilde Meclis açıldığında Türkiye gündemi idam sehpası, LGBTİQ+ bireyleri hedef alan yürüyüşler veya ailenin kutsallığı tartışmalarının kısır döngüsünden kurtulur.
Ancak bu şekilde birbirine benzemeyen aktörlerin bir araya geldiği muhalefet, yasama döneminde yine çoğulcu ve demokratik bir tablo sunar ve zamanında hazırlanan mutabakat metnindeki temel ilkelere dair her türlü yasama girişiminde tüm kimlik ve ideolojik farklılıklarını geride bırakarak, partiler-üstü dayanışmasıyla yine muhalif seçmene heyecan ve güvence verir.
Genişleyen Overton penceresinin yönetilmesinden ve küresel sağ gündemin açmazlarına hapsolmamaktan, demokratik kültür gereği hepimiz sorumluyuz. Ve bunu sadece seçim dönemleriyle sınırlı tutamayız.
Sicilya’da bulunan Etna yanardağının sürekli lav püskürtmesini mitoloji şöyle açıklar: Zeus, kendisine sürekli saldıran Typhon adlı ejderha benzeri yaratığı, uzun süren mücadeleler sonucunda Etna dağının altına sonsuza dek hapsetmiştir ve Typhon zaman zaman dağın altından çıkmaya çalıştıkça, Etna’dan onun öfkesini yansıtan lavlar saçılır etrafa.
Overton penceresi de tıpkı bu şekilde... Toplumun kaygıları alttan alta kaynadıkça / popülist söylemlerle kaynatıldıkça, içimizdeki ejderhalar, pencerenin pervazlarını zorlar, pencereyi dikey yönlü açmaya çabalar. Etrafa saçılan lavlarla pencere belki daha geniş bir yelpazeye doğru açılır, ama o lav parçalarının toplumda kaçıncı dereceden yanıklar doğuracağını kimse tahmin dahi edemez.